Son dönemde Ukrayna’da olanlar dünya politikası bağlamında birçok açıdan «ders « olma niteliği taşıyor. Burada bahsedilen «ders” Ukrayna’daki olayların ibretlik olması kadar öğretici olması da.. Ukrayna’da yaklaşık 5-6 aydır tırmanarak süregiden olaylar, uluslararası ilişkiler öğrencilerinin öğrenegeldiği birçok unsurun açığa çıkmasına neden oldu. Bunlar arasında ilk aklına gelenler -az sonra detaylandırılmaya çalışılacak olan- «güç politikası” «uluslararası hukukun işlevi”, «iç politika-dış politika bağlantısı” gibi uluslararası ilişkilerin omurgasını oluşturan kimi unsurlar. Bu açıdan, ileride uluslararası ilişkiler disiplinine yön vermiş olaylar arasında tarih sayfalarındaki yerini alacak olan Ukrayna olaylarına tanıklık eden bizler, tarihin doğru yazılması bağlamında sorumluluk da taşımaktayız.
Ukrayna olaylarını doğru okuyabilmek için doğru bağlama oturtmak hayati önem taşıyor. Bunun için öncelikle, dünya politikasının, devletler arasındaki ilişkilerin niteliğini belirlemekte yaygın olarak kullanılan «kutup” sorunsalını ele almak gerekiyor. Fazlaca soyut bir tanımlama olsa da «kutup”, uluslararası sistemde devletler arası güç dağılımını ifade etmek için kullanılmakta. Bir devletin diğer bütün devletlerden oldukça fazla güce sahip olması «tek kutupluluk” olarak ifade edilirken, gücün birden çok devlet arasında birbiri ile benzer miktarda dağılmış olmasına «çok kutupluluk”, iki devlet arasında dağılmış olmasına ise «iki kutupluluk” ismi verilmekte. Daha önce birçok olayda kendisini gösterdiği ve özellikle 2003 Irak işgalini takiben daha da anlaşılır olduğu üzere, Soğuk Savaş sonrası dönemde akademisyenlerin yaygın eğilimine karşın, artık «tek kutuplu” bir dünyanın varlığından söz etmek olanaksız. Ancak, şu an mevcut verilerle sistemin yalnızca tek kutuplu olmadığını söylemek ile yetinmeliyiz. Çünkü dünya politikası «kutup”lar üzerinden analiz edilemeyecek denli karmaşık bir görünüm sergilemekte.
Ukrayna olaylarını anlamlandırmak için üzerinden durulması gereken diğer önemli nokta ise, artık dünya politikasında devletler kadar örgütler gibi kurumlar, etnik gruplar, baskı grupları, sınır aşan şirketler gibi devlet dışı aktörlerin (bu elbette devletlerden bağımsız oldukları anlamına gelmiyor) edimlerinin önemli olduğu. Bunun anlamı en basit ifade ile, politikalar açısından edimleri önem kazanan devlet dışı aktörlerin varlığı olduğu kadar, etkilenmesi gereken, belirli bir politikanın muhattabı olarak dikkate alınması gereken çok sayıda aktör olduğu.
Hem yukarıda çizilmeye çalışılan temel çerçevenin içerisine tam oturan, hem de o çerçeveyi destekleyip sağlamlaştıran en güncel mesele Ukrayna meselesi. Geçen ayki yazımızda Ukrayna’daki olaylara yönelik bir arkaplan oluşturmaya çalışmıştık. Şimdi ise hem geçtiğimiz bir aydaki gelişmelere yer vermek hem de Ukrayna olaylarını doğru tarihsel bağlama oturturak sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmak niyetindetiz.
Başlangıçta bir ülkenin iç meselesiymiş gibi bir görünüm sergileyen Ukrayna olayları, hızla uluslararası bir krize dönüştü. Aslında yalnızca bu bile, iç politika ile dış politikanın nasıl aynı vücudun denk uzuvları olduğunu kanıtlamakta yeterli ve suni iç politika- dış politika ayrımını iyice gereksizleştirmekte. Olaylar, Ukrayna’nın AB ile imzalaması beklenen bir anlaşmayı imzalamaması üzerine patlak vermişti. Bu, diğer unsurlardan soyutlanarak ele alındığında bir ülkenin vatandaşlarının ülkenin işbirliği ortaklıkları üzerindeki iradesinin bir yansıması olarak okunabilirdi. Ancak, Ukrayna’da olayların barışçıl protestolardan kanlı neo-nazi eylemlerine dönüş(türül)mesi, iç politik unsurların (burada vatandaş ve neo-nazi çeteler) dış politik aktörler tarafından nasıl araçsallaştırılabildiğinin açıklayıcı bir örneği. AB kendi içerisinde uyuyan tehlikeli -neo-nazi- devini uyandırmak riskine rağmen bu kozu kullanmak zorunda kaldı. Çünkü içerisinde önemli miktarda Rus nüfusu barındıran bu ülkenin, Rusya’nın saflarına kaymasını engellemek için neo-nazi kozlarından başka kullanılacak koz yoktu. Üstüne üstlük, AB ve ABD bunu kanlı eylemleri «demokratik” talep olarak yansıtma iki yüzlülüğünün sonrasına başına dert olabileceğini biraz gözden kaçırarak… Burada anlatılanlar hem çok aktörlü bir dünyanın görünürlüğü, hem de iç politika dış politika bağlantısının açıkça ortaya serildiği çarpıcı bir boyut. Ukrayna olayları bile bu örneklerin birçoğunu içerisinde barındırıyor.
Ukrayna örneği uluslararası hukukun sorgulanması açısından da çok verimli bir örnek oldu. Buradaki temel sorunsal Kırım’ın önce bağımsızlık ilan etmek sonra da Rusya ile birleşmek için tamamen «demokratik” bir karar alması sonrasında ortaya çıktı. Kırımlı Tatarlar’ın bir kısmının boykot ettiği seçimlerde ezici çoğunluk, oylarını Ukrayna’dan ayrılmak yönünde kullandı. Rusya bu kararı derhal tanırken; Almanya, diğer AB üyeleri ve ABD derhal tanımadığını ve referandumun «demokratik” olmadığını duyurdu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) göreve çağırıldı ve elbette Rusya BMGK daimi üyesi olduğu için BM’den Kırım’a karşı olumsuz bir karar alınamadı. Bu demek oluyor ki, ABD’nin, başka devletlere rağmen karar aldırma yeteneği oldukça aşınmış durumda ve «hukuksal” yollar artık yalnızca tek bir devletin kullanıma tabi kılınmış durumda değil. Burada ABD ve AB ülkelerinin Kırım tavrına karşı Rusya’nın direnç noktası ise oldukça ilginçti. Şüphesiz ki hem devlet egemenliği, egemen eşitliği hem de içişlerine karışmama ilkesi ve self determinasyon çerçevesinde durumun hukuksal meşruiyeti ayrı bir tartışma konusu. Ancak Rusya, Kırım referandumunun ve sonraki gelişmelerin meşru olduğunu iddia etmek için Kosova’nın bağımsızlığının nasıl da neredeyse bütün Batı tarafından tanındığını ve Uluslararası Adalet Divanı’nın, uluslararası hukukta devletlerin «bağımsız olamayacaklarına yönelik” bir hüküm ya da içtihat olmadığına yönelik kararını gerekçe gösterdi. Bu kurnazca bir misilleme olmasının yanısıra, uluslararası hukukun nasıl da etrafından dolaşılabildiğini göstermesi açısından da çarpıcı bir örnek oldu.
Kırım meselesi ile ilgili gelişmelerden sonra kontrollü bir güç politikasının, üçüncü dördüncü devletler üzerinden büyük devlet tarafından nasıl uygulandığını gösterecek bir gelişme daha yaşandı. Polonya’nın kendisini ne hikmetse Rus tehtidi altında hissetmesi üzerine Polonya ABD askeri korumasını istedi. Bu elbette yeni bir politika değildi. Gündemi biraz takip edenler, ABD’nin Polonya’ya füze yerleştirerek nedense İran’a karşı AB’yi koruma taahhüdüne girdiği füze kalkanı projesini hatırlayacaktır. O zamanlar da bazı aklı selimlerin söylediği gibi füze kalkanının İran’a değil Rusya’ya karşı istendiği açıkça ortaya çıkmış oldu. Ama güç politikası bu kadarla sınırlı değildi. Polonya’dan sonra Polonya’nın doğu komşusu Beyaz Rusya da Rus askeri koruması talep etti. Şimdiye kadar Orta Doğu’da can alıcı şekilde devam eden güç politikası, caydırı özellikleriyle Avrupa’nın yamacından içine sokulmuş durumda.
Elbette bu güç siyasetinin motivasyon kaynakları ne yalnızca kültür odaklı açıklamalarla ne de enerji ve sermaye kaynaklı ekonomi-politik odaklı açıklamalarla ifade edilebilir. Resim çok daha büyüktür. Bundan sonrası gerilimin nasıl yönetileceği ile ilgilidir. Rusya’nın ABD’nın yaptırım blöflerine ya da bilindik sopa taktiklerine karşı BRICS ile ilişkilerin geliştirilmesine göz kırpması Batı’da uzun zamandır batmakta olan güneşin, Doğu’dan yükselmekte olduğunu düşündürmekte…