Ahir Zaman Stoacılığı, Kişisel Gelişim ve Beyaz Yakalılık

Roma’da çok popüler olmuş bir görüş var, Stoacılık diyorlar. Metafiziğiyle, kozmolojisiyle, epistemolojisiyle, mantığıyla tastamam bir felsefe. Bugün biz, daha çok etiği nedeniyle biliyoruz. Hatta aslında o dönem ünlü olmasının nedeni de etik görüşleri. Zorluklara, talihsizliklere ve hayatın çetin koşullarına karşı “kayıtsız” olma, biraz umursamaz kalma üzerinden geliştirilmiş bir etik görüş bu. Sorunların, şanssızlıkların, kötü sözlerin ve eylemlerin kişiye ancak kendisinin izin verdiği ölçüde etki edebildiğini savunan bir görüş bu. Yani size şöyle okkalı bir küfür savuran biri varsa, ancak siz onu dikkate aldığınız kadar o küfür sizin canınızı yakar. Ha tabii, yediğiniz şey küfür değil de yumruksa kayıtsız kalmak biraz daha zor. Ama Stoacıların da bunun bir zihinsel durum meselesi olduğunda ısrarcılar. Takdir edersiniz ki böyle bir görüş Romalıların cephelerde, zorlu koşullarda geçen, ölümün ve belanın her an kapıda olduğu yaşamlarında çok büyük öneme sahip olmuş. Romalı askerler ve siyasetçiler arasında popüler olmuş bu görüş, İmparator Marcus Aurelius’u bile kendi safına katmış. “Kendime Düşünceler” adıyla yazdığı eseri bugün her kitapçıda, hatta şanslıysanız seçkin otobüs terminalleri ve dinlenme tesislerinde bile bulabilirsiniz. Heyhat, talih bu ya, İmparator gerçekten de “kendine” düşünceler yazmış, hatta cephede başkaları da okumasın diye Latince değil de Yunanca kaleme almış bu eserlerini. Şimdiyse dünyanın en çok satılan felsefe kitaplarından biri olması ancak kaderin (Stoacılar buna logos diyor) bir oyunu olsa gerek.

O dönem biliyorsunuz Latince-Yunanca çekişmesi var. Klasik dönem uzmanları bu korkunç basitleştirme nedeniyle beni kınayacaklar ama ben mizah uğruna bu ihtimali göze alıyorum: Yunanca biraz daha havalı görülüyor o dönem. Daha yüksek kültüre ait bir dil. Belki bugünkü Türkçe-İngilizce karışık plaza dili ve edebiyatı gibi o dönem Yunanca konuşmak da daha fiyakalı bir şeydi. İhtimal, Yaşlı Cato’nun kulakları çınlasın, Marcus Aurelius da bir gün, “Arkadaşlar yarın ordugâhın entrance kısmında bir meeting set edelim” demiş olabilir yani. Tabii bunun Latince-Yunanca karışık olanını.

Stoacılığın ve bugün de en popüler olan kısa slogan versiyonun nereden geldiğini bilmiyoruz, bazıları Stoacıların kendisine dayandırıyor, bazıları ortaçağ yazınına bazıları bir Konfüçyüs sözü, bazıları bir Hristiyan duası olduğunu söylüyorlar; neyse ne. Daha modern döneme ait sıradan bir kitap tümcesi olduğunu söyleyenler de var ama özeti şu: Değiştirebileceğim şeyleri değiştirecek cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenecek dinginlik, bu ikisi arasındaki farkı anlayabilecek sağduyu lazım. Stoacılığın da bugünkü kişisel gelişim yazınının da en en geniş, biraz da abartılı bir ifadesi budur.

Neyse, konudan sapıyorum. Konumuz Stoacılık değil aslında, Stoacılığın kendisi değil en azından. Konumuz bizi etkileyen veya bizi etkilediğini düşündüğümüz şeyler karşısındaki tavırlarımız ve felsefenin buna bir şey yapıp yapamayacağı. Kısa cevap, bize bağlı. Uzun cevap çok uzun, caz yapmadan biraz açıklamaya çalışayım.

Örneğin, bugün Stoacılık tekrar popüler oldu. Kişisel gelişim kitapları her yerde. Binlerce motivasyon konuşmacısı var, binlerce YouTube videosu size zaman yönetimi, “öz bakım” teknikleri anlatıyor, bir o kadarı da “farklı felsefeler” sunuyor. Sınırsız bir bilgimiz var.

Stoacılığın tekrar popüler olması Stoacılıktan çok bugünle ilgili bir şeyler söylüyor aslında. İhtiyaçlar tekrar benzeşmeye başladı. Örneğin “değiştiremeyeceği koşullar” karşısında çaresiz hissetmek istemeyen, bunlarla barışmak isteyen muazzam bir beyaz yakalı grubu var. Şehirli yaşamın kaosu karşısında, bunca keşmekeşin içerisinde yolunu bulmak isteyen insanlar var. Özellikle de seküler yaşamı olan beyaz yakalılar ve orta sınıflar için bu daha da geçerli. Çünkü normalde dinin hem dünya görüşü hem de yarattığı topluluk anlayışı gereği bu tür sorunlara eğilmesi için bireye yardımcı olması beklenir.

Yanlış anlamayın, Stoacılık kişisel gelişim furyaları arasında belki de açık ara en iyisi, hiç kuşkusuz sağlam bir felsefi arka planı var. Fakat biraz haşlama çayı andırıyor. Stoacılar bir şey yazmış. Güzel. Sonra bir başka modern döneme yakın filozof başka bir özet yazıyor. Sonra bunun üzerine bazı incelemeler yazılıyor. Sonra da bir kişisel gelişim yazarı bununla ilgili bir kişisel gelişim kitabı yazıyor. “Bilgenin sarsılmazlığı” düşüncesinden, “Bu sene zam alamasan da olsun, bırakma, koyverme kendini” düşüncesine evrilmiş oluyoruz. Bir uyarlama mı, sulandırma mı? Kim bilir?

Net olan bir şey var. Beyaz yaka, orta sınıf mental ve kültürel bir arayış içerisinde. Siyasetten sinemaya, sosyal medyadan kültürel faaliyetlerine kadar bu arayış her yerde görülüyor. İddiam o ki beyaz yakanın, orta sınıfın bu arayışına bir yanıt bulabilen görüşler orta vadede başarılı olacak. Felsefede de, siyasette de, kültürde de. Bu arayışın nedenini, belki mesleki deformasyon olsa gerek, politik ekonomide ve kurumlarda arıyorum.

Sendikası olmayan bir işçi, sermayesi olmayan bir burjuva çünkü orta sınıf. Hayatını idame ettirecek gücü var, değiştirecek gücü var mı yok mu kuşkulu. Yüksek kültürden anlıyoruz aslında ama yüksek kültürün yapımında çok da sözümüz yok gibi. Canımızın sevmediği şeyleri boykot edecek kadar aklımız var ama devamını getirecek kadar irademiz yok. Sağlıklı bir yaşam sürmek gerektiğini biliyoruz, hatta spor salonu üyeliğimiz bile var 12 aya bir ay hediye şeklinde ama pek de gitmiyoruz sanki. Herkes emekli olunca bir köye yerleşmekten söz ediyor ama laf arasında başkasını aşağılamak için birine“köylü” diyenlerin sayısı da hiç az değil. Çelişkisi bol ama imkanı da geniş bir sınıfa ahlak felsefesi yetiştirmek de tabii meşakkatli bir iş.

Dolayısıyla, kişisel gelişimin tekrar gündeme gelmesine entelektüelizmle burun kıvırmamak lazım fakat balıklama da atlamamak gerek. İnsanların sürekli tavsiyeye ihtiyaç duyar olması, birilerinin kendisine “nasıl yaşanması gerektiğini” öğretmesini beklemesi üzerine biraz düşününce ürkütücü fakat yeni bir durum değil. Düşünce tarihinin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Düşünen insanın, felsefeyle, bilimle ya da düşünce tarihiyle içli dışlı olan insanın yapması gereken zaten akışın bu yönde olduğu, insanların sürekli tavsiyeler aradığının farkında olmak ve bu tavsiyelerin nasıl daha düzgün ve derinlikli olabileceğine dair birtakım fikirler üretmek.

Yani aslında, Stoacıların bize verdiği tavsiyeyi her Stoacı olmak isteyene bizim vermemiz gerekiyor: değiştirebileceğini değiştirecek cesaretin, değiştiremeyeceğini kabullenecek dirayetin ve bu ikisi arasındaki farkı görecek kadar sağduyun olsun. Bu zor çağda ve bu bunalmışlıklar arasında belki de hem filozofa hem de orta sınıfa düşen budur (ki genelde ilk grup ikincisinin bir alt kümesi oluyor). Bir gün Platon’un hayalindeki gibi filozof krallarımız olursa, artık onu da o zaman düşünürüz.

Bunları da sevebilirsiniz