Popülizm, Dezenformasyon ve Aydın Tembelliği

Komplo teorileri, dezenformasyon, “post-truth”, teyitçilik ve benzeri meseleler hiç dilden düşmüyor. Herkes ya komplo teorilerine kanmakla suçluyor birbirini ya da kuzu kuzu kendisine söylenene inanmakla. Henüz kendisinin bir komplo teorisyeni veya kuzu olduğunu söyleyene rastlamadım, orası ayrı. Genelde kendimize böyle şeyleri pek yakıştıramıyoruz, daha çok başkaları böyle şeylerin kurbanı oluyor. Ben de bir arkadaş için yazıyorum zaten yazıyı.

Halbuki maharet komplo teorilerine inanıp inanmadığımızı ölçmek değil, gerekli koşullar sağlandığında herkes hemen her şeye inanabilir. Üstelik komplo teorilerinin olmadığı bir ülke, toplum, topluluk hayal edebiliyor muyuz? Biraz zor. Demek ki halkın komplo teorilerine olan yatkınlığını ölçmek birinci öncelik olmamalı (bunun da önemli olduğunu yadsımıyorum). Toplumun siyasi eğilimlerini incelemek için belki de hangi komplo teorilerine inanıldığna bakmak gerek. Çünkü aslında elde yeterince veri olmadığı halde bir şeye inanmak veya yeterince kanıt sunulduğu halde bir şeye inanmamak söz konusu olduğunda inancımızı nasıl temellendirdiğimiz gibi epistemolojik sorular değil de, neye inandığımız gibi siyasi ve sosyal meseleler kamusal yaşam için daha öncelikli. Daha özlü ifade edeyim: hepimiz zaten “işimize gelince” kanıtsız, kayıtsız bazı şeylere inanıyoruz; mesele bu son derece insani tercihi yapıp yapmamak değil, bu tercihi ne uğruna, ne için yapabildiğimiz.

Biraz daha somutlaştıralım. Neden bazı insanlar tıpla ilgili komplo teorilerine inanıyor da bazıları Lozan’ın 100 yıllık ömrü olduğuna inanıyor? Kimisi dünyanın düz olduğuna inanıyorken, bir başkası dünya dışı canlılarla çoktan iletişime geçtiğimizi düşünüyor. Onlarca “fact-checking” kurumunun aksine bunların doğru olup olmamasını bir kenara bırakalım ve kendimize şu soruyu soralım: komplo teorileri arasındaki bu farklılık nereden kaynaklanıyor? Büyük bir olasılıkla, birine uzaylılarla çoktan karşılaşıldığını düşündüren etmenlerle dünyanın düz olduğuna inandıran nedenler başka olsa gerek. Halbuki komplo teorilerini ve bunlara inanmayı basit bir irrasyonalite olarak değerlendirince önemli toplumsal gözlem fırsatlarını kaçırıyoruz.

Türkiye üzerinden bir örnek verelim: çeşitli, gizli madenlerin çıkarılmamasına izin verilmemesinden Lozan’ın ömrünün yüz sene olduğuna kadar hangi komplo teorisine baksanız, bilinçaltımızda uğraştığımız sorunların bir izdüşümünü görüyoruz. Kendi kaynaklarından her zaman istediği ölçüde yararlanamayan, ekonomik olarak uluslararası arenada haksız ve adaletsiz bir konuma itilmek istenen bir halkın inandığı komplo teorilerinin ağırlıklı olarak ekonomik ve jeopolitik olmasından daha doğal ne olabilir? Dediğim gibi, bu inançların fısıldadığı ipuçları bu inançların doğru olup olmamasından bağısmız. Çünkü asıl incelemek istediğimiz dünyanın düz olup olmadığı değil; mesele bazı insanların neden buna inandığı. Hangi süreçlerin, hangi dertlerin, hangi düşüncelerin insanları buna inandırdığı.

Bu kuramların kökenini bulmadan ve arketiplerini incelemeden bunların hepsini aynı komplo teorisi çuvalına doldurmanın iki korkunç sonucu var: birincisi, böyle bir genelleme milletler, ülkeler, topluluklar arası farkları gözden kaçırmamıza neden oluyor. “Komplo teorisyenliği” veya “post-truthculuk” diye yekpare bir kavramsallaştırmaya başvurduğumuzda aslında bir yandan Türkiye ile örneğin Fransa veya Japonya’nın kamusal tartışmalarının benzer olduğunu varsaymış oluyoruz. Başka hiçbir alanda yapmadığımız böylesi bir tuhaf bir benzeştirme en iyi ihtimalle tutarsız bir hamle. İkinci dehşet verici sonuç ise halk ile bilgi üreten kesimler (akademisyenler, aydınlar gibi türlü düşünce insanları) arasında derin bir uçurum yaratıyor. Sürekli kandırıldığı söylenen bir halk ve sürekli doğru yolu gördüğünü düşünen bir aydın kesimi arasındaki zıtlık toplumun da bütünselliğini bozuyor.

Halbuki bu tür komplo teorilerini birer olgu olarak kabul etmek ve bunlara neden, hangi koşullar altında inanıldığını, hangi durumlarda bunlardan vazgeçildiğini ve neden şu teoriye değil de o teoriye inanıldığına dair çalışmak lazım. Aynısı dezenformasyon için de geçerli. Evet, biliyorum herkesin bir tanıdığı var, Facebook’tan ne görse hemen paylaşıyor. WhatsApp mesajlarında “birden çok kez iletilmiş” yazısını görüyorsunuz mesela. Kötü fontta yazılmış bir yazı, tutarsız bilgiler ve biraz da uçuk görüşler. “Aha,” diyorsunuz, “yine bir şeylere inanmış bizimki”. Böyle hor görmektense, onca dezenformasyon arasında neden o dezenformasyona inandığını düşünmek daha önemli. Hatta belki bazen dezenformasyon olup olmadığını da düşünmek lazım. Doğru değilse bile bir insanı bunu sorgulamamaya iten şey neydi? Hangi inançları, hangi yaşanmışlığı, hangi dertleri o insanı böyle bir şeye inanmaya itti acaba? Kendimizi hakikatin yılmaz bekçileri, karşımzıdakini her şeye kanan biri gibi görüp tuhaf bir kutuplaşmayı azdırıp kamusal tartışmalara set çekeceğimize (ve ayrıca yakınımzdaki insanları dezenformasyonun kucağına atacağımıza) neden bir şeyleri tartışmayı denemiyoruz? Hakikat buyurganlığı yapmadan ama. Anlayarak, tartışarak ve karşı tarafa neden doğru olmayan bir şeye inandığını açıklayarak. Kendimizin de yanlış çıkabileceğini kabul ederek. Doğru olduğumuzda ve bunu anladığımızda ise tepeden bakan bir kibirle değil de kamusal tartışmayı daha da zenginleştirerek, o insanı da kazanarak yolumuza devam etmek.

Komplo teorilerinde ve dezenformasyonda görülen aydın tembelliği son dönemin küresel siyasi analizlerinde de görülüyor: “yükselen sağ” ve “popülizm”. Ne diyorlar, sağ yükseliyor. Çok teşekkürler, bildiğimiz iyi oldu. Sanki sağın yükselmediği bir dönem varmış gibi. Bu seferki daha bir aşırı sağ diyorlar. O da daha önce hiç eksik olmuş bir şey değil gibi aslında ama hadi bunu yepyeni bir durummuş gibi düşünelim. Öyleyse, aydın ve ilerici kesime düşen bunun neden olduğunu araştırmak ve dünyadaki gelişmelerde bir örüntü yakalamak.

Örüntü aslında gayet açık, o kısmına pek itiraz eden yok. Arjantin’de Milei, Hollanda’da Wilders. Macaristan’da Orban, Filipinler’de Duterte zaten bir süredir ortalardaydı. Boris Johnson da herkesi şaşırtmıştı. Fransa’da Marine LePen henüz seçilmedi ama kimse bir sonraki seçim ne olacağını tam kestiremiyor. LePen’e aşırı sağ demek adettendi, şimdi söyledikleri o kadar anaakımca desteklenir oldu ki aşırı sağın boşluğunu doldurmak için Zemmoır ortaya atıldı. Ha tabii, Almanya’da AfD’den bahsettik mi? Örüntü belirgin, peki ya örüntünün arkasında yatan nedenler? İşte orada herkes ayrışmaya başlıyor.

Kendi adıma gördüğüm en verimsiz ve üşengeç açıklamalar bu örüntüyü açıklarken sadece romantik birtakım argümanlara sığınıyor: İnsanların ne kadar aptal olduğundan söz edenler, artık dünyadan umutsuz olduğunu söyleyenler, bozgunculuk yapanlar… Böylesi romantik argümanlar kimsenin bir işine yaramıyor. Ne ciddi bir açıklayıcı gücü var ne de işleri nasıl yoluna koyabileceğimize dair bir yol haritası çizebiliyor. İyi bir vicdan rahatlatma çabası, o kadar. İnsanlar aptal, entelektüelimiz çok mahir: bu korkunç dünya içinde aslında her şeyi çok iyi bilen ama sözü bir türlü dinlenmeyen, kıymeti bilinmeyen entelektüel rolü, ufak tefek değişimler için bile ciddi mücadeleleri göze alan bir aydın modelinden daha kolay. Hiç olmazsa daha az riskli. Dolayısıyla yükselen sağ ve artan popülizmin açıklaması yine halk üzerinden yapılıyor. Popülizmdir, komplo teorileridir, yükselen sağdır, odur da budur. Yeter ki sorunu hiç kendimizde aramayalım.

Öyleyse yine sorulacak bir sürü soru: herkes kandırılıyor, herkes tuzağa düşüyor da biz düşmüyor muyuz? Madem halk hep kolay ikna ediliyor, bizim aydınımız neden birilerini ikna ederken zorlanıyor? Yükselen bir aşırı sağ var ve belli ki dünyada halktan destek görüyor. Çare halkı daha da küçümsemek ve halkın yöneldiği her şeyi popülizmle suçlamak mı, yoksa halkı bir alternatif olduğuna ikna edebilmek mi? Çözüm fildişi kulelerimizden mi çıkacak yoksa kamusal alandaki tartışmalardan mı? Altı oktan biri olan halkçılığı bir kenara bırakıp şu veya bu ülkenin halkı beklemediğimiz tercihlerde bulundu veya beklemediğimiz teorilere inanıyor diye mızıkçılık ve istemezükçülük mü oynayacağız, yoksa Cumhuriyetin, Atatürk Devrimleri’nin asıl unsuru olan halkın entelektüeller ile barışmasına katkı mı sağlayacağız? Her yerde sağ yükseliyor, popülizm çıkıyor diye herkesin yapabildiği bir gözlemi analiz diye yutturup kenara çekilmek mi yoksa bunların nedenlerini tartışarak, bağlamına oturtarak hem kendimizi hem de toplumu daha iyi anlamak mı? Akıl ve bilimi bize miras bırakan Cumhuriyetin ikincisini salık verdiğini hissediyorum.

Bunları da sevebilirsiniz