Geçtiğimiz ayki yazımızda anayasanın meşruluğuna ve neliğine değinmiştik. Bu yazıda ise karşı devrimin ´´ideolojisiz anayasa´´ sloganının nasıl bir bağlamda kullanıldığına ve bunun anayasal mücadele geleneğiyle ilişkisine değinilecektir. .
Anayasal mücadelenin bağımsız değişkeni
Anayasal mücadeleler tarihi esasında farklı egemenlik kuramlarının çarpıştığı bir siyasi mücadele tarihidir. Şekli anlamda anayasaların ortaya çıkmasından önce hakim iklime göre egemenliğin kaynağı Tanrı ya da mitsel bir kimliğe dayandırılmış saltanattır. Her iki seçeneğe göre de egemenliğin kaynağı insana dışsal ve o gün yaşayan insanları zamansal olarak önceleyen bir güçtür. Bu güce karşı o günün insanını etkinleştirecek ve seferber edecek yeni bir egemenlik kaynağının bulunması için bir sınıf olarak burjuvazinin tarihte belirleyici bir konuma ulaşması gerekecekti. Hemen hepsi aynı dönemde ortaya çıkmak üzere Rousseau (Fransa), Kant (Almanya), Hobbes ve Locke (İngiltere) gibi filozoflar egemenliğin kaynağı olarak halka (somut bir halka veya çeşitli varsayımlarla tanımlanmış bir halka) işaret etmişlerdir. Yine bu dönemde, Rousseau, Korsika ve Polonya anayasaları için proje hazırladıktan sonra, burjuva demokratik devrimlerinin akabinde Fransa, Polonya ve ABD´nin anayasalarının yapılması burjuvazinin ele geçirdiği iktidarı geri dönülmezcesine sağlamlaştırma çabasının bir sonucuydu.
Egemenliğin kaynağının Tanrı ya da Tanrısal bir mitos olduğu düşüncesi yıkılan düzenin ideolojik hegemonyasının özüyken, yükselmekte olan burjuva düzeninin ideolojik hegemonyasının özü egemenliğin kaynağının burjuvazinin önderlik ettiği halk olmuştur. Anayasal mücadele, bu bağlamda, önceki düzenin temsilcilerine karşı insanları seferber edebilecek bir metnin tüm insanlar adına ve tüm insanlar için öne sürülebilmesini hedeflemekteydi. Bu mücadelenin sonrasındaki uygulamalar bir yana mücadelenin kendisi kaçınılmaz olarak Tanrısal ve dolayısıyla insan üstü gibi görünen, çıkarlardan bağışıkmış gibi tanıtılan bir düzeni yıkmaktaydı. Dolayısıyla artık değiştirilebilir, geliştirilebilir yasalar; gelişmekte, yetkinleşmekte olan insanlar; çeşitli çıkar gruplarının çatışma içerisine girebilecekleri siyasal ortamlar siyasi yaşama damgasını vuracaktı. Açılan bu kapı, burjuvazinin gericileştiği, kapitalizmin emperyalizm aşamasında dahi kapanmamıştı. Anayasal mücadelenin bağımsız değişkeni, yıkılan düzenle ortak olarak egemenlik kaynağının ne olduğudur. Egemenliğin kaynağı gerçekliğe yaklaştıkça, egemenlerin yarattığı büyülü, mitsel, çarpıtılmış kuramlar kabul edilebilirliklerini yitirmektedir.
İdeolojik hegemonyanın akıllara soktuğu: Ya ölüm ya biat!
Egemenlik kaynağının ve bu egemenliğin kullanılma biçiminin gizemlileştirilmesi mevcut ideolojik hegemonyanın karakteridir. Sisteme göre, Kurtuluş Savaşı öncesinde egemenliğin kaynağı Hadislerde muştulanan bir padişah iken, savaş sırasında manda ve himayenin öznesi olan büyük ve yıkılmaz maddi güç gibi görünen yabancı dostlar, savaş sonrasında eğitilmişlerin-seçkinlerin despotluğu, çok partili dönemde atalarımız, Soğuk Savaş sonrasındaysa uluslararası güçlerdir. Her seferinde gerçekler ters yüz edilmiş ve halkın iradesinin halkın çıkarlarına karşı çalıştırılması için gizemlileştirilmiştir. Bu örneklerin her birinde sistemin eylemi, görünüşteki çeşitliliğe rağmen tek bir biçimdedir: Ya öl ya teslim ol! Aslında tek bir seçeneğin sahte bir bölünmesi olan bu ´´ya… ya…´´ biçiminin içeriği tam olarak şudur:Ya sistemin seçeneğini beğenmez ve bu seçeneğe karşı kazanamayacağın bir savaşa girip ölürsün ki bu durumda sana yazık olur; ya da sisteme karşı savaşmanın anlamsızlığını ve yararsızlığını fark edip uyum sağla!
Bu içeriğin çeşitlenmesi içinde bulunulan koşullara göredir. Söz gelimi, Kurtuluş Savaşı öncesindeki (esasında 1908 öncesi) padişahın mutlak hakimiyeti altında ölümün anlamı, sözcüğün tam anlamıyla ölümün dışında, fakirleşme, jurnallenme ve sürülmedir. Kurtuluş Savaşı´nda sistemin sunduğu ölümün anlamı, anlamsız ve kazanılamaz savaşa katılıp ölmektir. Savaş sonrası dönemde ise devrimin çocuklarından olup ölmektir. Sonraki dönemlerde ise yine aynı şekilde kazanılamaz bir hedef uğruna başkaldırıp cezaevleri, işkencehaneler ve faili meçhul cinayetlerde yaşamı çürütmektir. Sistem tekil örnekleri bu şekilde işine geldiği gibi genelleştirirken, yarattığı ´´rüyalarla´´ biat etmeyi yüceltmektedir. İkisinin anlamı da aynıdır, sopa ve havuç şeklinde betimlenebilecek iki uç arasında akıntıya kapılmaktır. Sistem bu aşırı uçlardan seçtiği ve genelleştirdiği örneklerle bireyleri onlar için tasarladığı ılıman kuşağa hapseder. Sistemin ideolojik hegemonyasının mihmandarlığı her şekilde hapisliktir: Hapishanenin parmaklıkları soğuk ve metal olabildiği denli geniş bir evin çiti kadar güvenli, maaşların düzenliliği kadar istikrarlı olabilmektedir.
İdeolojisizliğin panzehiri ideolojiye karşı ideoloji: Ya İstiklal Ya Ölüm!
Bu ılıman kuşağın insanı ideolojik hegemonya tarafından çevrelenmiş bir ortamda koşullanarak ideolojik hegemonyanın taşıyıcısı haline gelmektedir. O artık ılıman, aklıselim, ideolojilerden uzak ölçülü bir insandır. Bu ölçülülük alanı, dolayısıyla bir vakum alanı olarak gösterilmektedir. Bu alan içerisinde ideolojiler, büyük anlatılar, büyük tutkular, kahramanlıklar, fedakarlıklar ve kararlı, idealist tutumlar karikatürize edilmiş, bu karikatürizasyonun yetmediği aşamada ise bunların savunucuları yukarıdaki sonuçlarla karşılaşmak zorunda bırakılmıştır.
İşte bu sözde vakum alanı içerisinde yer alan ölçülü insan sistemin ideolojisinin en temel kanıtıdır. Sistemin ideolojisi, bireylerin ideolojisizleştirilmiş bir vakum alanındaymış gibi hissetmelerini sağlayıp onları sopa ve havuçla terbiye etmektir. Egemenlik kuramı da bu ideolojiyi yansıtmalıdır. O nedenle anayasanın içerisine sızan ideolojilerini gizlemek amacıyla bir vakum içerisinde yaşandığı, eski büyük özlem ve tutkuların bittiği, Türkiye özelinde Atatürksüzleştirilmiş bir ülke betimlenmelidir. Bu betimlemenin sınırını çizdiği ölçülülük alanı ancak bilinçli bir ölçüsüzlükle serimlenebilir.
Anayasal mücadelenin özü, egemenin alanını, onun egemenlik kaynağını tartışmaya açacak denli ölçüsüzce çizerek egemenlere dayatmaktır. İşte bu dayatma, devrimci olduğunda, gerçeğin dayatılmasıdır. Gerçek sistemin ölçülerinin dışında özgürlük ile ölümün birbirinden ayrı olduğunu ama birini göze almadan diğerine ulaşılamayacağıdır. Vakum alanının sarhoşluk halinden çıkanlar için seçenekler ya istiklal ya ölümdür. İnsanları vakum alanına hapsetmeye çalışan sistemin önündekiler ise ya ölüm ya kalımdır. Sistemin kalımı için her gün ölmektense gerçek bir özgürlük için bir kere ölmeye göze alanlara borçluyuz, varlıkları fark edilmeyen özgürlük ve haklarımızı. Ölümü göze alamayanlar için varolan özgürlükler bile sistemin ideolojisinde, sistem tarafından insanlığa bahşedilmiş bir insancıllıktır. Gerçek bu ideolojik yanılsamayı deliyor, çünkü dünyanın her yanında sistem insanlıktan çıkmak zorunda kalmaktadır. Yanılsama gerçeği perdelemek için sürekli şekil değiştirirken tortularını geleceğe bırakıyor ve bu nedenle gerçeğe daha ileriden, inançla bakmadan tortuların ardındaki güzelliği görmek mümkün olmuyor. O nedenle bu yanılsamaya karşı şu an gerçekleşememiş bir başka yanılsamaya yönelerek gerçekliği görebiliriz. Bu yanılsama, yanılsamanın panzehiri ideolojisizliğe karşı ideolojidir. Bunun pratiği ise özgürlüğü ve sistemin insancıllığını ölümden kaçmayarak sınamaktır.