Son günlerde yaşanan anayasa değişikliği ve referandum tartışmaları siyaset gündemimize oturmuş durumda. İktidar partisi bu değişiklikle 12 Eylül’ün kötü mirasından kurtulacağımızı iddia ederken muhalefet partileri, anayasaya değişikliği adı altında iktidar partisinin kendi amaçlarını gerçekleştirmek istediğini savunmakta.
Tüm bu tartışmalara Anayasa Mahkemesi kararlarına yapılan itirazlar ve «Balyoz Darbe” iddiaları sonucu üst düzey çok sayıda asker hakkında verilen tutuklama kararı eklenince, tam bir siyasi kargaşa ortaya çıkmakta. Son zamanlarda hızla tırmanan ve pek çok askerin şehit olmasıyla sonuçlanan terör olayları da işin tuzu biberi.
Sonuç olarak; herkes soğukkanlılık ve objektiflikten uzaklaşmakta ve olayı duygusal zemine çekmeye, olmadı restleşmeye vardırmakta. Aslında şu anki siyasi tablonun objektif bir analizi yapılırsa; ortaya çıkan bu kargaşa, kurumlar-bireyler arasındaki güvensizlik ve hoşgörüsüzlüğün 12 Eylül’ün asıl mirası olduğu daha kolay anlaşılabilir.
12 Eylül ve Siyasi Kültür
Gabriel Almond ve arkadaşlarının 1963 yılında yaptıkları «Civic Culture” (Medeni Kültür) çalışması, üç tür siyasi kültürün var olduğunu ortaya koymuştur. Bu kültürlerden cemaatçi siyasi kültür, demokrasi için en elverişsiz siyasi kültür iken; katılımcı siyasi kültür, demokrasinin yerleşip gelişebileceği en uygun kültür olmaktadır. Bu iki kültür arasında kalan kültür ise demokrasilerin kurulabileceği ancak pek çok eksikliğin de var olduğu siyasi kültürü ifade etmektedir.
İki uçta bulunan siyasi kültürler arasındaki temel farklılıkları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: Cemaatçi siyasi kültürde, bireyler politika ile hemen hemen hiç ilgilenmezler, siyasi etkinlik ve yetkinlikleri (siyasi olarak bir şeyleri başarabileceklerine olan inanç) yoktur ve toplumda bireyler arasında tam bir güvensizlik mevcuttur.
Katılımcı siyasi kültür ise, cemaatçi siyasi kültürün aksine, bireylerin siyasetle yakından ilgilendikleri, siyasi etkinlik ve yetkinliklerinin en üst düzeyde olduğu ve bireyler arasında güven duygusunun yüksek olduğu siyasi kültürü ifade etmektedir. Demokrasiler için en elverişli kültürdür.
Yukarıdaki çalışma çok uzun zaman önce yapılmış olsa da vardığı yargılar günümüzde geçerliğini hala korumaktadır ve Türk siyasi yaşamı açısından önemli ipuçları içermektedir. İlk olarak, siyasi hayatımızda görülen kargaşa ve güvensizlik, aslında 12 Eylül’ün yarattığı siyasi kültürün bir ürünüdür.
Her şeyden önce 12 Eylül, askeri bir bakış açısıyla siyaseti bütün kötülüklerin anası olarak görmüş ve göstermiş; sivil toplum kuruluşları ve siyasi partileri kapatarak, demokrasinin en önemli unsurlarını ortadan kaldırmış ve bir korku toplumu yaratarak insanların hem siyasete hem de birbirlerine olan güven duygusunu yok etmiştir.
Özellikle siyasi dengelerin sağ, hatta aşırı sağ, lehine değiştirilmesi ortaya çıkan boşluğu özellikle cemaatlerin veya cemaat destekli politikacıların doldurması sonucunu doğurmuştur. 1980’ler boyunca uygulanan İslamcı eğitim politikaları, 1990’larda meyvelerini vermiş ve «Siyasi İslam” seçimlerde tam bir patlama yaşamıştır. Amerika’nın «Yeşil Kuşak” politikası uyarınca desteklediği bu politikalar, 1980 öncesinin sağ-sol bölünmesine bir de İslamcı-laik bölünmesini eklemiştir.
Bu bölünmeler ve güvensizlik o noktaya ulaşmış durumda ki, artık devletin temel kurumları birbirlerinden şüphelenir duruma gelmişlerdir. Kurumlar arası çekişmeler sadece yargı, yürütme ve ordu ile sınırlı değil. Toplum da bu kurumları savunanlar veya eleştirenler olarak ikiye ayrılmış durumda. Ülkenin en temel meselesi olan terör konusunda bile bir uzlaşmanın sağlanamamış olması bu bölünmenin vardığı noktayı göstermesi açısından önemlidir.
Aynı şekilde 12 Eylül’ün mirası 1982 Anayasası’nın değiştirilmesine karşı çıkanların, çoğunlukla 12 Eylül rejiminden en olumsuz etkilenen kesimlerden olması dikkate değer. İktidar partisinin de herhangi bir siyasi uzlaşma aramadan, değişikliği oldubittiye getirmeye çalışması durumu daha da karmaşık hale getirmekte.
Sonuç
12 Eylül’ün Türkiye’ye en büyük mirası olan güvensizlik, aradan geçen otuz yıla rağmen hala devam etmekte. Bu güvensizlik, cemaatçi siyasi kültürün daha da fazla kök salmasına ve ülkedeki siyasetin tıkanmasına yol açmakta. Aynı güvensizlik ve bölünme 12 Eylül’den en fazla zarar görenlerin bile Anayasa değişikliğine hayır demelerine neden olmakta. Bu durumda asıl yapılması gereken Anayasa’yı değiştirmekten değil, bu güvensizliği ortadan kaldırmak. Bu da Anayasa’yı değiştirmekten çok daha zor ve uzun bir süreç…