Lise jargonundan tanıdık gelecektir, ders adlarının sonuna bir “-ci/-cı/-çi…” eki eklerdik: Matematikçi, Türkçeci, Fizikçi… Bunlar iyi ama birisinin durumu bir acayipti. Hele ki 28 Şubat döneminde. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi adı verilen ama ne kültürle ne de ahlakla pek bir ilgisi olmayan dersin öğretmenine “Dinci” derdik. Adamcağız – genelde adam olurdu, yoksa cinsiyetçilik yapacak değilim – yarı korkudan yarı tevazuyla (zira bazıları gerçekten de dinciydi) “aman çocuklar, demeyin öyle” derdi. Beden dersi muamelesi yaptığımız – sahi nedir şu beden dersinin suçu? Sınavlarda bir işe yaramıyor diye bu muamele hak mı? – diğer bir ders de felsefe dersiydi – sanırım hala da öyledir. Felsefe dersinin öğretmeni de elbette ki “felsefeci” adını alır, en azından lise jargonunda.
Felsefe öğretmenleri kimi zaman felsefe bölümlerinden kimi zamansa felsefe grubu öğretmenliği bölümlerinden mezunlar arasından seçilir. Ülkemizde felsefe bölümü mezununun aldığı bir unvan henüz yoktur: Düz üniversite mezunu demek yeterlidir. Oysa sosyoloji sosyolog mezun eder, mühendislik bölümleri mühendis, mimarlık bölümü mimar mezun eder. Sahi buradaki “mezun” unvanı da önemli. Hepsi mezundurlar, yetkindirler ve belirli işleri yapmaya layıktırlar. Felsefe mezununun neye yaraşır olduğuysa tam bir muamma. Zira ülkemizde “filozof” ve “felsefeci” diye birbirinden büsbütün ayrı iki unvan türemiştir. İkincisi kişinin yaptığı işten veya mezun olduğu bölümden hareketle kişiye atfedilen bir unvanken; birincisi ülkemizde kimselere layık görülemeyen yarı tanrısal bir makamdır. Entelektüel havası ağır basan, kasınç ama bir o kadar da boş toplantılarda ülkemizdeki ve milletimizdeki “filozof” eksikliğinden söz açılır. Sonra bir tartışma başlar. “Yok, canım olmaz olur mu? İbn-i Sina, Farabi var ya” der biri. Diğeriyse İbn-i Sina ve Farabi’nin köklerini tartışmaya açar, onları “yeterince” Türk bulmaz. Onlar ya Acemdir ya Arap. Bir başkasına göre, bu “alimler” İslam uygarlığının filozofları olduğu için “bizden” sayılmaz. Bir başkasına göre bunlar “filozof” bile değillerdir; “tek yaptıkları Yunan felsefesini okuyup Aristoteles’in yazdıklarına şerh düşmektir” der. Onlar dışında hemen herkeste mutabıktırlar. Filhakika filozoftur Marks, Hegel, Kant, Platon, Descartes ve diğerleri. “Ve diğerleri” derler çünkü çoğu zaman bilinen adlar tükeniverir. Üzerinde mutabık olunmayanlar da vardır hiç kuşkusuz. Nietzsche, Kierkegaard, Sartre, Camus da tartışılır. “Onlar da büyük adamdırlar ama onlar edebiyatçıdır”. Yine bir meslek geldi, koca koca düşün insanlarına “edebiyatçı” deyip geçmek.
Yine aynı ortamda kısa bir es verilip “sahi bizde niye hiç filozof yok” der biri. Diğerleri çok derin bir şey söylenmiş gibi kafa sallar – aslında zaman kazanırlar, suçlayacak bir şey arıyorlardır ve genelde konu İslam’a gelir veya göçebe oluşumuzdan dem vurulur – gerçekten akıllarına kimse gelmez. Bizde öyle bir mertebedir ki filozofluk yaraşır insan bulamayız, en azından bu topraklarda.
Oysa modern çağda anaakım kanallarımızda Zizek’ten filozof diye bahsedilir rahatlıkla. Demek “filozof” sözcüğünü hepten kaldırmamışız lugatten. Ne var ki Türk’e yakıştırılmaz. Bu konuda şanslıyım tez danışmanlarımın ikisi de yabancı adlara sahipti – ilki gerçekten yabancıydı, Lucas Thorpe; çalışmalarımızı sürdürdüğümüz doktora tez danışmanım ise Teo Grünberg. Çalıştığım bölümlerde hep yabancı adlı bir hoca bulunmuştu. Onlara filozof derken o kadar çekingen değil insanımız. İoanna Kuçuradi’ye ve Teo Grünberg’e filozof derken hiçbir sorun yaşamıyoruz neyse ki. Oysa konuşanlar bilse ikisinin de Türk olduğunu belki yine “filozof” sözcüğünde tasarruf edebilir insanımız.
Özetle, ülkemizde filozofluk öyle bir mertebe ki Türk’ten başka herkese verilebilir. Türklere layık görülen unvan “felsefecilik”. Oysa sosyolog olabilirsiniz pekâlâ. Aydın sohbetlerine katılanlara sorsanız “hiç Türk felsefeci okudunuz mu” diye alacağınız yanıtlar, bazı filozoflarımızın halka açık ortamlarda konuşulabilecek veya yazılabilecek ayarda söylediklerinden başkasını duymamış olanlardan gelir ve onlar da birkaç popüler yanıt verir: yaşayanlardan Ahmet İnam ve Betül Çotuksöken; merhumlardan Hilmi Ziya Ülken veya Takiyeddin Mengüşoğlu olur genelde.
Bu kafa karışıklığını giderecek şey belki de filozof olduğu konusunda herkesin mutabık olduğu Batılı filozofların ürünleri ve yaşamlarıyla Türkiye’deki mevcut filozoflarımız arasındaki bağları görmeye çalışmak olacaktır. Batılılar da geçinmek için akademiye girmiş veya en azından girmeye çalışmış, giremeyenler ise genelde zenginlerin, soyluların özel hocaları olmuş ve ürünlerinin büyük bir bölümünü çok dar bir kesime seslenecek şekilde yazmışlardır. Bugün Türkiye’de de durum farklı değil. Tabii bizde felsefe dersi isteyen zengine veya soyluya rastlamak kolay iş değil.
Bugün dünyada ister Türk ister yabancı tüm filozoflar dar bir kesime yazıyorlar, tıpkı adını bugün kitlelerin bildiği o büyük filozofların da yaptığı gibi. Yazdıklarını ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayımlatmaya çalışırlar, çok bunaldıklarında çevrelerindeki felsefe dostlarına konuşurlar, popüler yayınlarda daha gevşek yazılar kaleme alırlar. Yalnızca son iki mecraya bakanlar Türkiye’de “filozof” bulamamaktan yakınırlar. Kast ettikleri şey bizde derin ve özgün düşünceleri dile getiren insanların olmadığıdır ve dahası bu alanda ürün vermesi beklenen felsefe bölümlerinden yeterli düzeyde ürün çıkmadığıdır. Sonuncusunda hiç kuşku yok ki haklılık payı var. Ama “derin ve özgün düşünce” bulunmayışı boş bir eleştiridir. Zira felsefe tarihçisinin gözünde dünyada neredeyse hiçbir yerde özgün düşünce bulunmaz; nihil est nova sub sola [Güneşin altında yeni bir şey yok!]. Ülkemizdeki mesele derinlikli “filozof” eksikliği değildir esasında. “Filozofluğu” bir türlü biz fanilere yakıştıramayan ve kendisi de felsefeye, filozofluğa, derin ve özgün düşüncelere içten içe – son 20-30 yılda açıktan açığa – düşman olan kültürün ve bu kültürü eleştirir görünüp onun en “cilalı” yansıması olan aydınlarının düzeyidir. Türkçe’de iyi bir felsefe yazını Türkçe felsefe okumak isteyenleri de gerektirir. Düşüncelerini paylaşacak gayet nitelikli mecralar bulan Türk filozofları – belki de filozofluklarındandır bu – sırf o yere göğe konamayan “filozof” unvanını hiç felsefe okumayan kişiler kendisine bahşetsin diye bu kişilere seslenecek değil ya! Kaldı ki her alanda olduğu gibi felsefede de eski konu başlıkları öylesine ayrıntılandı ki Descartes ve Rousseau gibi sağduyulu bir dil kullanan filozofları bile anlamayan okura bu yeni başlıkları anlatmaya çalışmak deveye hendek atlatmaktan beter bir iş doğrusu. Bu son durum öylesine acıtıyor ki insanın içini, bu satırları yazan “bu fakir” tez başlığını söylerken esnemesini tutmaktan gözleri dolan arkadaşlarına üzülüp konuyu geçiştiriyor. Gelin bir anlaşmaya varalım “hiç Türk filozof yok!” demek dilinizin ucuna geldiğinde, böyle bir düşünceye bir gaflet anında gark olduğunuzda hemen basit bir hamleyle google’a girip Türk akademisyenlerinin yazdıklarını taratıverin. Façamız o kadar bozuk değil şu alemde!