İstanbul Barosu Başkanlığı bir süredir, yurttaşı olduğumuz devletin geçmişine ışık tutan konulu toplantılar düzenliyor. Temmuz ayının yedisinde bu toplantılara, Orhan Adli Apaydın Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen bir yenisi eklendi: «Sevr, Paranoya mı? Güncel Tehdit mi?”.
Baro Genel Sekreteri Av. Hüseyin Özbek’in yönettiği toplantıya konuşmacı olarak Sina Akşin (Ankara Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi), Cahit Kayra (Bürokrat-Politikacı-Yazar), Onur Öymen (Emekli Büyükelçi-Milletvekili), Sibel Özel (Marmara Üniversitesi, Öğretim Üyesi) ve bu satırların yazarı katıldılar. Kendi konuşmamdan bazı notları da aktararak, belleğimizi biraz tazeleyelim istiyorum*.
Sevr İçin Kim Ne Söylüyor?
Resmi ismi, «Müttefik ve Ortak Devletlerle Türkiye Arasında Barış (!) Antlaşması” olan Sevr, bundan tam 90 yıl önce, 10 Ağustos 1920 günü imzalanmıştı. Ünlem işaretini ben koydum. «Barış” sözcüğü sizi yanıltmasın diye.
Ne demek istediğimi açıklayayım. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri mağlup devletlere imza, daha doğrusu dikte ettirecekleri antlaşmaları (Sevr dahil) hazırlamak için, 1919 Ocağı’nda Paris’te toplandılar. Bu toplantının resmi ismi de, «Paris Barış Konferansı”dır. Tarihe meraklı olanlar bilirler, bu konferansta Almanya için hazırlanan antlaşma (Versay), İkinci Dünya Savaşı’na giden yolun taşlarını döşemiştir.
Sevr Antlaşması için kimi, «Türkiye’ye karşı gözü dönmüş bir yobazlığın tezahürü” (Osman Olcay); kimi, «Türklüğün İdam Fermanı” (İbrahim Sadi Öztürk) diyor. Bunlara bir diyeceğim yok. Ancak bir başkası, Sevr’i Lozan’ı içinden çıkaran sihirli bir şapkaymış gibi takdim ederek (Mustafa Armağan), saltanat ve hilafet yanlılarının 1970’li yıllarda yedirmeye çalıştığı bir yemeği (Lozan zafer mi, hezimet mi? tartışması) yeniden önümüze sürüyor.
Aman dikkat! Bu sıcaklarda mide bozacak şeylerden uzak durunuz.
«Türklüğün ve Türkiye’nin İpini Çeken Antlaşma”
Ben Sevr için, «Türklüğün ve Türkiye’nin ipini çeken antlaşma” diyorum. Esasen Türklük ve Türkiye, koşulları son derece ağır olan (özellikle 7. ve 24. maddeleri) Mondros Askeri Sözleşmesi yüzünden, 30 Ekim 1918 tarihinden beri darağacında infazını bekliyordu. Bir tür prematüre barış antlaşması olan bu sözleşme, Türkiye’nin savaşa devam edebilmesini mümkün kılacak her şeyini elinden almıştı.
İstanbul’daki iktidar odağının (Vahidettin ve bağlı hükümetleri) aymazlığı keşke, Osmanlı temsilcilerine Mondros Askeri Sözleşmesi’ni imza etmelerini söylemekten ibaret olsaydı. Necip Fazıl Kısakürek’in, «Büyük Vatan Dostu” (!) diye tanımladığı Vahidettin nedense, Sevr metninin hazırlandığı süreçte, vaktiyle «Dünya’daki üç mel’undan birisidir” demiş olduğu Ferit Paşa’yı (Ablasıyla evli olduğundan «Damat” lakaplı), tam beş kez sadrazamlık koltuğuna oturtmuştu.
Vahidettin’in başmabeyincisi («Özel Kalem Müdürü” diyelim) Lütfü Bey anılarında (Osmanlı Sarayının Son Günleri), Damat Ferit Paşa’nın, 1919 Haziranı’nda Paris Barış Konferansı’na çağrılışını, bazı İstanbul gazetelerini kullanarak büyük bir başarı gibi gösterdiğini yazıyor.
Gördüğünüz üzere, yandaş medya günümüze özgü bir olgu değil.
Ahmaklığın Böylesi Görülmemiştir
Damat Ferit Paşa’nın, 23 Haziran 1919 günü, Konferans sekretaryasına sunduğu sekiz sayfalık bir andırı var. Dönemin yandaş medyasının, bazı bölümlerini ancak değiştirerek basmaya cesaret edebildiği bu andırı, tam anlamıyla ahmaklığın dışa vurumudur. Çünkü Sadrazam mağlup değil, galip bir devletin temsilcisiymiş gibi davranıyor.
Nasıl mı?
1. Türkiye’nin sınırlarının Orta Avrupa’dan Arabistan’ı da içine alacak şekilde Hint Denizi’ne kadar uzanması gerektiğini söylüyor.
2. İngiltere’nin savaş başladıktan sonra ilhak ettiği Mısır ve Kıbrıs’ın geleceğini konuşmaya hazır olduğunu söylüyor.
Galip devletlerin bu andırıya yanıtı, Damat Ferit Paşa’yı Paris’ten kovmak olmuştur. İnanmayan varsa, Benoist Mechin’in kitabına (Mustafa Kemal, İmparatorluğun Ölümü) ve Diplomatik Sözlük’ün (Diksioner Diplomatik) «Sevr « maddesine bakabilir.
Vahidettin Nasıl Kıvırttı?
Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan devletler, 16 Temmuz 1920’de, İstanbul’daki iktidar odağına hakaret dolu cümlelerle bezeli bir uyarı göndererek, hazırladıkları antlaşma metninin on gün içinde imzalanması gerektiğini bildirdiler.
Vahidettin hemen, İzmir’in işgalinden sonra yaptığı gibi, devlet ricaliyle parti, baro, dernek, darülfünun ve basından davetlilerin oluşturduğu «Şura-yı Saltanat” isimli bir meclisi Yıldız Sarayı’nda topladı. Lütfi Bey’in «komediden başka bir şey değildi” dediği bu kurmaca meclisi toplamaktan güdülen amaç, antlaşmanın imza edilmesine karar verme rezilliğinin sorumluluğunu tek başına omuzlamak yerine herkese paylaştırmaktı.
Yerim olmadığından, bu toplantıda konuşulan her şeyi yazamayacağım. Lütfü Bey’in değerlendirmesine kaynaklık eden iki cümleyi aktarmakla yetiniyorum. Damat Ferit Paşa diyor ki, «İstanbul’un bizde kalması ve Osmanlı Devleti’ne bir varlık tanınması [Padişahımızın akıllıca davranışının] ve İslamiyet ve uygarlık dünyasının Padişahımıza duyduğu saygı ve güven[in] sonucudur. Yoksa Osmanlı Devleti’nin de, varlığına son verilen Avusturya İmparatorluğu ile aynı durumda olması olasılığı vardı…”.
Pes vallahi! Kanımca yüzsüzlük ve pişkinliğin de bu kadarı görülmemiştir.
Bu arada birileri, Takvim-i Vekayi’de (resmi gazete) yayımlanmadığı için, İstanbul’daki iktidar odağını aklamaya falan kalkışmasın. Sevr resmen yürürlüğe girmemiş bir anlaşma olsa da, Yunan işgal bölgesi içinde hemen uygulanmaya başlamıştır. Arzu edenler doktora tezimize bakabilirler (Sancılı Yıllar, Mütareke ve Yunan İşgal Döneminde İzmir Sancağı).
Ağustos aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı galibi büyük devletlerin taşeronluğunu yapan Yunanistan’ın, Anadolu’ya sürdüğü savaş makinesinin, TBMM Orduları tarafından dağıtıldığı aydır. Ulusumuzun aşağılanmaktan ve kölelikten kurtulmaya başladığı ve çağdaş bir Türkiye’nin inşası için kapının aralandığı bir aydır.
Zafer Bayramınız kutlu olsun.