Gündemin en sıcak tartışma konularından biri «muhafazakar sanat”.
Bu ülkede sanat da artık tartışılabiliyor diye sevinmek mi yoksa bir grup «sanat sevici”nin aslında kendilerinin de tam olarak bilmedikleri bir paradoksu tanımlamaya çalışma gayreti diye üzülmek mi gerek, bilinmez.
Muhafazakar sanat ve estetiğin yapısının artık oluşturulması gereğine vurgu yapılan açıklamalardan sonra İstanbul Şehir Tiyatrolarında kamuoyunun yakından izlediği gelişmeler ve ardından gelen demeçler konuyu iyiden iyiye gündeme taşıdı.
Buradaki temel yaklaşım, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar olan sürede kurumsal yapılarını belirli bir yere getirmiş kültür sanat kurumlarının yeteri oranda işlevsel olmadığı ve halkla bütünleşemediği iddiasıydı. Konuşmalarda sıklıkla dile getirilen ve nedense her fırsatta aynı garip örneklere başvurulan, yaşı ilerlemiş balerinler, seyirci bulamayan senfonik konserler, sahneye çıkmadan maaş alan opera sanatçıları ve benzeri. Yani özetle istihdamın gereken verimlilikte kullanılmadığı, yapılan işin toplumla kucaklaşmadığı ve ilgisini çekecek faaliyetler ortaya koyamadığı. Üzerine bir de bu kurumlardaki sanatçıların elitist ve çokbilmiş tavırları.
Doğal olarak bu yanlışların gecikmeksizin düzeltilmesi ve yeni önlemler alınması gerekiyordu. Bir de tabi değiştirilmesi gereken köhnemiş sanat politikaları var.
Değişim için gereken hazırlıklar da neredeyse tamamlanmak üzere. O zaman ilk adım sandık verilerine göre zaman zaman oy kullanmalarına izin verilen halkının büyük bir bölümünü muhafazakarların oluşturduğu ülkede nasıl muhafazakar demokrasi diye bir şeyden bahsediliyorsa, bunun estetik ve sanatından bahsetmek, hatta yoksa ve bunun normları her neyse oluşturmak, ve bu doğrultuda kurumsal yapılanmalara gitmek.
Kültür ve sanatın, el yordamıyla iki ara bir derede, bir anda, birkaç kişiyle çıkıverecek bir olgu olduğu yanılgısıyla tabi….
Konu ile ilgili demokratik tavrın yeni adımlarını merakla beklerken, keskin bir-iki örneği fazla ayrıntıya girmeden anımsamakta yarar var.
Antik dönemde Sparta’lıların sanata olan tutumlarından, ortaçağda kilisenin sanat ve sanatçı üzerindeki baskıları ve insanlık tarihi boyunca merkezi otoritenin zaman zaman destekçi tavrı yanında gösterdiği tutum örnek verilebilir. Nihayet Avrupa’da aydınlanma çağı ve sonrasında adeta «çöküş” olarak nitelendirilebilecek olan faşizmin yükselişi, gücün karşı konulması güç çekiciliği ve sanatı içi boşaltılmış bir çekiç haline dönüştürme gayreti yakın geçmişin izi hala silinmemiş bir görüntüsüdür.
Bununla birlikte, sanat-ideoloji ve politika ilişkisinde en yoğun dönem hiç kuşkusuz, belki de ayrıntıları daha çok bilinen yirminci yüzyıldır.
Hitler Almanya’sında özellikle Göring ve Goebels’in kültür politikaları ile hedef kitle olarak Yahudilerin seçilmesi, bunun yanı sıra sanatın tamamen bir propaganda aracına dönüştürüldüğü görülür. Nazi kültür politikası doğrultusunda yazılan yüzlerce şarkının-bunlar halk şarkılarının üzerine yazılmış politik mesajların oluşturduğu ezgilerdir- basımı ve dağıtımı kısa sürede gerçekleştirilir. Diğer sanat dallarında gösterilen benzer tutum nedeniyle, yetenekleri sınırlı ve konumunu net bir biçimde görebilen sanatçılar kendilerini bir anda devlet tarafından desteklenen ve onurlandırılan biri olarak görürler. Müzik tarihinin üzerinde en çok konuşulan isimlerinden biri olan Wagner’i, müzikal başarısının yanında ırkçı yönü ve nazizmin etkin bir propaganda aracı olduğunu da unutmamak gerekir. Süreç, binlerce kitabın yasaklanarak toplatıldığı, ve dünya edebiyatının en seçkin yazarlarının bile reddedildiği bir dönemdir. Diğer sanat dallarında olduğu gibi sinemada Leni Riefenstahl’a sipariş verilen belgesellerle iktidarın devamlılığında propagandanın vazgeçilmez bir unsur olarak görülmesi başarılı bir şekilde işlenir.[i]
Bu yaklaşıma göre gücün, hakimiyeti getireceği fikri bunun herkes tarafından anlaşılması ve onaylanması için sanatsal vurgusunun yapılması gerekir.
Benzer biçimde Sovyetlerde ise devrimin temel amaçlarından biri kitle eğitimi ve bunun içinde önemli bir yeri olan sanat eğitimi yeni bir yaşam tarzının oluşturulmasında büyük önem gösteriyordu. Yeni sanat yüce ve yararlı olmasının yanında yönetimin amaçlarını desteklemeli, estetik kuralların ötesinde belirli kurallara dayandırılmalıydı. Doğal olarak rejimin ilk yıllarında tüm halkın destekleyebileceği sanat biçim, teknik ve yaklaşımlarına ilgi ve hoşgörü tahmin edilebileceği gibi oldukça fazlaydı. Rejimi ayakta tutacak işçi sınıfının istediği sanat anlayışı benimsenmeliydi.[ii]
Dünya kültür-sanat tarihi göz önüne alınırsa bu yaklaşımın ikisi de uzun ömürlü olmadı. Benzer örnekleri, yakın tarihte İspanya, İtalya, Şili gibi dünyanın diğer ülkelerinde de görmek de mümkün.
Kitle eğitimini organize etmek isteyen bir siyasi erkin halkın beğenisini göz önünde bulundurmak ve bunun için içinde sanatın da yer aldığı birtakım eylemlerde bulunmaları doğal gibi görünebilir. Ama sanatın kendi içsel dinamikleri dikkate alınırsa bu sürecin sanatçı-sosyal çevre ve özgürlükler bağlamında akışını sürdürmesi gerekir. Aksi yönde gösterilen tavır, sanatsal gelişmenin önü kesilebileceği gibi tarihsel bir yanlışın da yapılması anlamına gelir.
Sanatın, soyluların veya başkaca güçlerin himayesinde geliştiği ve yol aldığı dönem artık geride kalmıştır. Bilginin ve iletişimin akıl almaz bir hızla gerçekleştiği günümüzde, bu değişimi kuşkusuz en etkili biçimde kullananlardan biri de sanatçılardır. Bilgi paylaşımının radyo ve gazete gibi araçlarla sınırlı bir şekilde yapıldığı yüz yıl öncesine göre, dünya üzerindeki insanlık medeniyetinin bir özeti olan sanatı da artık bambaşka bir yere getirmiştir. Böyle bir çağda, kendi düşünce ürünlerini plastik veya fonetik yollarla ortaya koyan sanatçıların da, sanatsal beğeni ve beklentileri doğrultusunda politik yaklaşımlar içinde olmaları kadar doğal birşey olamaz. Kendi özgür düşüncesi ile sesini duyurmaya çalışan sanatçı ve düşünce insanlarının özgürlüklerini teminat altına almak uygarlığın temel gereklerinden biri olmalıdır. Sanatı veya sanatçıyı kontrol altına almaya çalışmak veya ideolojik yapılanmaya destek sağlaması amacıyla sanatı ve sanatçıyı organize etmek modern dünyanın yönetim yaklaşımlarından biri değildir.
Çağdaş toplumlarda yöneticilerin sanatla ilgili görüş ve düşüncelerini paylaşması son derece doğal olmakla birlikte, kendi anlayışlarına göre sanatsal gelişimin yönünü kendi dünya görüşlerine göre biçimlemeleri ancak otoriter rejimlerde görülebilecek bir durumdur.[iii]
Bu nedenle herhangi bir siyasal hareketin sanata yol göstericilik yetkisini kendisinde görmesi, doğası gereği hümanist ve özgürlükçü bir fenomen olan sanat adına olumsuz bir tutumdur ve sanatın, kendi üretim koşullarından bağımsız, sanatçının ise toplumsal dinamiklerden uzak bir performans sergilemesi mümkün değildir.
[i] Sibel Uçkaç Altun, Hitler Almanyasında sanat ve propaganda, İstanbul Kültür Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Fakültesi, İletişim Tasarımı Bölümu
[ii] Fırat Kutluk, Müzik ve Politika, Doruk Yayımcılık, 1997, Ankara
[iii] http://www.kongar.org/aydinlanma/2011/1130_Ucube_ve_Hakaret.php