İki gün önce, 11Nisan 2021 tarihinde haber kanallarına bir bilgi düştü.
Bir soru üzerine Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, “Tapu ve Kadastro Bilgi Sistemi (TAKBİS) Kayıtlarında, 7 Şubat 2021 tarihine kadar yabancı gerçek kişilerin satış vb. yollarla edinmiş oldukları tarım vasıflı aktif taşınmazlar (tarla, bağ, bahçe, zeytinlik, fındıklık vb.) 16 milyon 265 bin 176 m2 olarak görülmektedir” dedi.
Şimdi bu konuda bir soru soralım!
Çiftçi elindeki tarım arazisini neden satmak zorunda kalmış?
Bu sorunun cevabını aramaksızın sonuç üzerinden sızlanmak çözüm değil. Bir başka deyişle neden-sonuç ilişkisine değinmek gerekiyor.
Ortaya çıkan sonucun iki nedeni var.
Bunlardan birincisi dış nedenler.İç nedenleri sonraki yazımıza bırakalım.
Dış nedenini açıklayalım.
1980’li yıllara değin dünya, iki kutbun yönlendiriciliğindeydi. Bir yanda reel sosyalizm, bir yanda emperyal kapitalizm ve kurumları dünyayı şekillendiriyordu. Emperyal kapitalizm, anılan yıllara değin özellikle çevre ülkelerinde köylülüğü, bir başka deyişle küçük üreticiliği destekleme politikalarını sürdürdü.
Ancak temel amacı, özellikle çevre ülkelerinde ortaya çıkabilecek toplumsal muhalefetin devrimci hareketlere dönüşümünü engellemek, daha doğrusu onları düzenin sınırları içinde kalmalarını yönlendirmekti.
Bununla birlikte, emperyal kapitalizm, 1980’li yılların sonlarından itibaren tarımda izlediği politikaları terk etmeye başladı. Bu dönüşümde iki önemli etken rol oynadı.
Bunlardan birincisi, reel sosyalist sistemin baskısını ortadan kalkmasıydı.
İkincisi de tarımda özellikle Batı’da endüstriyel tarımın geldiği noktaydı. 1980’li yıllara değin tarım ürünleri ithalatçısı olan Batı, Ar-Ge ile geliştirdikleri yeni teknolojiler ve olağanüstü destekler aracılığıyla tarımda da gereksinimlerin çok üstünde tarımsal ürün ve girdi stoklarına ulaştılar. Anılan stokların eritilmesi, Batı için varlıklarının sürdürülmesi açısından yaşamsal bir zorunluluk durumuna geldi. Ellerindeki ürün fazlalarını çok ucuz fiyatlarla ihraç ettiler. Bu nedenle çevre ülkelerinin pazarlarını ele geçirmek için neo-liberal politikaları zorlamalarla devreye soktular. Neo-liberal politikalara, emperyal yüzlerini saklamak için küreselleş(tir)me politikaları adı da verildi.
1980’li yılların başından itibaren Amerika Birleşik Devletleri(ABD) ve Avrupa Birliği (AB)’de tekelci şirketlerin güdümünde olan Uluslararası Para Fonu (UPF), Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi kuruluşlarının baskısı ve yönlendirmesiyle, neo-liberal politikalar bir çevre ülkesi olan Türkiye’ye de yansıtıldı. Bu politikalar, tarımda desteklemelerin azaltılması ve hedef kitlere ulaştırılmaması, tarımsal kitlerin özelleştirilmesi ya da kapatılması, Tarım Satış Kooperatifleri ve Ziraat Bankası gibi kredi kuruluşları işlevsiz duruma getirilmesi ile uygulandı.
Bu durumun sonucu olarak, kırsal kesim giderek daha da fakirleşti, kırdan kente göç hızlandı ve tarımsal üretim, nüfus artışına göre geriledi.
Kısaca Türkiye’de uygulana gelen tarım politikalarının, büyük ölçüde dış dinamikler ya da küreselleş(tir)me ya da daha doğrusu emperyalizm ile bağlantılı olduğu görülmeli.
Tarımda olduğu üzere Türkiye’de yaşanmakta olan ekonomik krizin kökenini burada aramak zorunluluğu var.
İşte dayatılan bu politikalarla çiftçi de para kazanamaz oldu.
Bir kesimi tarımı bıraktı.Türkiye’nin 2002 yılında 41 milyon 196 bin hektar tarım alanı bulunmasına karşılık,bu alan 3 milyon 484 bin hektar azalarak 37 milyon 712 bin hektara düştü.Bir başka anlatımla Trakya tarım alanın üç katından daha fazla tarım alanı kaybedildi.
Bir kesimi de tarım topraklarını yabancı şirketlere satmak zorunda kaldı.
Özetle emperyalizmin dayattığı neo-liberal politikaları görmeksizin ve karşı çıkmaksızın sızlanmanın işe yaramadığını söylemek gerekiyor. İşin özü bu değil mi?
13 Nisan 2021