Telgraf Meğerse Ölmüş, Ama Bizim İçin Unutulmaz

Telgraf, 20-25 yaş altındakilerin hiç kullanmadığı, daha doğrusu belki de ne olduğunu hayatlarında hiç bilmediği bir iletişim-haberleşme sistemi.

Bir postaneye başvuruyla bir metin, haber, mesaj ya da duyuru adrese teslim olarak gönderilebilmekteydi.

2023’ün bu bakımdan bir önemi var, Avrupa’da telgrafın resmi bir şekilde son bulduğunun açıklanması olarak. Aslında 2000’li yıllara girmemizden sonra teknolojik sistemi her ülkede yavaş yavaş ortadan kalkmış, mekanik ve elektromanyetik donanımı online sisteme geçildiğinden dolayı kullanılmaz olmuştu. Türkiye’de 2006’da gerçekleşen bu dönüşüm, her ülkede biraz erken veya biraz daha geç, ama mutlaka olmuştu. 2020’den sonra da telgraf pratikte sonlanmıştı.

O zamana kadarki son dönem telgrafların ya yaşlı kişilerce alışkanlık gereği olarak ya da çok kimse tarafından eğlence şeklinde kullanıldığı belirlenmiş.

Alman Posta İdaresi (Deutsche Post) son yıllarda aylık ortalama birkaç yüz telgraf gönderildiğini bildirirken, yılbaşı gecesi son kez hatıra amacıyla 3.228 telgraf çekildiğini açıkladı.

Yok olan her şey gibi telgraf da tarihte yaşıyor.

Tarihteki önemine geçmeden önce telglrafın kendi tarihine bir göz atalım.

Nereden?

18. yüzyılın sonuna doğru Fransa’da Claude Chappe adında bir mucit tepeler arasında görsel olanaklarla kullanılan bir sistem yarattı. 19. yüzyılın ortasına yaklaşıldığında Fransa’daki yükseklikler arasındaki ağ 5 bin km. uzunluğa yaklaşmıştı. Fakat başka bir ülkede olmadığından sistem sınırlar ötesinde kullanılmıyordu ve uluslarası değildi.

1830’da Amerikalı Joseph Henry sistemi elektrik akımına uyarladı. Amerika gibi geniş topraklarda eski sistemin zorluğu, bağlantının elektromıknatıs yolunun kullanımını doğurmuştu. Bu şekilde mesafeler arasına sadece ve bir kere bir hat çekilecek ve telekomünikasyon sağlanacaktı.

1838’de ressam Samuel Morse, elektromıknatısın nokta ve çizgi esası üzerinde özel alfabesini üretti (Mors Alfabesi). Bu sayede basit bir eğitim ile sistemin yaygınlaşmasının ve her yerde kullanılmasının yolu açıldı.

İlk elektrikli telgraf hattı 1843 yılında ABD’nin Washington ile Baltimore arasına çekildi.

O yıllardan sonra telgraf en yaygın iletişim aracı oldu.

Elektrikli telgraflar, bir verici, bir alıcı ve ikisi arasına çekilmiş elektrik hattından meydana gelir. Vericiye maniple denir. Maniple, telgraf şebekesindeki elektrik akımını açıp kapayan anahtardır. Manipleye basınca devre tamamlanır ve telgraf şebekesinden akım geçer.

Sesle çalışan alıcılar da vardır. Bunlar kâğıt bir şeride yazı yazmak yerine, sert bir cisme vurarak tıkırtı çıkarırlar. Tecrübeli telgraf operatörleri, bu tıkırtıları dinleyerek mesajı çözerler. Burada kısa tıkırtı nokta (.), uzun tıkırtı çizgi () anlamına gelmektedir.

Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da başarılı bir uygulama geçiren telgraf, İngiltere ve Fransa arasındaki denizaltı bağlantısı1 okyanus ötesine de uygulanabilir mi sorusunu doğurmuştu. 19. yüzyılın ortasında bu soru Batı’nın bu iki yakasında da sorulmaktaydı. Çünkü somut bir ihtiyaç vardı. İletişim haftalar gerektiriyor, “Batılı” iki kıta birbirini izleyemiyor, haberleşme sorun oluyordu.

Özellikle Amerika kıtası, “dünyayı sarmakta olan zincirden” mahrum kalacağını düşünüyordu. İngiltere sömürgesi olan Hindistan’a ulaşmak üzereydi.

Aşılacak Olan Okyanus

Genç yaşındaki bir girişimci olan C.V. Field, çok parası olduğundan Atlas Okyanusuna kablo döşeme işinin altından kalkıp kalkamayacağının hesabını yaptı. Ve kararını verdi, bu adamla “hayat bir görevini ve o görev adamını bulmuştu”.

Fabrikalar üretime başladı. Tamamlanınca 1857’de İrlanda’nın küçük bir limanı olan Valentia’dan yola çıkan iki gemiye, (Amerikan) Niagara ve (İngiliz) Agamemnon’a yarım yarım olarak kablolar yüklendi. Niagara’daki kablo karaya bağlanmıştı, orta noktada iki gemideki kablonun uçları birleştirilecek, diğer gemi Amerika’ya varınca hat çekilmiş olacaktı. Büyük gösteriler ve umutlar yarışıyordu. Ancak yola çıkışın beş gün ve yolun 300 milinin sonunda, her şey yolunda giderken bir kaza yaşandı, Niagara’daki kablo birdenbire boşalmış, “kurtulan ucu yakalamak mümkün olmamış”, uç okyanusa gömülmüştü. İngiltere’ye yenilgi yaşanmış gibi dönüldü.

İkinci deneme için bir yıl daha geçti. Yöntem değiştirildi. Her birinde mesafenin yarısı kadar olan kablonun bulunduğu gemiler Atlantk’te bir orta noktada buluşacak, kabloların uçları orada birleştirilecek ve gemiler ters yönde giderek kablo okyanusa döşenmiş olacaktı. 10 Haziran 1858’de yola çıkıldı. Felaket bu sefer havadan geldi. Yola çıkışın üçüncü gününde on gün süren büyük bir fırtına bütün planları bozdu, Agamemnon gemisinde sallanmalardan tahrip olan kablonun bir kısmı yüzünden geri dönüldü.

İki başarısızlık yüzünden yatırılmış sermayenin yarısı yitirilmişti. Daha önemlisi, projeye güven kalmamıştı. Ancak C.V. Field, her şeye rağmen işe devam azmiyle, karamsarlığı ve kararsızlığı yeniyor ve beş hafta sonra üçüncü sefer başlatılıyor. Bu kez başarıya kimsenin inanası gelmiyor. Kıtalararası bağlantı kurulmuştur. Ağustosun ilk günlerinde durumu öğrenen “eski ve yeni” kıtalar aynı tepkiyi vermiyor, Amerika tarafı sevindirik olmuş, Avrupa başarıyı olgun bir şekilde karşılamıştır. Field’in “Amerika kahramanlığı” Kolomb’un önüne geçer ve “milli” bir nitelik kazanırken, Field Avrupa’da birkaç yıl içinde zor hatırlananlar içine girecektir.

Bu mücadelenin, iki kıta arasındaki teknik bir sorunun çözülmesinden başka ve daha derin bir anlamı olduğunu düşünen büyük bir Avrupa düşünürü-yazarı olan S. Zweig, Atlantik’e kablo döşenmesi mücadelesini ve başarısını “İnsanlığın önemli bir anı” olarak nitelendirmiştir.2

Telgraf Bizim Tarihimizde de Önemli

Bugün değil ama yakın tarihimiz telgrafla yürümüş, yürütülmüştür. Artık esamisi okunmayan telgraf o kadar hayati olayın başrolündedir ki, bu görünmez mütevazı oyuncu kendinden gene de söz ettirmeden tarihin ilerlemesini sağlamıştır.

Ülkeye gelişiyle ilgili süreci görelim.

II. Abdülhamid padişah olmuştur. Dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendini Avrupa devletleri karşısında koruma zorluklarının yaşandığı bir dönemdir. Tarafımız için Avrupa gelişmenin dünyadaki merkezidir. İktidarda kalmak için Büyük Devletlerin rızaları gerekmektedir. Hangisinin rızası sağlanacaksa ona yönelik bir lütufkarlık bahşolunur. Ve bu arada aralarındaki sorunlardan, çelişmelerden yararlanılmaya çalışılır. Güçlüymüş gibi davranılır, kimsenin yemeyeceği blöflerle diplomasi yapıldığı düşünülür. Oysa, Avrupa devletlerinden birini kendine patron seçmiş vezirlerle ve devlet ileri gelenleriyle Avrupa elçileri ortak planlar yapmaktadır.

İçte ise Sultan, çok uyanık olmak gereğiyle, hem her şeyi bilmek istediğinden, hem de her şeyden ve herkesin ne yaptığından haberdar olmak gerektiğine inandığından özel haber alma teşkilatı kurmuştur. Hafiyelerin “görünmez” kadrolar olarak çalıştığı, jurnalciliğin bir kurum olarak oluşturulduğu durum tarihseldir, kendi yazını vardır.

Ayrıca sansür kurumuyla basını ve yazılı dünyayı kontrol altında tuttuğu kanısındadır. Oysa o günkü şartlarda okuma-yazma bilenler de dahil (ki oran ülkede çok düşüktür) payitahtta ve her yerde, yazılı dünyadan çok söylem dünyası canlıdır. Bunun yanı sıra kontrol altında olmayan bir yazılı dünya olduğu gibi, resimli, karikatürlü, ilrüstrasyonlu bir başka dünya da vardır, çoğaltılan, yayılan, ilgi gören ve önlenemeyen.

Sultan yenilikçidir, kendine göre modernisttir, Avrupa’yı hem takip eder, hem de “Avrupai” takılır, örneğin, özel hayatında, Avrupa müziğine “düşkündür”, tiyatro, opera ve dans ilgi alanındadır, konyak içer, spor yapar, dil bilmez ama çevirmenler bulur Avrupa basınını izler, Avrupa polisiyelerine meraklıdır (geceleri çevirmenlerine Sharlock Holmes okutur), koleksiyonculuklar yapar, kentlere (Avrupa’daki gibi) meydan saatleri yapılmasını buyurur vb.

Bu meyanda ülkeye demiryolları döşenmesine öncülük eder. Ülkeye fotoğrafçılığı getirir, Batı’nın her şeyin önüne geçirdiği eğitimden “yanadır”,

Ama bu “asri” insanın merak ve ilgi portresinin bir açıklanması da vardır.

Demiryolları yapımı kendine bağlı olan merkeziyetçiliğin artırılmasına yönelikti ve bu yüzden bunları bütün ülkeye yaymaya çalışmıştı. Fotoğrafçılığı karşıtlarının resimlerini toplamak ve muhalefetin kayıtlarını resimli hale getirmek için önemsemişti. Bu arada Sultanın özel arşivinde ”suçların” kanıtlanmasının belgeleri olarak fotoğraflar tasnif edilmişti (bu arşiv yüzbinlercefotoğraftan oluşuyordu).

Yürüttüğü “eğitim seferberliğinin” (aslında okul sayısının artmasından başka bir şey değildir) İstanbul’dan çok vilayetlerde yapılmasının, “eyaletlerde halkı uyandırmaktan çok, oralarda çağdaşlığa kazanılmış bir ‘elit’e dayanmak gibi” bir siyasal amacı vardı.3 Okulların aynı zamanda tebaanın, “şahsına, Osmanlı hanedanına ve Hilafet kurumuna bağlılığını güçlendirmenin bir aracı” olarak kullanılması amaçlanmıştı. Periferdeki eğitim seferberliğinin “Hilafet siyaseti” açısından anlamı ise, kendini, dinsel ağırlıklı müfredatta ve Sünniliğin esas alınması ile dayatılmasında göstermektedir. Bu da “seferberliğin” toplumun aydınlatılmasına yönelik bir amaç olmadığını ortaya koymaktadır. Okul açılması uygun görülen yerlere aynı zamanda imamlar ve ulemalar da gönderilmiştir. Sultan adeta bir “Sünni misyonerlik” faaliyeti yürütmüştür. Bütün yenilikler ve eğitim faaliyetleri, bunları devletin de kullanması için değil, devlet aracılığıyla kendi kontrol mekanizmalarının geliştirilmesi için, kişisel yönetiminin sağlamlaştırılması için yapılmaktaydı.

Bunların dışında “çok belirgin bir modernite gösterisi peşinde”ydi.4 Eğer gelişmeleri ve ileri yöntem ve teknikleri yalnızca iktidarı ve baskı rejimini güçlendirmek için kullanmak istemesi sözkonusu olmasaydı, kendisine “modernist” veya “aydın despot” da denilebilirdi. Sonuçta, meraklarının ve eğilimlerinin, istenmeden bir sonuç olarak ortaya çıkaran şeyler dışında (teknik eğitim ve okul çeşitlenmesi gibi) hiç biri toplumsal bir yarara dönüşmedi.

Eğitim faaliyetleri ve yenilikler, kendinden önceki padişahlara göre ilerlemedir, ama, bırakalım Avrupa düzeyini, bunlar, ülke içindeki azınlıkların (hatta büyük kentler dışındaki kırsal kesim Hıristiyan toplulukların bile) çok gerisindedir.

Diğer toplumsal yenilikler ise dayatan ve gecikmiş olan ihtiyaçlardır, elbette yapılacaktır.

Ayrıca Abdülhamid’in, belediye hizmetlerinde, sağlıkta (hıfsızsıha kurumu ve hastaneler), yardımlaşma kurumlarında (yetimhaneler, Darülaceze vb.), bayındırlıkta (resmi binalar), şehircilikte (yollarda kaldırım uygulaması, yol planları, demiryolu istasyonları) vb. birçok şeyde devlete ve topluma kazandırdığı yenilikleri olmuştur. Her şeye rağmen bunlar, özü ve niceliği itibarıyla, toplumu olumsuz yönde biçimlendirme politikalarının etki ve sonuçlarını ortadan kaldıracak, hatta hafifletecek özellikte değildir.

Ülkeye Mithad Paşa’nın (1822-1884) Tuna Valiliği döneminde girişi yapılmış telgrafı (ve postane teşkilatının yeni teknik donanımını) Sultan II. Abdüllhamid, heyecanla karşılamış, hemen benimsemişti. Yeni icat olması onun için önemliydi, kendisine yararlı bir oyuncak da olabilirdi, ancak onun esas yönünü sezmişti. Haberleşme modernizasyonunda (telgraf ve posta sistemi) yenilikler, kontrol edilebilirlik ve denetlenebilirlik özellikleriyle baskı mekanizmalarının yardımcısı olacaktı. Bunlardan telgraf sisteminin yaygınlaştırılması, merkeze uzak yerlerde sultanın iktidarının, yönlendirmesinin ve denetiminin sağlanmasına yönelikti. Telgraf gibi dönemin en önemli yeni icat haberleşme aracını, yönetimini sağlamlaştırmak ve iktidar için kullanmak amacındaydı. Nitekim öyle de oldu. Jurnaller telgrafla iletildiğinde Yıldız Sarayına kurulan telgrafhaneye geliyordu.

Milli Mücadele ve Cumhuriyet Tarihinde Telgraf Savaşları

20. yüzyılda telgrafın Türkiye tarihi bakımından bambaşka bir anlamı daha vardır. Kurtuluş Savaşımız, silahla olduğu kadar telgrafla da yapılmış, azimle ve inançla kazanıldığı kadar telgrafla da kazanılmıştır. O günlerde telgraf o kadar önemlidir ki Kuvayı Milliyeciler geldikleri bir yeni yerde ilk gittikleri ve kullandıkları yer telgrafhane olmaktadır. Ve telgrafhaneleri elde tutmak her şeyden önemlidir.

Cumhuriyet dönemi ressamlarından Şeref Akdik’in “Atatürnk Telgraf Başında” (1934) adlı tablosu (180 X 140 cm., İstanbul Resim ve Heykel Müzesi)

Anadolu’ya Samsun’da 19 Mayıs 1919‘da çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın ilk işi, telgrafhaneleri kullanmak olmuştu. O günleri takip eden bütün yıllar boyunca telgraf onun için öneminden hiç bir şey kaybetmedi. Mustafa Kemal’in yıllar boyunca mutlaka her gün telgrafhaneye yolu düşüyor, hatta bazı zamanlar günlerini ya da gecelerini telgrafhanelerde geçiriyordu. Unutulmasın ki, bütün talimatlar, emirler telgraflarla veriliyor, haberleşme bilgilendirmeleri telgrafla yapılıyor, tartışmalar bile telgraf yazışmalarıyla oluyordu.

Şu denebilir, Kurtuluş Savaşı, telgrafhanelere önem verildiği ve telgraf savaşı kazanıldığı için kazanılabilmiştir.

Samsun’a çıkıştan 1927’ye kadar Mustafa Kemal’in yaşadığı ve aynı zamanda o dönemin tarihi olan Nutuk da yoğun telgraf trafiğinin kanıtıdır.

Atatürk’ün Bütün Eserleri’nin otuz cildinin önemli bir kısmını Mustafa Kemal’in gönderdiği telgraflar oluşturmaktadır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki telgraf savaşı ayrıca bir yazısı olacak kadar malzeme yüklüdür.

Özetle, telgraflarla ilgilenmeyen ve onları kullanmayan bir tarihçi, Milli Mücadelenin ve Cumhuriyet’in kuruluşunun tarihini yazamaz, yazmamştır. Tarihyazımımızdan telgraf çıkarıldığında geriye az şey kalır.

NOTLAR

1Dover’la Calais arasına Manş Denizinde kablo döşenmesi, düşünülmesinden bir ay sonra gerçekleştirilmişti (ama boğazdaki en yakın mesafe 30 mildi).

2 Sefan Zweig, “Das erste Wort über den Ocean”, Sternstunden der Menschheit, Weltbild Verlag, Augsburg 1995, s. 154-178; Türkçesi için bkz. Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, “Okyanusu Aşan İlk Söz /Cyrus W. Field – 28 Temmuz 1858”, (çev. Burhan Arpad) TİB Kültür Yayınları, Ankara (?), s. 155-178.

3 Server Tanilli, Din ve Politika / “Laik Barış”ın Dostları ve Düşmanları, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2008, s. 64-65.

4 François Georgeon, Sultan Abdülhamid, İletişim Yayınları, İstanbul 2012, s. 340.

Bunları da sevebilirsiniz