Şairler erken mi ölür? Kısa hayatlara büyük eserler sığdıranların gidişi hep erken mi gelir? Kısa değil de çabuk mu yaşarlar yoksa? Tüm genellemeler gibi eksiltili, ancak belleğimizi yokladığımızda çoğumuzun sahip olduğunu fark ettiği bir tür inanış sanki…Cahit Sıtkı da bu dünyada sadece 46 yıl konaklamış. Her gerçek şair ve şair ruhlu insan gibi dedirtir ki, iyi ki geçmiş bu dünyadan.
1910 yılında, Diyarbakır’ın soylu ailelerinden birine doğar. Yaşadığı ev Diyarbakır Suriçi’nde Ulucami’ye yakın ‘küçe’ denilen dar sokaklarla bölünmüş bir mahallesindedir ve 1970’li yıllarda Cahit Sıtkı Tarancı Evi olarak müzeleştirilmiştir. Rivayet olunur ki, avlusunda iki adet heykeli bulunan evini gezince onun niçin şair olduğunu anlamakta gecikmezmiş insan. Diyarbakır surlarının da ana maddesi olan Karacadağ’ın bazik siyah taşlarından yapılmış bu eski Diyarbakır evi tek kelimeyle muhteşem imiş.
‘İyi’ okullarda başarılı ve uzun bir eğitim hayatı olur. Son mezun olduğu okul Paris’teki Sciences Politiques. Okurken bir yandan da çalışır, Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yapar. Daha sonra II. Dünya Savaşı çıkar ve ülkesine döner. Bu dönüşün de o denli kolay olmadığı rivayet olunur. Tüm sınırlar kapanmıştır, daha kolay geçiş yapabileceğini düşündüğü İsviçre’de bile. Kilometrelerce pedal çevirerek dağları aştığı söylenir.
Dilden hiç uzaklaşmaz, hayatını çevirmenlik yaparak kazanır. Bakanlık ve haber ajansı gibi resmi makamlarda çevirmenliğin yanı sıra Baudelaire şiirleri de çevirmiştir. 1954’te ağır bir rahatsızlık sonucu felç geçirir. Türkiye’de tedavisi sonuç vermeyince, Viyana’ya götürülür. Hayatını orada kaybeder, cenazesi Ankara’da toprağa verilir.
Sade ve açık üslubuyla, şiirle çok haşır neşir olmayan bir kitlenin bile -hiç değilse ‘Otuzbeş Yaş’ şiiri ile- aşina olduğu şairlerimizdendir. Şiir hakkındaki düşüncelerini, çeşitli makale ve denemelerle gazetelerde belirten ve Ömrümde Sükût (1933), Otuz Beş Yaş (1946), Düşten Güzel (1952), Sonrası (1957), Ziya’ya Mektuplar (1957) ve Bütün Şiirleri (1983) adlı kitaplarda eserleri birleştirilen şairin, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplar da yazarı tanıma açısından önemlidir. Varlık Dergisi’nin Mart 1951’de yayınlanan 368 numaralı sayısında geçen şu cümlesi gibi: “Jean Cassou’nun ’şiir ne yapabilir demek, insanoğlu ne yapabilir, demeye gelir.’ sözünü kendime düstur etmişimdir. İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum.”
Meraklısına not: 35 yaş şiirini 37 yaşındayken yazmıştır.
35 YAŞ ŞİİRİ
Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden öyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayâl meyâl şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir,
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar
Nerden çıktı bu cenaze Ölen kim
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musalla taşında.
Saygıyla anıyoruz.