“Okur”un Tarihi

Okur”un tarihi ele alındığında, yazının, kaydın, okulun, eğitimin, eğitmenin, öğretmenin, kağıdın, kitabın, matbaanın, edebiyatın, kitaplığın, kütüphanenin de tarihlerine bakmadan bir adım atılamaz.

Okur-yazarlığın sınıfsal olmaktan çıkıp sınıflar üstü toplumsal bir olguya dönüşmesi olgusunun tarihinin de gözden kaçmaması gerekir.

Bu arada meslekler olarak eğitmenin, öğretmenin (bunların yanı sıra okumanın ve yazmanın) ilk aşamasında başka kişilerin devreye girmesinin, dolayısıyla toplumsallığın kaçınılmazlığını ve somutlaştığını belirtelim. Üretim bile çerçevesi ve çapı küçük olduğu zaman yalnız yapılabilmekte, ancak eğitme, öğretme, toplama, biriktirme, aktarma gibi fiiller çoğulluğu gerektirmekte, toplumsal olmaktadır.

Elbette bütün bunları bu yazıda yapacak değiliz, bir “mayıs ayı yazısı”nın çapını çok aşar. Ancak okurların işin bu boyutunu bilmelerini ister ve okurun zaman içinde tarihin bu dehlizlerinde yürümeye cesaretlenmesini dileriz.

*

Tarihin yazının bulunuşuyla başladığı bir bakıma elbette doğrudur. Çünkü bilim ve disiplin olarak tarih, insanın varlığı ile ilgili bir alandır. Yani tarihçi der ki, belge yoksa tarih diye bir şey yoktur! Saçma ama böyle. “Kayıt” başlamadan belge ortaya çıkamayacaktır çünkü. Tarih adına konuşanların, belgesi yoksa “tarih” olmamaktadır diye konuşmasını hatırlıyoruz da, ondan.

*

Eğitim her zaman vardı. Hayvanlarda da var. İçgüdülerin boşluk bıraktığı yerlerde işlev görüyor. Temel içgüdüler dışında her şey aslında öğreniliyor. Örneğin, –belgesellerde izlediğimden biliyorum– etçil memelilerin avlanma strateji ve teknikleri seyir ve deneyimlerle kazanılıyor. Seyretmeyi yabana atmayın, ‘bana bakın salaklar, gösteriyorum size’ diyen de var! Tavuklar civcivleriyle gezinti sırasında hep gagasını yere vurur, boşuna değil tabii, ‘aynısını sen de yap, yerden besleneceksin’ diyor, ve böyle öğretiyor!

İnsanın ilkel toplumsal ilişkilerinde de tecrübe ve birikimin aktarılması kaçınılmaz olarak eğitimle oluyor. Birikim eğitime, eğitim birikimin zaman boyutu kazanmasına ihtiyaç duyuyor.

Sistemli eğitim, sistemli toplumsal ilişkilere bağlı olduğundan, toplumsal ilişkiler sınıfsal nitelik kazandığında ortaya çıkıyor. Konular, başta üretim ve yönetim sınırları içindedir. Ayrışma ve değerler ortaya çıktığı için ticaret ve güvenlik tamamlanan alanlardır. Devreye sistemli eğitimin gereği olan okul ve program (müfredat) girer.

Her üretim biçimi ihtiyaç duyduğu özellik ve alanlarda okulla zenginleşecek, eğitim konuları gelişen ya da geliştirilmesi gereken teknoloji dünyasına açılacaktır.

Bu aşamada yazı (kayıt) ve sayılar (hesap), bilimlerin ve yönetimin ihtiyaçları açısından gerekli hale gelmiştir. Yönetici sınıflar bunların öğrenilmesinin tekelini elinde tutar. Üst sınıflar yönetimin personel ihtiyacı bakımından bu alandaki eğitimi sınıfı dışına yaymak zorundadır. Hizmet sektörleri elemanları, kullanacağı personel ve üretimin örgütlenmesi için belirlenmiş birçok alanın kadrosu toplumun içinden çıkacaktır. Mesleklerın, zanaatların, sanatların gerektiği ölçülerde eğitimi kitlelere açılır.

*

Bugün de kullandığımız kağıdın tarihi Çin’de başlıyor, MS 2. yüzyılda. Ve matbaanın da. İlk matbaayı 595’te tahta oymacılıkla Çinliler yapmış, ilk gazete de 700’de gene orada yayınlanmış.1 Çünkü kağıt, matbaayı davet etmiş bir yerde.2

Çin’den Türkler aracılığıyla Araplara gelen ve tahta malzemeli matbaa, Avrupa’da Gutenberg’den çok önce Endülüs’tedir.3

Matbaanın Avrupa’da ilk kez kitle iletişim aracına dönüşmesi Almanya’nın Reformasyon dönemindedir. Matbaayı Almanya’da kullanılır kılan ve yaygınlaştıran neden ise, Türklere karşı el ilanlarının ve risalelerin yayılmasının gerekli görülmesidir. Türk düşmanlığı üzerinde durulmaktadır. Çünkü o dönemde matbaaya ihtiyaç duyulacak ve kitap basımını öne çıkaracak başka bir somut durum yoktu ve kitlesel okuma-yazma oranı bunun için henüz yeterli değildi. Avrupa tarihinde matbaanın yaygınlaşması da ilk olarak Almanya’da Luther’in Türklere karşı hazırladığı bildiri ve risaleleri ile oldu. Luther’in Heerpredigt wider den Türken (Türklere Karşı Askeri Harekat Vaazı / Türklere Karşı Ordu Vaazı) başlıklı broşürü, 1529‘dan 1601’e kadar 18 baskı yapmıştı.4 Baskı sayısının o dönemde açık ara rekor olması yanı sıra, ilk kez kitap ve kitapçıklarda on binlerce, hatta yüz binlerce nüsha basım olmaktaydı. Sonradan basılan Antiturcica Lutheri (1596) ve Ottomanus Theologicus (1601) rekor tazeleyeceklerdi.

Kağıt, Doğu uygarlığından o dönemde henüz ileri bir uygarlık olmayan batıya doğru yola çıkıyor. Taşıyan Türklerdir, doğudan batıya uzanan ticaret yoluna hakim olan kavim Türkler olduğu için. İpek Yolu, sadece ipek taşımamaktadır, kültürün ve toplumsal buluşların her türlüsü de bu yolla yayılmakta, adeta akmaktadır. Kağıt önce İran’a varıyor. Sonra Orta Asya’da (Semerkant’ta) üretimi başlıyor. Büyük bir kültürel ve bilimsel arayış içinde olan İslam dünyası, kapladığı coğrafyayla kağıda ihtiyacı en fazla olan alandır. Böylece Türkler ve Müslümanlar yazmak (ve basmak) için (Çin dışında) kağıdı dünyada ilk kullananlar oldular.

Endülüs’te ve sonra Sicilya’da uygarlık atılımları yapmış olan İslamlık, Avrupa coğrafyasında kağıdı hem üreten5, hem kullanan6 ve hem de Avrupa’nın diğer bölgelerine dışsatımını yapandır. İspanya’nın kuzeyindeki Hıristiyan Hac yolu, dinsel etkinliğinden çok kağıt ticaretinin yolu olur.7 Böylece dinsel bir nitelik taşıyan yazıcıların üretimi ve yazıcılık8 bundan böyle sadece kağıdı kullanacaktır.

Endülüs İslam toplumu, bütün halkı okur-yazar yapmak hedefiyle eğitim örgütlenmesi ve programına sahip olan dünyadaki ilk uygarlıktır.9 (Bu hedefe büyük ölçüde ulaşıldığı yüzyılda Avrupa’da okur-yazar oranı yüzde 4’ün altındaydı.)

*

İlköğrenimin zorunlu olduğu dönemden önceleri Almanya’da, yazmalar ve basılı kitaplar, kitapçıklar ve risaleler (hatta öyküler, efsaneler, masallar) küçük yerleşim birimleri olan kentlerin mahallelerinde, köylerde görece geniş mekanlarda semt ve köy sakinleri tarafından dinlenmektedir. Çünkü okuma bilen birisi okuma-yazma bilmeyen dinleyicilere okumaktadır. Toplumun yazıya geçmiş alemle ilişki kurmasının başka bir yolu yoktur.

Dünyada ilköğretimi yaygınlaştıran ve zorunlu kılan ilk ülkenin Almanya olması10 bir altyapı hazırlamıştı. Prusya’da ilkokul sayısı otuz yılda yüzde 50 daha arttı. Okulun, özellikle ilkokulun, bütün çocuklara nasıl iyi uyruk ve itaatkar vatandaş olunacağını öğretmenin en kolay ve kestirme yolu olduğu da keşfedilmişti. Beden eğitimi dersleri zaten 1840’lı yıllarda ortaokul, 60’lı yıllarda ilkokullar düzeyine indirilmişti ve askeri bir eğitim yapılır gibi yürütülüyordu. Derslerin ideolojisi de ihmal edilmemişti; bedeni gelişen çocuklar, Cermen kökenli ve savaşçı ruhlu olduklarını kavrıyorlardı! .

Almanya’da 19. yüzyıl, okuma-yazmanın en fazla yaygınlaştırıldığı yüzyıldır. Almanya’nın yükselmesi, ortaya çıkmasında bu temelin önemli bir rol oynadığı çok yerde kaydedilmiştir. Ayrıca bunun yararını Almanlar savaşlarda bile göreceklerdir.11

*

18. yüzyılda devrim yapmış yeni sınıf 19. yüzyılda Avrupa’da geniş bir okur kitlesi yarattı. Çalışan kitlelerden esirgenen şeylerin arasında bilim ve kültür elbette bulunmaktaydı, ama öyle bir dönem gelmişti ki, okur-yazar bile olmayan halkıyla yalnız yeni sınıf değil, hükümdarlar bile memnun olamazlardı.

*

Almanya’nın öncülük ettiği eğitim seferberliği Avrupa’ya yayıldığı ölçüde edebiyat roman biçiminde ayağa kalktı. Okur varsa yazar da vardı. Önceki yüzyılların parmak sayılarıyla sınırlı yazarları sayıca çok artmakla kalmadı, toplumlarının en önemli kişileri arasına da girdiler. 17. yüzyılda sayıları az olduğundan “değerli” olan yazar denen insan türü, çoğalmalarına rağmen değer kaybetmiyor, tersine değeri arttıkça artıyordu.

*

Toplumlar okur-yazarlığı artırırlarsa yazar çoğalıyor, kitap çoğalıyor, sayıca o kadar artıyor ki, her yere giriyor, girdiği yerlere sığmaz oluyor, sıradan evlerde kitap koymak için raflar ortaya çıkıyor, ev mobilyasına “kitaplık” bir üretim çeşidi olarak ekleniyor, çok az sayıdaki yazı masaları12 “okuma masaları” olarak çoğalıyor, o da ‘her eve lazım’ durumuna giriyordu.

Giderek kurum olarak kütüphaneler yaygınlaştı. Aslında bütün dinsel kurumlarda, eğer oradakilerden kimse okuma-yazma bilmiyorsa bile kütüphaneler bulunmaktaydı. Az sayıda manastırların içinde görece zengin kütüphaneler olmakla birlikte kullanımları çok sınırlıydı, çünkü yazma kitapların aşağı yukarı hepsi sayılacak kadar çoğunluğunun dili, herkesin bilmediği bir dildendi, Latinceydi. Ama bu süreçte bütün kentler yerel dilin kütüphanelerine sahip oldu. Üstelik neredeyse hepsi işlevliydiler.

Herkes farkında değildi ama Hıristiyan Avrupa uygarlığı için 17. ve 18. yüzyıllarda yeni olan bu “kitap-kitaplık-sekreter-kütüphane” sarmalıyla ilgili bu durum Avrupa’da daha önce yaşanmıştı. Endülüs ve Sicilya Adası, Avrupa’nın “kurtarılmış bölgeleri”ydiler, kültür, bilim ve edebiyat başkentlerine sahip olmuşlardı, buralarda her kentte birçok kütüphane bulunuyordu, kitap sayıları13 inanılır gibi değildi, bütün kralların, yöneticilerin kütüphaneleri oluyordu, Endülüs’te hükümdarlar askeri seferlere bile, binlerce kitap yüklenmiş develeriyle giderler, Hıristiyan bile olsa Sicilya’daki krallar kitap sevgisiyle örnek olurlardı. Sicilya’daki Kutsal Roma Cermen İmparatoru II. Friedrich, Avrupa’nın en kültürlü, en bilgili ve en çok kitabı olan hükümdarıydı.

Endülüs ve Sicilya’da yaşayan gayrimüslimler, kitapla, okumayla, sanatla iç içe olma durumunu Müslümanlar gibi yaşadıklarından “Avrupalılar”a benzemezlerdi. Endülüs’ün ve Sicilya’nın Hıristiyanı ve Yahudisi Avrupa Hıristiyanı ve Yahudisinden farklıydı.14

*

Avrupa, 18. yüzyılda “okuyan kadın”ı yarattı. Bu bir yüzyıl sonra kadın yazarları ortaya çıkaracaktı. Saraylardan ve “salon”lardan gelen “eğitimli” ve babalarına gurur, eşlerine övünç kaynağı olan “dar alanda paslaşmacı” “toplumsal” genç kızlar ve kadınlar, cinsler arasındaki farkları azaltmamışlardı ama ‘biz de varız’ demişlerdi. Bu yüzden sarayların ve “salon”ların okur kadınlarından 19. yüzyılda kadın yazarlar zuhur etti. Kadın yazarların o dönemlerde kabulüne ve baş tacı edilmelerine daha zaman vardı, ki bu yüzden, aralarında kendilerini gizleyenler çıkıyordu; ad ve cinsel kimlik olarak ya da erkek görünümlü ve kıyafetli tipler olarak. Böylece erkek sanılıyorlar veya erkek gibi görünmeye çalışarak zorlukları aşacaklarını umuyorlardı. Nasıl ilk kadın korsanlar erkek kılığında olmalarıyla ve erkekler gibi davranmalarıyla15 bir özel durum yaratmışlarsa, bu konuda da aynı şeyler yaşanıyordu.

Zaten sanatın, düşünün ve bilimin başka alanlarında da, (“meçhul asker”e atıfta bulunalım) “meçhul kadın şair”, “meçhul kadın yazar”, “meçhul kadın müzisyen”, “meçhul kadın heykeltraş”, “meçhul kadın bilimci”, “meçhul kadın filozof”lar akla gelmeye başlamışlardı. Heder olan ve kaybolan emsalsiz meçhul kadınların hesabını tutan yoktu. Bu yüzden bilinmeyen kadınların sayısını kimse bilemez, ama kendisini tanınır hale getirenler zor hayatlar yaşamakla kalmamışlar, çıtaları da aşamamışlardır.16

Eğitim ve vakit sahibi olmanın aydın olma işini çözdüğü söylenir. Ancak gene de bu söylemin eksik bir tarafı vardır, bu, “kendine ait bir oda”dır. Gerçi eğitimli ve vakti olan kadınların “kendilerine ait bir odaları” haliyle olmaktadır, “salon” müdavimlerinin bu konuda bir eksiği yoktur, peki ya milyonlar?

Varsıllık, bir “oda”nın lafının edilmesini gereksiz hale getirmiştir. Nasıl “eğitimli ve vakitli” kadınların beslenme sorunu yoksa, kendilerine ait bir oda sorunları da olmayacaktır.

Büyük Fransız Devriminin bile kadınların eşitliği, kadın hakları ve kadın “sorunu” konusunda hiç bir başarısı yoktu.17 Bu yüzden gelişme esas olarak 20. yüzyıla devredilmişti. Gene de kadın okurun ortaya çıkması, her şeyi değiştirmeye başlamış, siyasette, edebiyatta, bilimde, bütün sanatlarda ve mesleklerde hiç olmadığı kadar kadın görünür olmuştu.

*

20. yüzyıl, işçi okuru icat etti. Nedeni, (1) 19. yüzyılın devrimler yüzyılı olmasıydı. Ve yüzyılın sonunda proletaryayı, emekçiyi ve köylüyü yücelttiği gibi dünyanın bir “tarafı” yaptı. 20. Yüzyıl, gerçekleşen devrimlerle ve onun rüzgarıyla dünyaya umut kıvılcımları yaydı. (2) 19. yüzyıl Avrupa’daki işçi sınıflarını okur-yazar yapmıştı.

Proletarya okur-yazar olmuştu, ama Avrupa’da işçi, yemlenir, dünyasal sömürüden pay alır ve devrimden uzaklaşırken, okur olarak piyasaya giriyor, meta olan kitabın alıcı kitlesi içinde yer tutuyor, “çok satan”a katkıda bulunuyordu. Diğer dünyadaki emekçi ve köylü ise proletaryanın rolünü devralmış, devrimi üstlenmişti.

Örneği ülkemizden verelim, Cumhuriyet Devrimi, okuma-yazmayı kitleselleştirmek amacıyla yazı devrimi, halkın konuştuğuyla yakınlaşmak için dil devrimi yaparken köylülüğün önünü açmaya çalıştı. Eğitim seferberliğiyle “efendimiz” dediği köylüyü okur yapmaya yöneldi. Köy Enstitüleri bunu gerçekleştirecekken, yarı yolda kaldı. Ama gene de okur olan bir kitle vardı, Enstitülüler. Türk edebiyatı onlarla yeni, yerli ve milli bir edebiyata kavuştu. “İstanbul aydınları”nın beğenmezliğine rağmen “köy edebiyatı” devrim kanallarında aktı. Çünkü Enstitülüler okumaya verilen önemle okur yapılmışlardı, Fakir Baykurt’un sözleriyle, giyitlerde kitabın gireceği büyüklükte cepleri olan ceketleri vardı.

Neye önem veriliyorsa ölçüler ona göre belirlenir.

*

İslamın kültürel fırtınası bir Doğu yükselişiydi. Bu yükselişte okurun rolü belirgindir. Bununla birlikte 16. ve 17. yüzyıldan sonra Müslümanlar okuma ve yazma eyleminin sahipleri olmaktan çıktılar. Bu fiillerin failleri artık Avrupa’daydı.

Bu belirtilen yüzyıllar coğrafyamızın ve İslam dünyasının çok yönlü bir şekilde inişe geçtiği zamandır.

Bugünler bir başka “yeni zamanlar”dır. İşte kanıtı.

Geçenlerde ilginç bir haber okudum. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre ülkeler temelinde kitap okuma listesi hazırlanmış, kişi başına haftada kaç saat okudukları esas alınmış. Sonuçlar benim için şaşırtıcı; başı Hindistan, Tayland ve ÇHC çekerken, ilk sekiz ülke Asya ve Afrika’dan. Bunların arkasından Avrupalılar geliyor. Türkiye ise 18. sırada.

Doğrusu sevindim, bence olumsuz bir şey göstermiyor. Hatta Türkiye’deki yakınmalar açısından baktığımızda daha da iyi. Bilinir, ‘bizden bir şey olmaz’, ‘biz adam olmayız’ türünden söylemlere çok rastlanır ya!

*

21. yüzyıl çocuk yazarların yüzyılı olabilir. Çünkü çocuklar, bundan önce yüzyıllardan çok daha fazla okur oldular (burada “okur”luğun “dinler”likle önemli ölçüde yer değiştirdiğini de belirtmemiz gerekir, ancak bu dinlerlik, aynı zamanda bir geriye de dönüştür, bin yıllar boyunca masal dinleyen çocukları hatırlayın).

Bu konu açılmışken önemli bir noktayı daha ele almak ve aynı zamanda sorumluluğumuzu hatırlamak gerekiyor. Okuma-yazma bilmek önemli bir şeydir ama okuma-yazma bilmekle okur olmanın farklı şeyler olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Okuma-yazma bilenlerin yalnızca bir kısmı okur olur. Dolayısıyla okuma-yazma bilen herkes okur değildir. Okur olmak, ailede, okulda ya da çevrede gerçekleşir, dolayısıyla insanlar okur yapılırsa, yapıldığında okur olurlar. Bu yazıyı ve bu satırları okuyanların okur olmak gibi bir sorunları yoktur, bu yazıyı da okuduklarına göre onlar okurdurlar, siz de herhalde okursunuz, ama başkalarını, çocukları, gençleri, yakınlarınızı, tanıdıklarınızı, okuma-yazma bilip de okur olmayanları okur yapma gibi bir sorumluluğunuz vardır.

Okur olanların okur olmasında genellikle bir kişinin etkisi olmuştur, şimdi de siz o kişilerden biri olabilirsiniz.

Okur”un Geleceği de önemlidir ve başka bir yazı konusudur.

1 Matbaa, Hıristiyan Avrupa’ya kağıt gibi Doğu’dan gelmemiş, oldukça geç bir dönemde ihtiyaç dayatmasıyla 14. yüzyılda icat edilmeye çalışılmıştır. Çin’den dokuz, Endülüs’ten beş yüzyıl sonra, 15. yüzyılda Almanya’da Gutenberg ilk gelişmiş matbaayı üretmeyi başarmıştır.

2 Konumuzla ilgili değil ama kağıdın tuvalet kağıdı olarak kullanılmasının da 6. yüzyılda Çin’de başladığını ve 14. yüzyılda çok geniş kullanım alanı bulduğunu yazan kaynaklar var.

3 Viardot, Wartbourg, Gibbon ve Akyiğit Musa Bey; akt. Hilmi Ziya Ülken, ”Batı Uygarlığının Temelindeki Doğu“, Bilim ve Ütopya, sayı 89, Temmuz 2001, s. 36. (Eserin özgün basımı, Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Ülken Yayınları, 1997)

4 Almanya’da Protestan okullarındaki teolojik eğitim bugün de Luther’in Heerpredigt’inin ayrıntılandırılmış versiyonlarıyla yapılmaktadır.

5 Kağıt üretme ve tekniği ile meslek olarak kağıt imalatçılığı, Avrupa’da ilk kez 1144’te Belensiye’deki (Valencia) küçük Müslüman kasabası Hativah’da (bugün San Felipe) ortaya çıktı, Norman Davies, Avrupa Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2006. s. 379.

6 Endülüs’teki olağanüstü kitap üretimi, her zamankinden fazla kağıt üretimini gerektiriyordu.

7 Havarilerden Aziz Yakub’un mezarı olduğu varsayılan İspanya’nın kuzeybatısındaki Santiago de Compostela’ya gelen Hıristiyan hacılar, orada ilk defa kağıt görüyorlar, kullanım değerini farkederlerse ve önemini anlarlarsa alıp yanlarında götürüyorlardı. Kağıt Avrupa’ya İspanya’dan bu şekilde yayılmaya başladı. Kısa bir zaman sonra bu hac yolculuğu, kağıt ticareti yoluna dönüşecek, kârlı bir ticaret güzergahı ortaya çıkacaktı; yolun adı via frangicena idi. Geniş bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa / Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Siclya, Haçlı Seferleri), Bilimve Gelecek Kitaplığı, İstanbul 2016, s. 164.

8 Her kilise, manastır ve dini eğitim kurumunda bulunan scriptoriada (yazı bürosunda) kitap çoğaltma ekipleri vardı.

9 Hamuroğlu, Doğu’dan Batı’ya, s. 158-167.

10 Bu uygulama Fransa’da 1860’ta, İngiltere 1867 tarihli reform yasasından üç yıl sonra gerçekleştirilebilmişti. Geniş bilgi için bkz. Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1992.

11 Eğitime verilen önemin savaşlardaki olumlu sonuçlarınden çok yerde söz edilmektedir. Çarpıcı bir örnek, tarihçi E. Hobsbawm’ın, 1870-71 Prusya-Fransa savaşında Prusyalıların Fransa’yı kolayca yenmelerinin bir nedeninin de “askerlerinin çok büyük oranda okur-yazar olmalarından kaynaklan”dığını yazmasıdır (Eric Hobsbawm, Sermaye Çağı / 1848-1875, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2003, s. 57). O dönemde okuma yazma bilmeyenlerin askerlik çağındaki genç erkekler arasındaki oranı şöyleydi: Fransa yüzde 18, Prusya yüzde 2.

Aynı olguyu işin içinde olanlar da bilmektedir. Örneğin, söz konusu savaşta Prusya ordularının komutanı olan Genelkurmay Başkanı Mareşal von Moltke, “bu zaferi Prusya öğretmenleri kazandılar” demişti (akt. Zeki Sarıhan, 1921 Maarif Kongresi, Tarihçi Kitabevi, İstanbul 2019, s. 114).

12 Avrupa dillerinin büyük bir kısmında bu mobilyaya “sekreter” deniyor.

13 Her kütüphanede rakam olarak yüz binler birbirleriyle yarışıyordu. Endülüs’te okul açma rekortmeni el-Hakim’in “sarayının yanında yaptırdığı kendi anıyla anılan ünlü kütüphanede kitaplarının sayısı 400 bin civarında” iken aynı dönemde komşu “Frank kralının sarayındaki kitap sayısı yüzü bulmuyordu”; bkz. Hamuroğlu, Doğu’dan Batı’ya, s. 163.

14 Bu konularda Doğu’dan Batı’ya kitabında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır, bkz. “Avrupa’nın Batısındaki Doğu” (s. 149-197) ve “Modern Batının Temelindeki Doğu: ‘İtalyan İslamı’ Sicilya” (s. 199-244).

15 David Cordingly, “Kadın Korsanlar ve Korsanların Kadınları”, Korsanlar Arasında Yaşam, Dost Kitabevi, Ankara 2004 içinde s. 84-107 ve Jorge Luis Borges, “Hanım Korsan Dul Ching”, Alçaklığın Evrensel Tarihi, Logos Yayıncılık, İstanbul 1990, s. 41-51.

16 Örnekler arasında Clara Schumann da bulunmaktadır, onunla ilgili olarak “Aşkın ve Erkek Egemenliğinin Gölgede Bıraktığı Deha: Clara Schumann” başlıklı yazımıza bkz. Dağarcık Türkiye, Ocak 2020 (http://dagarcikturkiye.com/?s=schumann&submit=). Ayrıca

17 Fransız Devriminin ve devrimcilerin kadına eşitlik tanımayan anlayışları ve davranışları konusunda geniş bilgi için “Büyük Fransız Devrimi ve Kadınlar” başlıklı yazımıza bkz. Bilim ve Ütopya, sayı 262, Nisan 2016, s. 43-51.

Bunları da sevebilirsiniz