Çok Seslilik ve Sanat Korkusu

Sanat, yaratıcı gücün kendi içsel dinamiklerini, estetik beklentileri doğrultusunda ortaya koyma süreci ve sonucunun tamamıdır.

Sanat farklılıktır, farklı olmaktır. Seslerin, renklerin ve imgelerin kendini özgürce ifade edebilmesidir. Farklı sesler birbirleriyle uyum gösterebildiği ölçüde armonik bir düzen sağlanır ve «çok seslilik” olur. Çok seslilik her kafadan bir sesin çıkması değil, denge, düzen ve ölçü içinde bir birlikteliğin sağlanması halidir. Diğer bir tanımlama ile gerçek demokrasinin farklı bir yorumudur. Senfonik bir orkestranın güzelliği veya çok sesli bir koronun etkileyiciliğinin altındaki neden de budur. Başından sonuna kadar inceden inceye sofistike bir uğraş ile tasarlanmış sesler, kendi içinde ayrı ayrı fakat genel olarak bir bütünlük içindedirler. Orkestrada kendi sesini çalan kemancının yaşamı boyunca edindiği bütün birikimleri, çaldığı ana yansır. Bu orkestradaki diğer elemanların her biri için de ayrı ayrı geçerlidir. Orkestra tarafından ortaya konulan bu sinerji şefin parmak ucundaki hareketle birleşerek kozmosun muhteşem düzeninin bir parçası olarak evrensel güzelliği kendinde idealize etmeye çalışan topluluk tarafından yansıtılmaya çalışılır. Bu anlayış içinde birlikte müzik yapan bütün topluluklarda bunu görmek mümkündür. İdealinde, birbiriyle kusursuz iletişim içindeki sanatçıların çıkardıkları sesler gibi. Doğal olarak dinleyici de bu eylemin vazgeçilmez bir parçasıdır. Gerçekliğini başka bir boyuta taşımış, «meditatif” bir hale geçmiştir kısacası. Bunların hepsi bir bütünlük içinde «çok sesliliktir” ve «güzele” yönelik çabanın özüdür.

Bir süreliğine, insan eylemini unutup doğaya dönünce evrensel yaşamın dinamikleri içinde de çok sesliliğin sonsuz güzelliklerini görebilirsiniz. Karınca veya arılardaki iş bölümünün, her bir üyenin görevini eksiksiz bir biçimde yerine getirmesiyle ortaya çıkan mucizevî yaşam döngüsünün mükemmel biçimde devam etmesi gibi. Zamanın ritmi içinde ardı ardına gerçekleşen doğa olayları ve biyolojik varlığıyla insan da böyledir; ta ki düşünsel beklentilerini işe koşup kendisine yeni bir dünya yaratmaya çalışmaya başlayıncaya kadar. O zaman işleyen sistem, düzen ve armoni yavaş yavaş bazen de alabildiğine hızlı biçimde bozulmaya ve kontrolün «tek elde” olması için gereken zorunlu (!) mücadele başlar. Bu, insanın «uygar” bir varlık olarak yaşamını paylaştığı, içinde bulunduğu toplumun diğer üyeleriyle birlikte olma ve iletişimi ile doğrudan ilgilidir. Çok seslilik algısı yeterince yerleşmemiş insan ve toplumlarda bu yeti giderek azalmaya başlar ve «tahammül” sınırları giderek kaybolur. Aynı tutum ideolojik bir sisteme dayandırılarak sürdürülmeye çalışılırsa faşizme giden sürecin başlaması kaçınılmaz bir hal alır.

Kültürel normlarını çokseslilik temeline göre yapılandırmaya özen gösteren toplumlar eğitim sistemlerini ve sosyal yaşam biçimlerini de bu ilkeler doğrultusunda şekillendirirler. Uygarlık kavramı, insanın ve insani değer ölçütlerinin esas alınacağı bir yaşam biçimi olarak değerlendirilecekse, insanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri, herkesin kendi yetenek ve yeterliliği ölçüsünde yaşama değer katabileceği çok sesli bir anlayışla gerçekleştirilebilir.

Bu «tek sesin” her zaman olumsuzlanması anlamına da gelmemelidir. Kendi içinde özgün ve tutarlı bir temele dayanan «tek ses” her zaman için çok sesliliğin de ayrılmaz bir parçası ve evrensel bütünlüğün temel «özüdür”.

Müzik sanatında bir orkestra şefinin bilgisiz, deneyimsiz ve yeteneksiz olması düşünülemez bile. Şef, bütün sesleri ayrı ayrı duyması gerektiği gibi aynı zamanda her sesin müzikal dinamiklerini de yönettiği eser ve kendi yorum anlayışına göre karakterize etmek zorundadır. Bir başka deyişle bilgi ve yeteneğinin dışında, çaldırdığı esere kendi yaşam enerjisini de yansıtmalıdır. Böylece şefle tutti üyeleri arasındaki bağ kurulur ve eser ifade gücünü daha da arttırmış olur.

Toplum yaşamının da bu türden çok sesli unsurlardan oluşan öğeler bütünü olduğu düşünülürse, çok sesli yaşamın bir orkestra şefi ustalığında yönetilememesi, korkuya neden olur. Sanatın sesi kısılmaya çalışır, çünkü sanat bu anlamıyla tehlikelidir. Yeni bir şey ortaya koyar her zaman.

Yaratır, önerir, eleştirir, sorgular ve yargılar.

Özlemi dile getirir, daha yaşanabilir bir dünyanın özlemini. Kişisel olarak hiçbir öznel beklentisi olmaksızın hayal dünyasının özlemlerini ortaya koyan sanatçı, kaygısını eserinde ortaya koyar. Eleştirir, toplumsal düzeni ve yaşamı yeniden ele alır. Eserinde kendini ortaya koyan sanatçı, toplumdaki diğer fertlerden farklı düşünür, hayal eder ve hayallerini türlü biçim ve yollarla topluma sunar. Sanatçının eleştirisi değişime ve yenileşmeye olan bir özlemin çağrısıdır. Yeni, eskiye göre daha güzel olacaktır, yaşam daha da güzelleşecektir.

Yargılar çoğunlukla acımasızdır. Çok kimse kabul etmese de bu yargıları gün gelir kabul etmek zorunda kalır. Çünkü yargı gerçek anlamda «alnında ışığı ilk hisseden” kişiden gelmektedir. Yargıdaki kaygı yaşamın anlamı üzerinedir, güzellik için başlayan devinmenin çıkış noktasındadır.

Onun için sanatın susturulması gerekir, yeniliğe ve değişime gerek olmadığı için.

Aydınlıktan korktuğu için böylelerinin.

Önce «sansür” sanatına başlanır: «Sanat nerede başlar nerede biter ben karar veririm. Resimdeki omuzu çıplak kadının benim için tek önemi çıplaklığıdır, cinselliğidir. Aslında resme falan da gerek yoktur. Sokakta müzik yapmak da genel toplum kurallarına aykırıdır, gürültü kirliliğidir, mümkünse olmaması daha iyidir. Görsel ve işitsel sanat ürünleriyse gençlerin dinsel bağlılıklarını arttıracak biçimde üretilmelidir”.

Sonra bir bakarsınız ki her hafta keyifle kapısını aşındırdığınız tiyatro salonunun kapısına kilit vurulmuş, neden diye sormaya kalmadan güler yüzlü şablon bir beyefendiden salonun tadilata alınacağını ve bu nedenle temsillerin daha uzak daha küçük bir salonda gerçekleştirileceğini duyarsınız. Sonrası tahmin edileceği gibi, önce yangın, sonra ihale, sonunda yerinde yükselen biçimsiz bir AVM. Gülümseyerek, sessizce ve suya sabuna dokunmadan.

Ya da, tükürükten heykeller yükselmeye başlar çevrenizde yıkılmadan önce.

Yıkmadan önce tükürmek, yakmadan önce köpürmek…

Bütün bunlar, temelinde çok seslilikten duyulan korkunun bir yansıması ve yüzeye çıkmasıdır. Kendi gibi olmayanı ötekileştirme, değişimi ve yenileşmeyi yaşamın en önemli dinamiklerinden biri olarak görememe, eleştiriyi saltanata yönelik en büyük tehlike olarak algılama sorunu ve korkusudur. Bu korku yakın geçmişten gelir ve nevrotiktir.

Güzele giden uğraşın korkusudur ve aydınlığa.

Aydınlık korkusu ışığı söndürmeye yetmez…

Bunları da sevebilirsiniz