Türk eğitim sisteminin en üst kurumu olan üniversiteler de Türk millî eğitiminin amaç ve ilkeleri Milli Eğitim Temel Kanunu 1973, Madde 2/16 ile bağlıdır ve bunlardan ayrı düşünülmemelidir. Bu yazıda ilk ve ortaöğretim kurumlarımızdaki önemli aksaklıkları bir yana bırakarak yükseköğretim kurumlarımızdaki aksaklıkları dile getirmeye ve Eğitim İş Sendikası İzmir Şubesi olarak çözüm önerilerimizi sunmaya çalışacağız.
Türk Millî Eğitiminin Amaçları
Türk millî eğitiminin amaç ve ilkeleri 1973 yılında kabul edilen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer almakta olup özetle şu şekilde ifade edilebilir: Türk milli eğitiminin amaçları; Türk milletinin bütün fertlerini 1) Türk milletinin millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; 2) Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, sahip, insan haklarına saygılı, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek; 3) İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamaktır.
Kanunun 35. maddesi ise yükseköğretimin amaç ve görevlerini belirtmektedir. Buna göre; yüksekögretimin amaç ve görevleri, milli eğitimin genel amaçlarına ve temel ilkelerine uygun olarak; 1) Öğrencileri ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve doğrultusunda yurdumuzun bilim politikasına ve toplumun yüksek seviyede ve çeşitli kademelerdeki insan gücü ihtiyaçlarına göre yetiştirmek; 2) Çeşitli kademelerde bilimsel öğretim yapmak; 3) Yurdumuzu ilgilendirenler başta olmak üzere, bütün bilimsel, teknik ve kültürel sorunları çözmek için bilimleri genişletip derinleştirecek inceleme ve araştırmalarda bulunmak; 4) Yurdumuzun türlü yönde ilerleme ve gelişmesini ilgilendiren bütün sorunları, hükümet ve kurumlarla da el birliği etmek suretiyle öğretim ve araştırma konusu yaparak sonuçlarını toplumun yararlanmasına sunmak ve hükümetçe istenecek inceleme ve araştırmaları sonuçlandırarak düşüncelerini bildirmek; 5) Araştırma ve incelemelerinin sonuçlarını gösteren, bilim ve tekniğin ilerlemesini sağlayan her türlü yayınları yapmak; 6) Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici ve kamuoyunu aydınlatıcı bilim verilerini sözlü ve yazılı olarak halka yayarak yaygın eğitim hizmetlerinde bulunmaktır.
Eğitim İş ve Yükseköğretim
Eğitim İş İzmir Şubesi olarak Milli Eğitim Kanunu’nda da belirtildiği üzere (Madde 38), yükseköğretimin paralı olmasının; yukarıda açıklanan temel ilkeler ile çelişen bir durum olduğunu düşünmekteyiz. Bize göre; anayasamıza da belirtildiği üzere sosyal devlet anlayışıyla uyumlu olarak ilk ve ortaöğretimde olduğu gibi yükseköğretim de parasız olmalıdır.
Paralı eğitimi, neo-liberalizmin eğitim sistemindeki bir yansıması olarak görüyoruz. Bunun bir ileri basamağı eğitimin özelleştirilmesidir. Vakıf üniversiteleri uygulaması, ülkemiz eğitim sisteminin özelleştirilmesindeki dönüm noktasını oluşturmaktadır. Sermayenin eğitimde söz sahibi olmak istemesi eğitimin kanunla belirtilen amaç ve ilkelerini de yozlaştırarak yükseköğretimi birey ve toplum merkezli amaçlarından uzaklaştırıp sermaye odaklı amaçlara yöneltmektedir.
Vakıf üniversiteleri ayrıntılı olarak incelendiğinde ne temel bilimler ne de sosyal bilimlere yeterince eğilmedikleri; bunun yerine sermayenin beklenti ve çıkarlarına uygun eğitim programlarına (genellikle işletme, iktisat ve mühendislik) en büyük önemi verdikleri görülmektedir. Bu eğilimden ne yazık ki devlet üniversiteleri de nasibini almakta ve üniversitelerimiz moda mesleklere yönelik programlara ağırlık verme eğilimi göstermektedirler.
Örneğin, devletin en çok önem vermesi gerektiğini düşündüğümüz öğretmen yetiştirme kurumları olan eğitim fakülteleri, ikinci sınıf fakülte muamelesi görmekte ve çok dar bir kadro ve altyapı eksiklikleri ile ayakta kalmaya çalışmaktadırlar. Yine devletin çok büyük önem vermesi gereken bilim adamı yetiştirme politikasının iflas etmiş olmasının bir sonucu olarak fen fakülteleri, aşırı arttırılmış kontenjanları ve yetersiz altyapıları ile bırakın toplumun ihtiyacı olan bilim adamlarını yetiştirmeyi adeta birer yüksek lise düzeyine indirgenmişlerdir.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi başta fen fakülteleri olmak üzere birçok yükseköğretim kurumunda ikili eğitime geçilmesi ve öğretim üyelerine, ikinci eğitimde görev almaları yönünde baskı yapılması üniversitenin eğitim-öğretim işlevini, araştırma işlevinin önünde gören bir zihniyetin bulduğu (icat ettiği) bir başarı olsa gerek!
Ne yazık ki, devletin yıllar içerisinde uyguladığı popülist ve neo-liberal politikaların sonucu olarak birkaç fakülte ve üniversite dışındaki hemen bütün yükseköğretim sistemimiz «yüksek lise” (yüksekokul) düzeyine ve bu kurumlarımızda çalışan öğretim elemanlarımız da «öğretmen” konumuna indirgenmiştir.
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2008/2009 eğitim öğretim yılında ülkemizdeki okullaşma oranları İlköğretimde %98, ortaöğretimde %58 ve yükseköğretimde %28’dir. Gelişmiş ülkelerin ortaöğretimde okullaşma oranının çok altında kalan bir okullaşma oranıyla yükseköğretimde %35-40 okullaşma hedefine ulaşmaya çalışan fakat esas itibariyle popülist anlayışlarla altyapıları hazırlanmadan yeni yeni üniversitelerin açılmasını savunan politikaların bir sonucu olarak neredeyse ortaöğretimden mezun olan hemen herkese üniversitelerin kapıları açılmaya çalışılmaktadır. İlk ve ortaöğretimin sınav odaklı olması ve bunun doğal bir uzantısı olarak milli eğitimin temel amaçlarından uzaklaşılmış olmasının bir sonucu olarak üst kurumlara öğrenci seçme sınavlarında (SBS, LGS, LYS) sıfır çeken aday sayılarında hızla artışlar gözlenmektedir.
Ne yazık ki, yanlış eğitim politikalarımızın daha doğrusu «ulusal eğitim anlayışından” sapmış politikaların bir sonucu olarak eğitim sistemimiz topyekûn olarak «analitik düşünce anlayışından” uzaklaşmış ve âdeta «çoktan seçmeli” bir eğitim anlayışına dönüşmüştür. Böylesine yozlaştırılmış bir ortaöğretimden gelen öğrenciler, benzer niteliklerdeki bir yükseköğretimden geçerek Milli Eğitim Temel Kanunu’nun amaçladığı niteliklere sahip olmayan fertler olarak toplum hayatına atılmaktadırlar.
Üniversitelerimizde uygulanan merkezi yönetim anlayışı ile üniversitelerimizin bilimsel ve idari özerkliği de yara almış durumdadır. Bunun bir sonucu olarak bütün üniversiteler aynılaşmaya zorlanmakta ve bu yolla belli bir karakter ve kimliğe sahip üniversitelerin oluşması engellenmektedir. Özel kanunla kurulmuş bazı üniversitelerimiz dışında diğer bütün üniversiteler, tıpkı kentlerimizin hepsinin birbirine benzer olması gibi aynılıklar göstermektedir. Bu durum bir yandan üniversitelerimizin özgün karakterlerini ortadan kaldırırken diğer yandan da onların tarih içerisinde ilerleyip gelişmelerinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.
Merkezi yönetim anlayışının çok önemli bir diğer sonucu ise öğretim elemanlarının aynılaşmasıdır. Kendilerinden topluma önder ve lider olmaları, ülke yönetiminde gördüğü aksaklıkları dile getirerek idareye ve topluma yön vermeleri beklenen öğretim elemanları bu niteliklere sahip az sayıda öğretim elemanı dışında çoğunlukla bırakın topluma önderlik etmeyi, kendi bölümünde ya da üniversitesinde gördüğü aksaklıkları bile dile getir(e)meyecek kadar apolitize olmuşlardır. Bütün bunların bir sonucu olarak üniversitelerimiz, ülke gelişimindeki lokomotif olma özelliklerini kaybetmektedirler.
Bugün üniversitelerimiz özgün kimliklerinden yoksun, merkezi bir idare anlayışı altında bilimsel ve idari özerklikten yoksun, birey ve toplumun ihtiyaçları yerine çoğunlukla sermayenin ihtiyaç duyduğu personel ve AR-GE ihtiyacını karşılamaya yönelik faaliyetlerde bulunan eğitim kurumlarına dönüşmüş ve bu yönde dönüşmeye devam etmektedirler.
Çözüm Önerileri
Eğitim İş İzmir Şubesi olarak yükseköğretimde yaşanan bu geri gidişe çözüm önerilerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:
i) Ortaöğretimden mezun olan herkese üniversite anlayışından bir an önce vazgeçilmelidir. Bunun için Ortaöğretimde okullaşma oranı %80-90’lara çıkarılarak yükseköğretimde %35-40 okullaşma oranı sağlanmalıdır. Ortaöğretimde sağlıklı bir yönlendirme sistemi kurularak öğrencilerin üniversitelere, yüksekokullara, sanata veya spora yönlendirilmeleri sağlanmalıdır.
ii) İlk ve ortaöğretim sınav odaklı olmaktan çıkarılmalı, Milli Eğitim Temel Kanunu’nda belirtilen «Öğrencileri, çeşitli program ve okullarla ilgili istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve doğrultusunda yükseköğretime veya hem mesleğe hem de yükseköğretime veya hayata ve iş alanlarına hazırlamaktır” amaçları doğrultusunda bir eğitim-öğretim anlayışı hayata geçirilmelidir.
iii) Kadrosu ve altyapısı tamamlanmadan hiçbir yükseköğretim kurumu eğitim öğretime açılmamalıdır.
iv) Yükseköğretim sistemimizdeki merkezi yönetim anlayışı bir an önce terkedilmeli, üniversitelerimizin karar mekanizmalarında yöneticiler yerine kurullar öne çıkarılmalıdır.
v) Üniversitelerimizin bilimsel ve idari özerkliklerini garanti altına alacak yasal düzenlemeler yapılmalı, her kademeden yöneticiler seçimle gelmeli ve üniversitenin bu konudaki iradesini yok sayan anlayıştan bir an önce vazgeçilmelidir. Ayrıca üniversite yönetim kurullarında akademik personel yanında idari personel ile öğrencilerin de temsil edilebilmesini sağlayacak yasal düzenlemeler mutlaka yapılmalıdır.
vi) Tüm yükseköğretim kurumlarının eğitim programlarının aynılaştırılmasından vazgeçilmeli ve bu konudaki kararlar üniversitelere bırakılmalıdır.
vii) Öğretmen yetiştirme politikaları acilen gözden geçirilmeli, bu kurumlara ve öğretmenlik mesleğine en büyük önem verilmelidir.
viii) Temel bilimler, edebiyat, sanat ve spor ile ilgili fakültelere gereken önem verilmeli, fen fakültelerinin kontenjanları düşürülerek kuruluş amaçlarına uygun, ülkemizin bilimadamı ihtiyacını karşılayan fakülteler özelliğine kavuşmaları için gerekli tedbirler acilen alınmalıdır.
ix) «Bir üniversitede her fakülte bulunmalıdır!” anlayışından hızla uzaklaşılarak daha küçük ve belli dallarda uzmanlaşmış üniversiteler oluşturulmalıdır. «Üniversite” deyince «üniversite hastanesinin” anlaşılması ne yazık ki yalnızca toplumumuzdaki yaygın bir yanlış algılayış olmaktan çıkmış, olumsuz bir gerçeğe dönüşmüştür. Tıp fakültesi bulunan hemen bütün üniversitelerde üniversitenin en büyük gelir ve en büyük giderini bu fakülteler oluştururken üniversitelerin yönetimlerinde de hep bu fakülteler ön planda yer almaktadır. Kanımızca bu durum diğer fakültelerin gelişmelerinde önemli bir engel teşkil etmektedir. Sağlık üniversiteleri bu duruma bir çözüm olabilir.
x) Yükseköğretimin eğitim-öğretim programlarında, sermayenin ihtiyaçlarını ön planda tutan neo-liberal anlayış terkedilmeli bunun yerine bireyin ve toplumun ihtiyaçlarını ön planda tutan bir ulusal eğitim anlayışı benimsenmelidir. Programlar, Milli Eğitim Temel Kanunu’nun amaç ve ilkeleri doğrultusunda yeniden yapılandırılarak kanunda yazan özelliklere sahip birey ve yurttaşların yetiştirilmesine önem verilmelidir.
xi) Yükseköğretimde ikili eğitim uygulamasından bir an önce vazgeçilmeli, kontenjanlar birimlerin istekleri dışında arttırılmamalı bu suretle öğretim elemanlarına araştırma yapmaları için zaman kazandırılmalıdır.
xii) Öğretim elemanlarının doğal kaynağını oluşturan araştırma görevlisi kadrolarında yaşanan karmaşayı ortadan kaldıracak düzenlemeler acilen gerçekleştirilmeli ve bu kadrolara layık olan saygınlık yeniden kazandırılmalıdır.