Mother!


Lisede, üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanmak için gittiğim bir dershanede, dersin sonundan beş dakika çalıp bir sohbete girişmiştik. “Neden toplumsal cinsiyet eşitsizliği var?” Verilebilecek onlarca cevap vardı elbette. Herkes kendi düşüncesini söyledi. En son hocamız şöyle demişti: “Çünkü kadın anne oluyor ve anne olduktan sonra dünyadaki hiçbir şey evladından değerli olamıyor. Dünya yansa umurunda olmuyor.” Daha sonrasında Virginia Woolf’unda benzer bir bakış açısıyla kadını toplumda güçlü bir birey olmaktan alıkoyan unsurlardan en güçlüsünün annelik kavramı olduğunu okuyacaktım.

Yaklaşık 3 ay önce bir film izledim. O zamandan beri bu yazıyı yazmayı düşünüyorum. Fakat yazıyı yazmak için hiçbir açıdan yetkin değilim. Ne sinema, ne dini, ne politik, ne feminizm… Ocak ayı için kaybettiğimiz feminist yazar Ursula Guin “Yazmak için 2002’lerin sonlarını beklemek en doğrusu.” demiş. O kadar bekleyemeyeceğim için affedin.


Bir Rüya İçin Ağıt( Requeim for A Dream), Siyah Kuğu( Black Swan), Pi, Kaynak ( The Fountain) filmlerinden tanıdığımız Darren Aronofsky’nin son başyapıtı Anne! ( Mother!) Ben bir başyapıt olarak adlandırsam da izleyenleri beğeni konusunda keskin çizgilerle bölen bir film olduğu açık. Beğenenler çok beğeniyor. Beğenmeyenler nefret ediyor.

Başrollerinde Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in bulunduğu film sıradan bir gerilim filmi gibi başlıyor. Yeni taşındıkları, şehirden uzak eve yerleşmeye çalışan bir çift. Kocasına adanmış bir kadın. İlhamını kaybetmiş bir şair. Aralarındaki tatminsizlik duygusu daha ilk dakikadan sizi yakalıyor. Adamımıza yetmeyen bir şeyler var. Derken bir gece yarısı kapıları çalıyor. Eve gelen misafirden kadınımız pek hoşlaşmasa da adamımız sohbetinden pek keyif alıyor. İlerleyen vakitlerde misafirin eşi de geliyor. Kadın bu misafirleri istemese de adam kadının fikrini ve hissini umursamadan bu misafirleri evde ağırlıyor. Başlarda bunlar kimdir? Olay nedir? Hiç ama hiç anlaşılmıyor. Hatta kendi adıma ilk yarıda sıkıldığımı bile söyleyebilirim. Olmadık sahnelerde gereksiz bir gerilim ve vurgu varmış gibi gelmişti. Fakat sevgili okur henüz izlemeyenler için seyir zevkini yükseltmek için söylüyorum ki film ilmek ilmek dokunmuş. Başta gereksiz bulduğunuz her şey filmin son yarım saatinde adım adım anlam kazanıyor.

Güçlü bir sinematografi ve simgesel anlatımla bezenmiş film aslında finalde alenen tüm çıplaklığıyla ortaya dökülüyor. Tabii görmek isteyenler için… Bu noktadan sonra filmden ipucu vermeye başlayacağım. İzlemeyenler gardını alsın! Kadınımıza direk “Anne” ismini, adama da O (Him) ismini veriyor yazar. Gelen misafirler de Adem ve Havva. Yani en başta anlıyoruz ki tanrıyı bir sanatçı bir erkek olarak kişileştiriyor. Evimiz cennet oluyor bu halde ve filmin başından sonuna cennetin cehenneme dönüşmesini izliyoruz. Böyle anlatınca fazla dini göründüğünün farkındayım. Fakat yazar her şeyi hem net hem de öyle muğlak çizgilerle anlatıyor ki, izleyenlerin konuyu istedikleri yöne çekmeleri mümkün. Dinler tarihi, dünya tarihi akışı izlerken arka planda. Yakın planda ise bir kadının aşk, evlilik ve annelik çırpınışlarını görüyoruz. İşte benim filmi seçmem bu yakın plandaki bakış açısından kaynaklanıyor. Yakın plan dediğim, kadının bakış açısından akan film genişleyen bir çember gibi sorunu özelden genele yayıyor.


E cennet, Adem ve Havva olur da yasak elma olmaz mı? Bu misafirler arkalarından nice misafirler getirerek evi dolduruyor. Anne, misafirleri evde istemese de onun düşünce ve hissini yok sayan adam, yani ‘O’ misafirlerden beslenip ilham aldığını vurgulayarak bunu reddediyor. Ta ki yasak elmaya dokunana dek. Yasak elmaya dokunan insan cennetten kovuluyor. Filmin ilk yarısının sonunda baş başa kalan çiftimiz tekrar kendi sorunlarına dönüyor. Duygusal açıdan tatmin edilmeyen, fikri yok sayılan kadın bu sefer avaz avaz bağırarak istediğini alıyor. İkinci yarı Anne’nin anne olacağını öğrenmesiyle başlıyor. Hamileliği O’nun ilhamını geri getiriyor ve en iyi eserini yazmaya koyuluyor.


En başından beri evi yani cenneti yapan kadın arada geçen dokuz ayın sonunda O’nun yeni çıkan kitabının kutlaması için karnı burnunda hazırlık yaparken görülüyor. Zaten ne oluyorsa bundan sonra oluyor. O’nun hayranları cenneti cehenneme dönüştürüyor. Büyük bir hızla akan son yarım saat içinde filmin durduğu tek bir nokta var. Anne’nin çocuğunu O’nun hayranlarından sakladığı bölüm… Çocuğunu doğuran Anne onu çığırından çıkmış hayranlara göstermek istemiyor. O ise annenin bir anlık uyku gafletinden yararlanıp çocuğu hayranlara teslim ediyor. Hayranlar yani artık çığırından çıkmış insan soyuysa çocuğu çiğ çiğ parçalayarak yiyor. Bu noktada bir annenin ne yapacağını tahmin ediyorsanız anne de onu yapıyor. Yani tam manasıyla dünyayı yakıyor.

Bir söz vardır, mahkemelerde dile getirilen “Gerçeği yalnız gerçeği söyleyeceğime yemin ederim.” diye; işte bu filmde Aronofsky yalnızca gerçeği anlatıyor. Cesaretiniz varsa sizi de izlemeye davet ediyor.

İnsanlığın bencilliğinin, kibrinin ve eril düzenin yok ettiği dişil doğanın kıyamete nasıl geldiğine şahit oluyoruz bizde. Üretmenin değil tüketmenin hazzının, yaratmanın değil yok ediciliğin alkışlandığı günümüzde gerçeği izlemeye ve eril düzenin sonuçlarıyla yüzleşmeye cesaretiniz varsa izleyiniz!


*Yazıyla ilgili görseller web alıntısıdır.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın