Eski çağlardan günümüze «baskıya karşı direnme hakkı”, kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasına yönelik iktidar yetkilerinin kötüye kullanımına karşı bir hak olarak tanımlanabilir ve [toplumların ve bireylerin kendilerini koruma yöntemlerinden biri olarak kabul görmüştür]. [«Direnme”] aktif ve pasif nitelikte olabilir.
Ülkemizde yargının kendisine fren olduğuna inanan siyasal irade, Anayasa Mahkemesinin ve HSYK’nin bileşimini kendisine göre düzenledikten sonra, süratle, yargıyı ele geçirme projesinin son halkası niteliğindeki Yargıtay ve Danıştay yasalarında değişiklik öngören yasayı çıkarmaya girişti. Sonuçta yapılan operasyonel düzenleme ile yüksek yargı da yürütmenin dümen suyuna girdi. Bu süreçte, yasa tasarısının görüşmeleri sırasında, yapılanın yargı üzerinden «demokrasiye karşı kalkışma” olduğu konusunda topluma uyarıda bulunan ana muhalefet partisi milletvekillerinin yayınladığı bildiride değinilen ve bu nedenle gündeme gelen «Baskıya Karşı Direnme Hakkı”nın o günlerde siyasi bir polemik malzemesi haline getirildiğini, bu kavramın, sanki bir korsanlık ya da barbarlıkmış gibi, mahkum edilmeye, içinin boşaltılmaya, hafifletilmeye çalışıldığını hep birlikte izledik.
Oysa baskıya karşı direnme gerçek bir haktır, meşrudur, evrensel hukukun içindedir ve onun parçasıdır. Bu yönüyle de doğaldır ki, evrensel hukuku temel aldığı söylenen Anayasanın dolaylı da olsa dayanaklarından birini oluşturmaktadır. Bu nedenle de, anayasal zemine dahil olduğu dahi değerlendirilebilir. Başka bir deyişle, bu hakkın bir cuntanın eseri olan ve halka hiç sorulmadan hazırlanan 1982 Anayasasında açıkça yer almaması, olmadığı anlamına gelmez. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesinin 8.12.1988 tarih, E.1988 (SPK), K.1988/1 sayılı kararında da bu hakka özel olarak değinilmiş, «… direnme hakkı, tarihsel süreç içerisinde, İngiltere’de Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum, 1215) madde 61, Haklar Dilekçesi (Petition of Rights, 1628), Habeas-Corpus ACT (1679), Haklar Bildirgesi (Bill of Rights, 1689) gibi anayasal belgelerde; Amerika Birleşik Devletleri’nde Virginia Haklar Bildirgesi (1776) madde 3; Fransa’da 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde (baskıya karşı direnme, mad. 2) değişik ifadelerle; Federal Alman Anayasası’nın 20. maddesinde ise kimi koşullarla yer almıştır. Böylece ‘direnme hakkının’ Anayasa hukukuna yabancı olmayan bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, davalı partinin programında ‘direnme hakkı’ndan söz edilmesi bireysel özgürlükle ilgilidir. Bu hak, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamasının yolu biçiminde yorumlanarak parti kapatılamaz.” İfadesi kullanılmıştır.
Direnme hakkı var olduğu gibi kadim de bir haktır. Hıristiyan doktrini, Ortaçağ siyasal düşünürleri ve ilk reformcular «devlete itaat et ama etik dışı davranışlarına itaat etme” görüşündedirler. Direnme hakkının erken ipuçlarına İlkçağda Çin, Yunan, Roma, Hint kaynaklarında rastlanmaktadır ve en önemli izlekleri belki baskı ve zulme karşı efsanevi direnişi ile Spartaküs’ten ve belki de, Konfüçyus’un , «doğruluktan ayrılan ve bu yoldaki hatalarını düzeltmemekte ısrar eden yöneticilerin itaatsizliğe katlanmak zorunda kalacağına ve baskı yapanların bir kaplandan daha dehşet verici olduğuna” ilişkin özlü sözlerinden başlayarak şöyle sıralanabilir:
1789 devriminin ürünü 1791 Fransız Anayasasında «Zulme karşı direnmek insan haklarının bir neticesidir.” «Yönetim, halkın haklarını zedelerse, ulusun veya onun her parçasının direnmesi, en kutsal hak ve en kaçınılmaz görevidir.« denilmektedir. 1946 ve 1958 Fransız Anayasaları da bu hakka gönderme yapmaktadır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi önsözünde «İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya (başkaldırmaya) zorunlu kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zorunluluk olduğu uluslararası alanda ilan ve kabul edilmiştir.” denilmektedir.
Ülkemizdeki postmodern sıkıyönetim uygulamalarından şaşkınlık duymaya yeni yeni başlayan ve idrak noktasına geldiği yolunda, aslında samimiyeti kuşkulu da olsa bazı sesler çıkartan ABD’nin 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi “Yönetimler, insanlar tarafından kendilerine ait hakların sağlanması için kurulmuşlardır; meşruiyetleri yönetilenlerin onay vermelerinden doğmaktadır. Bir yönetim şekli bu amacın gerçekleşmesine engel olur veya amacı tahrip edici bir noktaya getirirse halk onu değiştirmek, devirmek ve kendisine güvenlik ve mutluluk sağlamaya en elverişli ilkelere dayandırmak ve örgütlemek yoluyla yeni bir yönetim oluşturmak hakkına sahiptir.” der. 1784’de kaleme alınan New Hampshire Haklar Bildirgesi ise şunu vurgular: «Keyfi güç ve baskıya karşı teslimiyet ilkesi mantıksız ve köleliğe yaraşan nitelikte olup, insanlığın iyiliği ve mutluluğuna zarar vericidir.”
1808 tarihli Sened-i İttifak’da da direnme hakkından bahsedilmektedir. 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde «Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk milleti” denilmekle bu hakka vurgu yapılmış, darbenin hukuka aykırı eylemleri ile meşruiyetini yitirmiş bir iktidara karşı yapıldığı ve «direnme hakkının” kullanıldığı belirtilmiştir.
Alman Anayasası’nın 20. maddesinin 4. fıkrasında, «Tüm Almanların, başka bir çare kalmadığı takdirde, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya kalkışan kişilere karşı direnme hakkı mevcuttur…” sözü geçer. Dolayısıyla evrensel bir kavram olan baskıya karşı direnme hakkı bir pozitif hukuk düzenlemesi olarak da hukuksal metinlerde yerini almıştır.
Hukuka ve uygulamalara kaynaklık eden kuramsal alanda ise daha da ötesi söz konusudur. John Locke 1600’lerde direnme veya devrim hakkını, insanların doğuştan kazandığı -aynen yaşama, özgürlük veya yerleşme hakkı gibi- doğal bir hak olarak tanımlamaktadır. Locke’un Two Treatises of Government kitabı 1680’lerde İngilizler Stuart Krallarının artan tiranlığı karşısında rahatsızlık duydukları sıralarda yazılmıştır. Ona göre insanlar, çıkarlarını korumaktan uzaklaşmış/tiran bir yönetimi alaşağı etmek konusunda doğal hukuk kuramı çerçevesinde hak sahibidir. Haksızlık ile cinayet aynı şeydir. Suç, ister işleyenin başında bir taç olsun, ister elinde bıçak, yine suçtur. Önümüze ne biçimde sunulduğunun bir önemi yoktur. Kişi evine giren hırsıza ya da katile direnmek hakkına sahipse, kendilerine şiddet kullanan politik yırtıcılardan kurtulmak, adil olmayan yöneticileri devirmek hakkına da sahiptir. Zira «Kaçacak yöntemleri yoksa, insanlar hiçbir zaman tirandan kendilerini tam olarak koruyamazlar, ta ki etkisizce egemenliği altına girene kadar.”
Dahası bazı otoriteler direnmeyi sadece bir hak değil, bir ödev olarak da görmektedir. Amerikan Özgürlük Bildirgesi despotizm altında istismar edilen halkın hükümeti devirme gerekliliğini hem hak hem ödev olarak tanımlar. Aynı önerme Martin Luther King tarafından da kabul edilmektedir. Çünkü, ayaklanma hakkı düzenin işleyişini bozarken, ayaklanma ödevi bozuk düzeni kırmayı mümkün kılar.
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu ve Önderi Mustafa Kemal, Türk Gençliğine hitabında, Bursa Nutku’nda bu hakka işaret etmiş, gerektiğinde direnerek cumhuriyeti, demokrasiyi korumada ise gençliği görevlendirmiştir.
Direnme hakkı ile kardeş olan «Sivil İtaatsizlik” fikrinin babası Henry David Thoreau, aynı isimli 1849 tarihli makalesinde «Hükümet makinesi sizi adaletsizliğin bir aracı olmaya zorluyorsa, o yasayı çiğneyin.” der. «Sizden zulme alet olmanız isteniyorsa karşı koyun, hiç değilse makineyi zorlayacak bir «karşı sürtünme” olmaya çalışın.” Onun ana söylemidir. Zira, adil olmayan uygulamaları değiştirmek için olağan yollar ya yoktur, ya da vakit alır. Kaldı ki, yasalara ve yönetime saygı duyulması isteniyorsa, yasaların ve yönetimin saygı duyulacak şekilde yapılması yani saygın olması da gerekmektedir. Ona göre asıl problem sivil itaatsizlikte değil, sivil itaattedir; vicdanını, yönetenlerin otoritesine teslim edenler çok tehlikelidir. Unutulmamalıdır ki «körü körüne” teslimiyetçilerin olduğu yerde «derebeyleri” türer…
Thoreau’ya göre ise azınlık çoğunluğa uyduğu sürece güçten yoksundur, ancak tüm ağırlığıyla direndiğinde karşı konulmazdır. Gandhi, Thoreau’nun bu teorisini 1906’da Güney Amerika’da Hintlilere ikametgah kaydı taşıma zorunluluğu getirilmesine karşı ateşlediği protestolar ile uygulamaya geçirmiştir. Yıllara yayılan bir dizi protestonun başlangıcı olan Johannesburg Kraliyet Tiyatrosu’ndaki toplantıda bir Hintlinin söylediği gibi «Böylesi aşağılayıcı bir uygulama karşısında asla korkuyla boyun eğmediler.” Kartlarını yaktılar, işbirliği yapmayı reddettiler, hapse atıldılar. Direnişin 8. yılında ise bu insanlık dışı yasaları alaşağı etmeyi başardılar.
Martin Luther King, sivil haklar mücadelesinde şöyle der: «Hitler’in Almanya’da yaptıklarının yasal, Macar devrimcilerinin Macaristan’da yaptıklarının ise yasal olmadığını asla unutmamalıyız, yaşamımız, önem vermemiz gereken olaylara karşı sessiz kaldığımız gün son bulur.”
Clarence Durrow: «Dünya durdukça yanlışlar olacaktır, ancak hiç kimse itiraz etmez, hiç kimse ayaklanmazsa bu yanlışlar sonsuza dek sürecektir.”
Bernard Shaw: « (Yazık ki) Erdemlerin en az rastlanılanı ve en cesuru itaatsizlik, nadiren kötülüklerin en tembeli ve en sık rastlanılanı olan kayıtsızlıktan ayırılabilir.”
Kuramcıların etkileyici tanımlamalarından sonra, bu hakkın ne zaman kullanılabileceği sorusu gündeme gelebilir. Direnme hakkının kullanılabilmesinde mutlak bir kriter bulunmamakla birlikte, bir iktidarın «meşruiyetini” yitirmesi hali önemli bir nirengi noktası kabul edilebilir. – ki bu genellikle seçimle gelmekle birlikte gitmeye hiç mi hiç niyeti olmayan iktidarlar için söz konusudur. Demokrasiyi salt çoğunluk iktidarı olarak algılayan, devleti, anayasal kurumları, kolluk güçlerini, bilim kurumlarını, üniversiteleri, yargıyı hiç gitmeyecekmiş, sadece kendi iktidarına hizmet edecekmiş gibi dizayn etme girişimindeki iktidarlar bu değerlendirmeye dahildir. Bir başka anlatımla, bir iktidar eğer geldiği gibi, demokratik yol ve yöntemlerle iktidarı bırakmaktan kaçınıyorsa, buna ilişkin kanıtlar varsa, meşruiyet çizgisinden sapmış olduğu değerlendirilebilir. Ancak burada özel önemi olan bir nokta, iktidarın meşruiyet çizgisinden saptığı konusunda küçük bir azınlığın görüş birliğine varmasının yeterli olmadığı konusudur. Yani bu konuda bir mutabakatın sağlanması ve ayrıca da eylemin bu direnişin etik açıdan değerini gölgelememe gerekliliği vardır.
Peki, aslında, çoğu politik ve akademik kurumun pekala da pek çok tartışmaya, bilimsel toplantıya konu olabilecek direnme hakkını bırakınız tartışmak, düşünmekten bile korktuğu, sıradan insanların, en basit konuları bile telefonda konuşmaktan imtina ettiği, muhalif kimliği ile tanınan her gruptan yurttaşın susturulmaya çalışıldığı bugünlerde bunları neden yazıp tartışıyoruz? Çünkü aslında tartışmanın tam da zamanıdır. İktidarı, muhalefeti, demokratik kitle örgütleri, bilim yuvası üniversiteleri, ifade özgürlüğü ile bunların tam merkezinde yer alan bağımsız yargısı ile bir bütün olan Demokrasiyi; salt seçimlerde çoğunluğu sağlayan partinin ülkeyi yönetmesinden ibaret ve sadece partisine oy verenlere karşı sorumluluk olarak tanımlayan, ’’Demokrasi bizim için araçtır, amaca ulaşınca demokrasi treninden ineriz” diyerek demokrasiyi, demokrasiden uzaklaşmada bir maşa gibi kullanmak isteyenlere, bunun için yargıyı yakıcı bir kamçı, bir aslan terbiyecisi gibi kullanmaya çalışanlara karşı demokratik yoldan ve hukukla direnmenin antidemokratik olduğunu kimse bize anlatmaya kalkışmamalıdır. Kimse bizi hukuk ezberimizle doğru bildiğimizi okumaktan alıkoymaya yeltenmemelidir. Bütün bunları tartışmayıp, «Haksızlık adaletsizlik cinayetten farklı değildir” diyen Locke’a mı şikâyet etmeliyiz olanları. Ülkemizde bir parti yargısı oluşturulmaya çalışıldığını, bir gün ancak ve sadece bir partiye yandaş olanların adalete erişebileceğini, şalvar giydirilen Adalet Tanrıçası Themis’in bir adım sonra başının da örtüleceğini kime anlatmalıyız?
Hukuk devletini, polis rozetini de takıp, boğucu bir polis devletine; demokrasiyi üniversiteleri yasadışı bir örgüt karargahıymış gibi 1 yıllık arama kararları ile kuşatarak post modern sıkıyönetim alanına dönüştürmeye çalışanlara karşı, baskıya ve zulme karşı direnme hakkını bugünlerde konuşmanın tam da zamanıdır. Bunları konuşmamızı, tartışmamızı, evet bize evrensel hukuk belgeleri söylüyor, ifade özgürlüğü söylüyor: «Eğer yönetim bir zalimin elinde ise halkın direnme hakkı vardır” diyor.
Örnekleri çok yakın tarihlerde, yakın coğrafyalarda görüldüğü ve düşünürün dediği gibi «Eğer itilmezse hiçbir diktatör düşmez. Yardım edebiliriz, olanları duyurarak, olmuşları yeniden ortaya çıkartarak ve bu kötü rüzgârlar değiştiğinde olabileceklerden umut duyarak…”