İthal Düşünceden de Vergi Alacak mıyız?

 

Hikâye doğru mudur söylence midir bilmem: Nelson Mandela’ya “O kadar sene mahpus hayatına nasıl dayandın?” diye sorulunca, “Dayanmadım ki, hazırlandım.” demiş. Herhalde Türk aydınına da yarın öbür gün “O kadar itilip kakılmaya, onca eziyete nasıl dayandın?” diye sorulunca o da aynı cevabı verecektir. “Türk aydını” yekpâre bir şey değil tabi, bakmayın böyle “şöyle yapar”, “böyle eder” dediğime, bir umut işte.

Türk aydını için her şey yazılıp çizildi sanırım. Her şeyden önce “aydın” kavramının bir gelişmemiş ülke tabiri olduğu söylendi, çok da yanlış değil. Batı medeniyeti kendisinden çıkan mürekkep yalamış insana, “entelijansiya” diyor. “Literati” diyen var, “sözden, yazıdan anlar, okur yazar” diye düşünülerek. “Aydın” denince ise farklı bir şey anlıyoruz sanırım. Biraz daha “toplum için düşünen” biraz daha fazla sorumluluk yüklediğimiz bir figür. Gelişimini tamamlamamış ülkeye yakıştırılması da bundan sanırım. Ülkenin mürekkep yalamışlarının fazladan çalışması lazım ki aradaki fark kapansın. Hiç öyle siyasetten düşünmeye bile gerek yok, uç bir örnek verelim: Türkiye’den bir Hititolog veya Sümerolog çıkacağı zaman sadece bu zor bilim alanlarına hakim olması yetmiyor. Yalnızca yetiştiği coğrafyadan dolayı iki temel görevi daha oluyor. Birincisi bu tarz alanların gelişmesiyle ilgilenmeyen bir insanı ve hatta bazen bir entelektüel camiayi ikna etmesi gerekiyor. Hatta gün oluyor bazı alanlara ilgisizlik değil, bir düşmanlık bile oluyor. Bizantoloji, Latince gibi alanlar ilk akla gelenler. İkinci görev daha da zor. Bu alanda gelişmiş ülkelere, merkezlere, üniversitelere yetişecek biçimde çalışmak ve üretmek gerekiyor. Kısacası zor, çok zor. Bu yüzden de toplumsal gelişmenin daha az olduğu yerlerde kişisel olanı tercih etmek bir zorunluluk haline geliyor. Kişisel olan daha çok tercih edildikçe, toplumsal olan daha da zayıf kalıyor. Aşağı doğru inen bir sarmal bu. Bir yerden durdurulsa, belki de her yerden düzelecek bir sarmal üstelik, yukarı doğru yönlendirmesi kolay. Başlaması zor sadece.

Yıllarca kalkınma ekonomisterinin, dünya sistemleri kuramcılarının, emperyalizm üzerine çalışanların, “big push model” (“büyük itki modeli” diyelim mi?) önerenlerin uğraştığı sorun da buydu. Hâlâ aynı sorunla boğuşuyoruz, bunun sadece ekonomik temelli olduğunu düşünmek de 20. yüzyıldan kalma kötü bir miras. Ekonomi, sorunların ayrılmaz bir parçası, buna itiraz eden çıkmayacaktır. Fakat düşün dünyamızda, yaratıcı süreçlerimizde, bilimsel çalışmalarımızda, teknik ilerlememizde sorunlar olduğunu biliyoruz ve bu sorunların sadece ekonomiye indirgenmesi de analizi kısırlaştırıyor. Sorunu başka bir yerden daha tanımlayacağım: Sorun bu topraklarda düşünce üretmek konusunda isteksizliğimiz ve aslında biraz da korkaklığımız. Bazen düşünce dünyamız yamalı bohçaya benzemiyor mu? Çin modeli tartışmaları bile bunu gösterdi. “Çin modeli değil, Türk modeli” denmesinin hakikaten anlamı var mı? Türk insanı bunun gerçekten de kendisinden doğmuş, kendi ruhunu ve kendi değerlerini yansıtan bir model olduğuna inandı mı? Pek de öyle görünmüyor. 1980’li yıllarda “hadi mecbur kaldık” diye neoliberalleşen Türkiye, 40 sene kendi planını kurmak ve doktrinini oluşturmak için disiplinli bir biçimde çalıştı mı? Çalıştıysa da sonuç çok olumlu değil gibi. Hâlâ entelektüel olarak bocalıyoruz sanki. Kimsenin kafasında bir model yok aslında. O model olmazsa, bunu getirtiriz. İdeoloji bu, gümrükte takılacak değil ya!

Ehven-i şer gibi model seçmeye çalışıyoruz sanırım. Aydınımızda ara sıra görülen bir sorun. Hemen sizi eskilere götüreyim. İ. Hakkı Sunata İstanbul’da İşgal Yılları adlı kitabında ne anlatıyor bakalım. Yıl 1919, İzmir’in Yunan işgaline uğramasının ertesi haftas düzenlenen bir protesto mitingi:

…Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver) konuştular. Hamdullah Suphi Bey konuşurken bir ara, ‘Dörtler Meclisi madem asayişi bozuk görmüş, niye Yunanlılar gibi yakıp yıkıcı bir devlete veriyorlar bu işi, neden medeni bir devlete ve mesela İtalyanlara vermiyorlar?” diye bir dil sürçmesi yapınca bizim talebeler bağrıştılar: ‘Onu da istemiyoruz, sözünü geri al.’ Zavallı Hamdullah Suphi Bey, ‘Onu da istemiyoruz” diyerek sözüne devam etmişti.”1

Sorun bugün de aynı değil mi? Sürekli birileri şu düşünceyi takip etsek daha iyi değil mi diyor? Halbuki aslolan kendimize ait bir düşünce dünyası kurabilmek. Kuşkusuz, bu topraklardan çıkacak fikir yine bu ülkeyi geliştirmek konusunda en beceriklisi olmaz mı? “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” sözü sadece bir slogan olmasa gerek. Türkiye’nin yol haritası olacaksa, bu yol haritasının bir başka ülke, kültür veya düşünceden ödünç değil de kendisinden ilham alarak çizdiği bir şey olması gerekmez mi?

Bu elbette dışarıya karşı kapalı olmak demek değil. Nitekim hiçbir zaman bu anlamda söylenmedi. Örnek üzerinden gidecek olursam: Hayalim, Türk edebiyatını her yerde ve koşulda yabancı edebiyata tercih etmek değil. İstediğim, yabancı edebiyattan da beslenen ama ona öykünmeyen ve asıl kaynağını da unutmayan bir edebiyat. Dil, sanat, siyaset, ekonomi ve geri kalan pek çok şey için böyle. Bütün bunları hesap ettiğimiz zaman Cumhuriyet devrimleri her zamankinden çok anlam kazanıyor. Doğu’dan, Batı’dan, Kuzey’den veya Güney’den değil, öncelikle kendisinden medet uman bir Türkiye ve bu Türkiye için çalışan, üreten bir Türk aydını. Şimdilik çok gerçekçi durmuyor olabilir ama siz umudu kesmeyin. Hangi cenahtan olursa olsun, kısa vadeli ve öykünücü çözüm önerilerini duyunca, Türkiye’yi ve elbette daha genel ve daha da büyük insanlık hedefini düşünerek üzülüyorum. Üstelik hâlâ Tanrıöver’e hafiften sitem eden o talebelerden biri gibi hissediyorum: “Hayır, onu da istemiyorum.” (Tabi burada Hamdullah Suphi’nin vatanseverliği konusunda bir sataşmada asla bulunmuyorum. Sunata’nın örneği üzerinden devam etmek için yine Tanrıöver’in adını kullandım. Hamdullah Suphi’nin Yunan kuvvetlerini eleştirirken biraz abartıya başvurup “dil sürçmesi” yaşadığı çok açık gibi duruyor.)

Başladığımız gibi bitirelim. Onca ithal düşünceye nasıl dayandın diye sorulunca bir gün, “Ohooo” diyeceğiz, “dayanmadık ki, biz düşünüyorduk o sırada.”

1 Sunata, H. İ., İstanbul’da İşgal Yılları, (2016). İş Bankası Kültür Yayınları. s. 38.

Bunları da sevebilirsiniz