Sanatta Duygusallık Ve Duyarlılık

Duygusallık ile duyarlılık arasındaki uçurumu anlatmak ne kadar zor. Halk türküsüyle arabesk müzik arasındaki fark da duyarlılık ve duygusallık ayırımına dayanır. Kötü roman ile edebiyat arasındaki fark da. Duyarlı şairler ve yazarlar, aynen Sait Faik gibi, Nazım Hikmet gibi ne kadar duygulandıklarını anlatmaya çalışmazlar, hatta saklarlar. Onlar yerleştirdikleri ustaca sözcüklerle hatta söylemedikleriyle anlatırlar vermek istediklerini.

Oysa günümüz edebiyat modası, duyguları uzun uzun tumturaklı cümlelerle didik didik etmeye, edebi gevezeliğe dayanıyor. Çehov’un üç sayfada ulaştığı hikâye derinliğine otuz sayfa ağdalı kelimeler yazsa da ulaşamıyor elbette.

Yaşar Kemal’in sık tekrarladığı “Sanat şiddettir!” sözü bu bağlamda anlaşıldığında da daha da değer kazanıyor. Ecinniler’de Şatov’un yılardır beklediği sevgilisine kavuştuğu gece öldürülmesidir şiddet; Gregor Samsa’nın bir sabah kendini böcek bulmasıdır. Bence edebiyatın en yüksek aşaması olan “anlatmadan anlatmak” ancak böyle başarılabilir. Yaşar Kemal’in daha çıkmadan, ilk gençliğinde yazdığı “Bebek” hikayesi bile melodram tuzaklarına düşmez. Onun romanlarında, hikayelerinde derin bir duyarlılık vardır, duygusal kanırtmaların ise zerresi yoktur.

Özellikle kapitalizmin en azgın aşamasında mal satmaktan başka değer tanımayan dünyada, insanın temel gerçekleri olan aşk, ölüm, hırs, dostluk, düşmanlık gibi duyguların günde onlarca kez vıcık vıcık kullanılarak anlamsızlaştırıldığı, sıradan sözler haline getirildiği medya/reklam çağında, öz edebiyatın gevezelikten tamamen kurtulması gerektiğine inanıyorum.

Diyelim ki, romanda konumuz, oğlu öldürülmüş bir babanın acısı olsun. Bu acıyı bin bir değişik şekilde anlatabiliriz; baba yüreğinin nasıl yanıp tutuştuğunu etkili sözlerle betimleyebiliriz, oğlu doğduğu zaman onun minik ayaklarını öpüşü gibi pek çok duygusal sahneler yaratabiliriz. Bütün bunlar dramatizasyondur. Ama Homeros böyle yapmaz, bu yolların hiçbirine başvurmaz. Ya ne yapar?

Truva surları önünde oğlu Hektor’un, Akhilleus tarafından öldürülüşünü ve at arabasına bağlanan cesedinin sürüklenerek düşman karargahına götürülüşünü izlemek zorunda kalan Kral Priamos’un acısını belki de bulunabilecek en etkili biçimde anlatır Homeros. Bu acıyı, hiçbir sözcüğün dile getiremeyeceği bir eylemle aktarır. Gururlu Kral Priamos, o gece kılık değiştirerek düşman karargahına sızar. Akhilleus’un çadırını bulur ve oğlunun katilinin önünde diz çökerek, ayaklarına kapanarak, hatta evladını öldürmüş olan kanlı ellerini öperek ona Hektor’un cesedini vermesi için yalvarır. Kralın gururunu ve intikam duygularını ezip geçen bir andır bu, öyle ki oğlunun katilinin önünde kendini bu derece aşağılamanın, küçük düşürmenin şaşırtıcılığını, çektiği büyük acıyı bizim dehşetle kavramamızı sağlar.

Oğlunun öldürülmesi bir yeryüzü teması. Son yıllarda Sur’da Cizre’de Afrin’de bu trajedi tekrarlanır durur. Oğlu öldürülmüş acılı baba, cenazesini almak için zalim devlet çarkının dişlileri arasında çırpınır durur. Başka bir acılı baba, “oğlumu morgda gördüm, gözleri yoktu, onun gözlerini kim oydu?” diye sorar, kâinat susar.

Sanatta az çoktur, duygusal kanırtmalar duygusal laflar acıyı anlatamaz, acıyı malzeme yapar, kullanır. Romandan uyarlanan filmlerde romanın tadını bulamamızın nedeni de budur. Okur romancının ustaca anlattığı dünyayı kendi kurar, senarist ve yönetmenin duygusal zorlamalarla ona izlettiği dünya genellikle onun hayal gücünün gerisindedir. Yıllar önce Charles Dickens’in “Büyük Umutlar” kitabını elimden bırakamamış, bir solukta okumuştum. Yıllar sonra romandan uyarlanan filmini izlediğimde benim hayal dünyamdaki ortamların, kişilerin bambaşka olduğunu görüp hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü romanda kelimeler yalın anlatım güçlüyken, film duygusallığı öne çıkarmaya çalışmış, romanın gerisinde kalmıştı. Her roman uyarlaması film böyle olmaz tabi ki, çok usta yönetmenler ve senaristler duyarlılığı ön plana aldıklarında başarabilirler. Ressam Adnan Turani Ankara’daki sanat sohbetlerimizde “az çoktur” derdi sık sık. Bir gün tuval önünde resimle uğraşırken bana dönüp “beyazın renklerini arıyorum, çok zorlanıyorum” demişti. İşte sanatın tüm alanlarında beyazın içindeki renkleri ararcasına duyarlılık, az ile çok şey anlatmak gerçek sanatı yaratıyor, insan beynini zenginleştiriyor, ruhumuzu bizi arabesk labirentlere sokmadan, zorlamadan rahatlatıyor. Yaşar Kemal, Boğaziçi Üniversitesinde Fahri Doktora törenindeki konuşmasında sanatın duyarlılığından söz eder.

Sözün gücüne her zaman inandım. Roman, sözlü sanatın en önemli koludur, çünkü her okuyucu bir romanı okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki, bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin ağacı gelir, romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözlerinin önüne. Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır. Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır.

Bugün tüketim toplumu diye doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Tüketimciler topluma bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür benimsetmeye çalışıyorlar, insanları birer birer obur canavarlar haline getirmek istiyorlar. Roman bu toplumu ele geçirmek isteyenler için tehdittir. Onun için de romanı, “bestseller” denilen yapaylıkla boğmaya çalışıyorlar. Gerçek romancı insanlara insan olduklarını ince bir duyarlılıkla söyler. Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın