Politik kuramdan bahsediyoruz, bazen etik kuramlar oluyor. Kuramsal fizik var mesela. Baya bir şeyi kurabiliyoruz aslında. Kuramsal çerçeveden de bahsediyorlar. Sistematik, düzenli ve disiplinli çalışmanın en kısa yolu kuramsal düşünme. Gerçi şimdilerde aklından geçen ve kafasında kurduğu her şeyin kuram olduğunu düşünenler var. Ben de bunlara acayip kuruluyorum. Bu yazıda kuram nedir ne değildir bu konuda bilinç akışı yapacağım. Tabii yazdıklarım kuram değil, öyle akıp geçen düşünceler sadece. Belki bir gün kuramını yazmak da nasip olur.
Bazen teori de diyorlar kurama. Eskiler “nazariye” diyorlar. Nazariye ve teori birbirine çok yakın anlamlarda. “Theorein” Eski Yunanca, “göz önüne almak, bakmak, izlemek” demek. Theatron yani tiyatro sözcüğü de buradan geliyor. İzliyoruz. Teoriyi de bakmakla, görmekle özdeşleştirmişer. Kuvvetle muhtemel, belirli bir mesafeden işin içine tam anlamıyla girmeden, uzaktan bakma anlamı buradan geliyor. “Teorik” deyince bazen gerçek hayattan kopuk şeyler anlıyoruz. “Teoride iyi ama…” cümleleri buradan yadigâr. “Nazariye” de aynı şekilde. “Nazar” bakış demek biliyorsunuz, şu hani kimseye değmesin diye uğraştığımız. Bizde tabii nazar denince biraz kötü bir anlam ortaya çıkıyor ama bu oldukça yeni bir şey. “Benim nazarımda” veya “nazar-ı dikkat” gibi cümleleri bugün hâlâ bayram ziyaretlerinde duymak mümkün. “Nazariye” demişler, “nazariyat” da deniyor. Yine bakmak, görmek anlamından türeme. Bir 20. yüzyıl pozitivisti olsam mesela, çıkaracağım derginin adını “Nazar Değmesin” koyardım. Nitekim “nazar” ve “teorideki” anlam, bilgiyi üreten ile bilginin nesnesi arasındaki mesafeye işaret ediyor, günümüzde “nazariyat” sözü sık kullanılsa, onun da anlamı yer yer olumsuz olurdu herhalde. Not olarak düşelim, Latince yazanlar da bu işe “spekülasyon” diyor, o da aynı izlemek, gözlemek kökünden.
Daha Türkçe bir sözcük olan “kuram” ise sanki biraz farklı bir anlam taşıyor. Bu anlam farklılığı aslına bakarsanız epey kıymetli çünkü “kuram” sözcüğü sonradan uydurma. Nişanyan tespit edilen en eski kullanımı 1942 olarak belirlemiş. Yani Dil Devriminin en şatafatlı döneminden bile sonra. “Kur-” kökü ilginç. İhtimal, “ger-” ile kökteş. Bir şeyin gerilmesi, çekiştirilmesi, esnemesi anlamında. “Kurı” sözcüğü Eski Türkçede görülüyor, güneşin “çekilme” yönü, batı anlamında. Kurmak, sözcüğü hem germek (Yayı kurmak) hem de bugünkü anlamında “kurmak” şekliyle (Otağ kurmak) Divan-ı Lügati’t-Türk’te de geçiyor.
Aynı kur-’dan kurum, kural, kurgu gibi sözcükleri de türetmişiz. Fakat “kuram” denince en çok kafama yatan “bir şeyi kurulması” özellikle de kafada kurulması anlamı geliyor. Bir inşa sürecinden, bize ait bir üründen bahsediyoruz yani. Kurulan, gerilen, genişleyen ve yayılan bir düşünceden bahsediyoruz. Fakat kuramsal düşünce de tıpkı bir şeyi “kurmak” gibi gerçekten de disiplin ve düzen gerektiren bir şey. Kafamızdan geçenleri bir düzene sokmak, düşünceyi disipline etmek. Yani diğer bir deyişle “aklımıza bir fikrin gelmesi” değil de “bir fikir üretmek”.
Bugün de büyük ölçüde sorunlarımızı çözebilmek ve biraz olsun incelikli düşünmek için kuramsal çerçeveye muhtacız. Kutuplaşmalar, yanlış anlaşılmalar, kafa karışıklıkları ve kızgınlıklar (kısmen de olsa) kafamızı toplayamamakla ilgili. Bazen bir düşünceyi anlamıyoruz, anlayamayınca korkuyoruz. Korkunca da akıl hakimiyetini kaybediyor. Sorunlar iyice içinden çıkılmaz hâle geliyor. Üstelik sadece büyük sorunlar değil, son derece günlük hatta bazen başta sorundan bile saymadığımız sorunlar bile sonradan sarpa sarıyor.
Belki de kuramsal düşünceyi geliştirerek yanlış ikilemlerden, sırf heyecanı yüzünden cazip gelen radikal fikirlerden, peşin hükümlü çözümlerden kurtuluruz. İnsanın kendi kendine çeki düzen vermesi ve ufak düşünceleri törpülemesi çok zor. Kuramsal düşünceyi geliştirmek her şeyden önce bunu öğretiyor insana. Birkaç örnek verelim.
Bir başkasının hayatını nasıl yaşaması gerektiğine dair tavsiye vermek çok kolay örneğin. “Şunu yapma”, “bunu böyle yap”, “ona şunu deme,” “bunu öyle yeme”, “dur”, “durma” derken insanın özgüveni çok, kendin yap deyince ortada yok, ara ki bulasın. İnsan kendi kendine bir şeyleri uygulamaya çalıştığında iş çok zorlaşıyor. Aynısı fiziksel aktiviteler için de geçerli. Örneğin, belediyelerden restoranlara, hastanelerden okullara kadar, “şu da olmamış”, “bunu yapamamışlar” demek çok kolay ama daha pek çoğumuz kendi evimize, arabamıza, ofisimize bile çekidüzen veremiyoruz. Eleştirene kızmıyorum, çalışmayana kızıyorum.
“Bizim millet kitap okumuyor” diyen herkes bu cümleyi her sarf ettiğinde 20 sayfa kitap okusa, herhalde kişi başına okuma süresi bakımından dünya sıralamasında en az on sıra atlamıştık. Dünyayı şu kadar aile yönetiyor, işte şu hain planlar falan, binlerce komplo ve kuramsız düşünce, bunlarla “yorumlamak” çok kolay. Herkes Ukrayna uzmanı, herkes ABD ve Rus dış politikası uzmanı, herkes geçen ay Birleşik Krallık uzmanıydı, birkaç ay önce Fransa uzmanıydı. Kısmetse, bir dahaki ay hepimiz İtalya uzmanıyız. Rastgele!
Mesela o solcu mu sağcı mı, sosyalist mi kapitalist mi, laik mi dinci mi tartışması yapmak çok kolay, sabahlar olmasın, herkesin bir fikri var. Ne var ki, bir düşünürü, bir olayı, bir olguyu etraflıca incelemeye, çok ayrıntılı biçimde mercek almaya kalkışınca ortalıkta pek kimse kalmıyor, cılız bir azınlık kalıyoruz. Edebiyat hakkında bitmek bilmez tiratlar atanlar, dünyayı kimin yönettiğini hemencecik biliverenler, borsayı mükemmel tahmin ettiğini söyleyenler, müziği en iyi bilenler, gençliği en iyi tanıyanlar ama tecrübe sahibi de olanlar, arabadan da spordan da yemeden de içmeden de en iyi anlayanlar daha ayrıntılı analizlere pek gelemiyorlar. Büyük resmi görenlerin ezici çoğunluğu resmin ufak bir yerini inceleyip tartışmaktan imtina ediyorlar. Ya kendilerine bu kadar ufak bir vazifeyi yakıştıramıyorlar ya da başka bir iş var, bilmiyorum.
Güzel bir örneğini bir dahaki ay İtalyan seçimlerinin sonuçlarını tartışırken göreceğiz. “Aşırı sağ” üzerine, “göçmen karşıtlığı” hakkında analizler havada uçuşacaktır. Pek çok tüketim ürünü gibi bunların da bir kısmı ithal olacak bir kısmı yan sanayi ama sonuçta çoğu sırıtacak, tam oturmayacak. Neden? Çünkü kendi kuramsal çerçevemizden bakmak, kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda analiz yapmak yerine hazır, kalıp bir tartışma biçimi üzerinden işleri yürüteceğiz. Örneğin İtalya’da yeni kurulacak hükûmetin gerçekten de Türkiye ile ilişkilerinin nasıl olacağına dair en iyi ihtimalle birkaç yüzeysel analiz göreceğiz. Biraz da İtalya ve Doğu Akdeniz ilişkisi konuşulur herhalde. Ancak o kadar. Ticaret hacimleri, ikili ilişkilerin diğer yüzleri (kültür, spor, eğitim vb.) pek de tartışılmayacaktır. Belki bir ihtimal akademisyenler arasında bahsi geçer fakat kamuoyuna yansıması çok zayıf bir ihtimal. Yanlış anlamayın, ben İtalya çalışmıyorum, alanım o değil; bu analizleri ben de yapamam. Yine fakat bir vatandaş olarak beklentim budur.
Bu eksikliğin nedeni, çoğu şeyi yüzeysel bir biçimde şöyle bir kazıyıp caymamızın nedeni işte bu kuramsal çerçeve eksikliği. Kuramsal çerçeve deyince aklıma, güreş minderinden çıkan güreşçiye ceza yazan, hatta mümkünse kulağından çekip geri mindere yollayan bir hakem geliyor. Yok öyle sıkışınca konuyu dağıtmalar. Ya da efendim, yok öyle “bu kavrama bir de şu açıdan bakmak lazım” diye sonradan bir şeyler uydurmalar. İncelikli, entelektüel tartışmalara ihtiyacımız var. Aynı örneği devam ettirirsek, İtalya ve aşırı sağ analizlerine değil de örneğin İtalya’nın şehir şehir, parti parti, kişi kişi analizini yapabilecek; ekonomisiyle, diplomasisiyle, kültürüyle haşır neşir olacak bir toplumsal tartışma alanına ihtiyacımız var.
Bunu her ülke için, her düşünür için yapabilen bir Türkçe sosyal bilimler kuşkusuz hemen olacak iş değil ama bir yerden de başlamak lazım sanki. Teorisini, nazarını yani nasıl bakacağını bilen bir bilim. Kurduğunu, kuramını iyi düşünen bir bilim. Ancak bu şekilde 21. yüzyılda yolunu bulabilen bir toplum olmak mümkün. Daha önce de bir yazımı böyle bitirmiştim ama düşüncem pek değişmedi o yüzden yinelemekte sakınca görmüyorum: “Tek bir şeye ihtiyacımız vardır, çalışkan olmak.”