Bilindiği üzere 4 Aralık, «Dünya Madenciler Günü” olarak kutlanıyor.
Vatikan’a göre, İ.S. dördüncü yüzyılın başlarında, İzmit’te yaşayan bir Roma soylusunun kızı olan Barbara, Hıristiyan olmasına öfkelenen babasının gazabından kurtulmak için, 4 Aralık günü maden çıkarılan bir mağaraya sığınmış ve madenciler tarafından azize kabul edilmiş.
Yeraltı Varlığımız
Barbara’nın azize olduğu Anadolu toprakları bugün metalik maden, endüstriyel ham madde ve mineral rezervi bakımından ne durumda acaba?
Dünya madenciliğinde adı geçen 132 ülke arasında Türkiye, toplam üretim değeri itibariyle 28’inci, çeşitlilik itibariyle 10’uncu sırada. Dünyada ticareti yapılan 90 çeşit madenden, 77’sinin Türkiye’de varlığı saptanmış ve halen 40’tan fazla değişik maden, ham madde ve mineralin üretimi yapılmakta.
Dünyadaki bor minerallerinin % 63’üne tek başına sahip olan (3.052.568.000 ton) Türkiye’de, 560 ton altın olduğu tahmin ediliyor. Bu potansiyel Türkiye’yi, dünyada altını olan ülkeler içinde ikinci sıraya çıkarıyor. Ülkemiz ayrıca mermer, toryum, zeolit, trona, pomza, sölestin, krom, manyezit, feldispat, barit, kil, linyit ve gümüşte rezerv varlığı ve üretim kapasitesi bakımından dünyada söz sahibidir (www.mta.gov.tr).
Sektörün Sorunları
Hal böyle olmakla birlikte, Türkiye’de madencilik sektörünün ciddi sorunları var. Tarım, hayvancılık ve turizm sektörünün sorunları olduğu gibi.
Bu sorunların kaynağı ve ağababası, ANAP’ın 12 Eylül döneminde başlatıp, AKP iktidarının derinleştirdiği neo-liberal politikalar sonucu, kamu kuruluşlarının kapatılması veya özelleştirilmesidir.
Böylece egemen sınıfların mülkiyetine ve uluslararası sermayenin denetimine verilen yeraltı varlığımız, yeterince istihdam ve katma değer yaratamamakta, dolayısıyla ülkemiz ve halkımızın kalkınıp zenginleşmesine katkısı sınırlı olmaktadır.
Şöyle ki;
Bilindiği üzere madenler, ülkeler için gelişmişlik göstergesi olan sanayi ve enerjinin ham maddesidirler. Son iki yüzyılın dünya tarihini okuyanlar bilirler. Ham madde talanı emperyalizmin temel sömürü yöntemlerinden biridir (diğeri devletten devlete borç verme idi). İşte bu nedenle madenlerimizin, herhangi bir zenginleştirme ve mamul madde sürecine sokulmadan, ham madde olarak ihracı talandır.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, ihracatında dünya birincisi olduğumuz kromda böyle yapılmıştır, üzülerek söylememiz gerekir ki, şimdi borda aynısı yapılmaktadır.
Kârı maksimize etmeye odaklanan özel sektörün gündeminde, risk almak istemediği ve yatırım maliyeti yüksek olduğu için, madenlerimizin zenginleştirilmesi ve/veya mamul üretim sürecine sokulması bulunmamaktadır.
Özel sektörün yaptığı ve yapmak istediği, Maden-İş Sendikası eğitim uzmanlarından Fikret Sazak’ın dediği gibi, iş gücünün gayet ucuz olduğu madencilik sektöründe, almaya hazır müşteriye çıkarıp satmaktan ibarettir (Milliyet, 15 Kasım 2010).
Özel sektörün insan ve çevreyi hiç gözetmeyen üretim anlayışı da, aynı odaklanmanın doğal sonucudur. Uzak geçmişe gitmeye gerek yok. 2010 yılında Bursa, Balıkesir ve Zonguldak’taki bazı kömür ocaklarında görülen grizu patlamaları ve çökükler, madencilik sektöründe özel işletmeciliğin sefaletini tüm çıplaklığı ile ortaya koymuştur.
Türkiye Taş Kömürü Kurumu’na (TTK) ait Zonguldak-Karadon Maden Ocağı’nda meydana gelen ve 30 işçimizin yaşamına mal olan patlamanın ardından, Maden-İş Sendikası Genel Başkanı İsmail Aslan’ın söyledikleri çok anlamlıdır: «Ne yazık ki, devletin iki kömür üreticisi kurumu olan TTK ve TKİ’nin sahaları rödevans (ihale ile kiraya verme) ve taşeron uygulamaları nedeniyle köstebek yuvalarına dönmüştür. Bu sahalarda her türlü üretim hazırlığını ve üretimi TTK ve TKİ kendisi, kendi personeli ve kendi araçları ile yapmalıdır. Umuyoruz ki, bu son kaza bir ders olur. Yeraltı kömür ocaklarında devletin kendi eliyle üretime hazırlama ve üretim yapmasının gereği anlaşılır. Kamunun elindeki yeraltı kömür işletmelerinin sahalarını özel sektöre hangi yöntemle olursa olsun açmak, toplu iş cinayetlerine devlet eliyle davetiye çıkarmaktır” (www.madenis.org.tr).
Durum bu iken, mülkiyeti devlete ait ocaklar neden özel sektöre açılıyor?
İki sebepten. Birincisi, iktidarın ihale sistemini, kamunun sırtından bir rant dağıtma aracı olarak görmesi. Öyle ki, ihaleyi veren de alan da nemalanıyor. Üstelik sistem hukuku da ihlal etmiyor.
İkincisi, anayasada yazıyor olsa da (Mad. 2), devletin sosyal niteliğini kaybetmesi ve kamu işletmeciliğinin özel sektör gibi, kârı maksimize etmeye odaklanması. Bunun için sendikadan kurtulmak, işçi ücretleri düşük tutulmak ve üretim maliyeti düşürülmek isteniyor. Sazak’ın, «iş sağlığı ve güvenliği yatırımlarının en fazla maliyet tuttuğu iş kolu madenciliktir” demesi, esasen her şeyi açıklıyor.
Özel işletmelerin devlete ait ocaklara sokulması, iktidarı anayasal bir gereklilik olan sosyal olma külfetinden kurtarıyor. Patlayan ve çöken ocaklarda yaşamını yitiren işçilerin sendikalı olmayışları ve kazaların taşeron firmalarca işletilen ocaklarda gerçekleşmesi bir tesadüf değil.
Bilindiği üzere iktidar, 2012 yılına kadar enerji sektöründe özelleştirmeleri bitirmeyi hedefliyor. İhaleleri tamamlanan enerji dağıtım üniteleri, bugünlerde sahiplerine devrediliyor. Sıra üretim ünitelerine geldi. Bu bağlamda 50’den fazla termik santralin özelleştirilmesi planlanıyor. Ardından bunlara kömür veren sahaların da, özelleştirilmesi gerekecek. Termik santralleri alan özel işletmelerin, bu sahaları isteyeceklerine kesin gözüyle bakılıyor.
12 milyon ton linyit rezervi olan Türkiye, yılda 60 milyon ton linyit üretiyor ve bu miktarın neredeyse tamamı termik santrallerde kullanılıyor. Maden-İş Sendikası Kütahya ve Havalisi Şube Başkanı Ahmet Ateş, tezgâhlanan oyunu şu sözlerle açığa vuruyor: «… şu günlerde ne yazık ki, rödevans sistemi ile ilgili kanunda değişiklik yapılmak suretiyle kömür ocaklarının da santrali alacak kişiye devredilmesi hususu gündeme getirilmek istenmektedir. Biz santrallerimizin özelleştirilmesine karşı iken, bir de kömür ocaklarının adeta bonus gibi kullanılmasını istemiyoruz” (Kütahya Akis, 15 Kasım 2010).
Çözüm Önerileri
1. Mülkiyeti devlete ait ocakların kapatılmalı veya bir şekilde özel sektöre devredilmesine hemen son verilmelidir. Türkiye enerji ihtiyacının büyük bir kısmını, dışarıdan sağlamaktadır. Bu nedenle sanayi ve enerji ham maddesi olan madenlerimizin devlet eliyle işletilmesi, stratejik bir gerekliliktir. Linyitin tamamen özelleştirilmesi durumunda, enerji arz güvenliği tehlikeye girebilecektir.
2. Mülkiyeti özel sektöre ait veya özel sektörce işletilen kamuya ait ocaklarda, iş sağlığı/güvenliği ile sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmayı önleyen yasal düzenlemeler yapılmalı ve etkin bir denetim mekanizması kurulmalıdır.
3. Bir kamu kuruluşu olan Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü, sektörde dünyadaki gelişme ve yenilikleri takip edebilecek ve AR-GE çalışmaları yapabilecek şekilde yeniden yapılandırılmalı, çalışanlarının mesleki donanımları geliştirilmelidir.
4. Mülkiyeti devlete ait ocaklar sendikalı, toplu sözleşmeli ve grevli örnek işyerleri haline getirilmelidir.
5. Maden arama ve işletmeciliğinin neden olduğu çevre sorunlarını minimize edecek adımlar atılmalıdır. Bu bağlamda 3213 sayılı Maden Yasası’nın, arama ve işletmede ÇED Raporu’nu zorunlu görmeyen 16. maddesi değiştirilmeli ve etkin bir denetim mekanizması kurulmalıdır.
Sözün özü, Türkiye’nin acilen, kamu yararına odaklanan, ulusal bir maden politikası oluşturması gerekmektedir. Madencilik sektöründe küresel sermayenin kuşatması, ancak böyle kırılabilir. Bunun için ilgili oda, sendika ve kuruluşlarla yurtseverlerin dayanışmasına gereksinim var.
Dünya Madenciler Günü, kutlu olsun. Tabii bu koşullarda ne kadar olabilirse.