Fotoğraf makinesinin icat edilmediği dönemde, Osmanlı evrenini insan ve mekânıyla resmeden bir sanat dalımızdır gravür. Gravür sanatçılarımız, Osmanlı’nın benzersiz sivil mimarisini, camilerini, çeşmelerini, mezarlıklarını, kayıklarını, insanlarını ve kıyafetlerini tasvir ettiler. Bütün bu güzellikleri bir gün kaybedeceğimizi sanki bilerek. İstanbul ve Anadolu ile ilgili olan gravürlerimiz, Kültür Bakanlığı tarafından bir kaç cilt halinde basıldı ve kitap fuarlarında çok ucuza satıldı. Osmanlı Devleti’nin vaktiyle egemen olduğu diğer coğrafyayla ilgili olan gravürler de basılır ve bir gravür müzesi açılır umarız.
Gravürlerden bir kaç örnek vermek yerinde olur düşüncesindeyim: Fransız Hükümeti «Şarl Teksiye” adlı bir mimar-ressamı Osmanlı Coğrafyası ve İran’ı incelemekle görevlendirmiştir. Teksiye 1833-1837 yılları arasında Anadolu´yu karış karış gezmiş ve gördüklerini çizmiştir. Frig mirasını ve Hattuşaş´ı keşfetmiştir. Arkeoloji henüz bir bilim dalına dönüşmediği için, İzmir’de Tantalos´un mezarında yaptığı gibi bazı zararlara da sebep olduğu söylenir. Ancak aynı zamanda ressam olduğu için, bıraktığı gravürler şimdi araştırmacıların kullandığı değerli kaynaklardandır. Teksiye´nin «Küçük Asya” (Asia Minor) adıyla ve üç cilt halinde kitaplaştırdığı seyahatnamesi, Türkçe’ye de çevrilmiştir. Gravürlerinde Selçuklu mirasının izlerini bulmak da mümkün… İnançta geniş görüşlü olan Selçukluların, heykelden hiç rahatsız olmadığı Leon Dö Labon´un 1825’te çizdiği gravürlerde, Konya Kalesi’nin bedenlerindeki heykellerden anlaşılıyor. Şimdi ne kalenin surları, ne heykeller var. Dö Labon ayrıca tarihe bir de not düşmüş, Selçukluların sanat abidelerine gösterdiği saygı ancak, Rönesans İtalyası’nda Rafael ve Papa 10. Leon´la karşılaştırılabilir demiş (Selçuk Mülayim, Ortaçağ Türk Sanatında Süsleme ve İkonagırafi, Kaknüs Yay.). Konya ile ilgili gravürlerden kalenin Pazarkapısı’nda kabartma iki melek figürünün var olduğunu öğreniyoruz. Bu figürler sonradan Taş Eserler Müzesi’ne kaldırılmış.
Bir başka gravürcü İngiliz Tomas Allom´dur. Onun çizgileri Beşiktaş´ta kocaman sahil sarayını, Yeniköy´ün muhteşem ahşap yalılarını, Manisa´da bir Ortodoks kilisesinde papazların neredeyse ayağına kapanan beyaz şalvarlı Hıristiyanları, İzmir´in şimdi tek iz kalmayan 19. Yüzyılın ilk yarısına ait cumbalı konaklarını, abidevi Şadırvanaltı Camisi’ni (halen mevcuttur) tasvir etmektedir. Ya James Cook? Bursa´da Emir Sultan ve çevresini ne kadar da güzel resmetmiş! Hani şimdi o estetik? Bir de Antuvan Melling var, gravür denice ilk akla gelen, neredeyse efsane olmuş bir isim, mimar ve ressam. Fransa’dan gelmiş ama kendisi aslen Danimarkalıdır. III. Selim´in kız kardeşi Hatice Sultan´ın yalısını tamir ederken birbirlerine âşık oldukları rivayet edilir, hatta «Hatice Sultan” adlı bir romanda, sonunda gözden düşen Melling´in Galata´dan yoksul bir Levanten kızıyla evlenip beş parasız Fransa’ya döndüğü ve gravürlerini satarak yaşadığı konu edilmiştir.
Bazıları bu seyyah ve ressamları, yani oryantalistleri emperyalizmin keşif kolu olarak tanımlamaktadır. Şüphesiz Hollandalı papaz Hergronje gibi içlerinde öyle olanları da vardı ama bize geçmişten güzel anılar bırakanlar için bu yakıştırma haksızlık bence. İyi ki, geldiler, çizdiler ve yazdılar. II. Meşrutiyet’ten sonra hızlanarak devam eden yol açma aşkıyla ne yazık ki, biz onların tanıklıklarını yok ettik.