Şehirler, üzerlerine yaşam sinen resimler gibidir. Coğrafyasıyla, mimarisiyle, insanıyla yaşar gibidir şehirler. Bu hafta sizlere, beni oldukça şaşırtan bir şehirden bahsetmek istiyorum. Kayseri’den… Malumunuz, Kayseri denilince akıllara pastırmadan sonra, Sakıp Sabancı, “Anadolu Kaplanları” ve Abdullah Gül gelir. Son olarak da, başkanlık referandumunda, %68’lik evet oranı ile rekor sayılabilecek bir “efsaneye” imza atmıştır Kayseri. Uzun zaman önce arkadaşlarımızla yaptığımız bir plan doğrultusunda, 21-23 Nisan tarihleri arasında Kayseri’deydik.
Kayseri’ye giderken biraz ön yargılı olduğumu itiraf etmeliyim. Bu kadar yüksek oranda “evet” dediği için Kayseri’ye kızgındım hatta. Açıkçası benim için Kayseri ziyareti, stresli bir dönemin ortasında arkadaşlarla geçirilecek hoş bir hafta sonu kaçamağından ibaretti. Havaalanında uçağı beklerken eşime, “İşi gücü, akrabası eşi dostu olmayıp, bizim gibi Kayseri’yi görmeye giden kimse yoktur herhalde” diyerek takılıyordum. Eşimse bana, Kayseri’yi o kadar da hafife almamam gerektiğini, şehrin tarihsel olarak çok önemli bir şehir olduğunu söylüyordu. Ama benim için Kayseri’nin o güzel tarihi, geçmişte kalmış; üzerine ölü toprağı örtülmüştü. Öyle sanıyordum.
Gece vakti, uçaktan inip, konaklayacağımız otele giderken, Kayseri’ye dair dikkatimi çeken ilk şey, geniş caddeler ve o geniş caddelerin kenarlarında uslu uslu oturan binalar oldu. Bu şehir, düzenli bir şehirdi. İstanbul’da, İzmir’de görmeye alışkın olmadığımız denli düzenliydi. Sonradan öğrendiğimize göre, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında şehir yapılanması planlanmıştı ve şehir, o plan çerçevesinde gelişmişti. Otele giriş yaptıktan sonra, küçük bir şehir turu yaptık. Şehrin meydanında iki büyük Atatürk heykeli olduğunu gördük. Kayserili arkadaşımız, meydanında iki tane Atatürk heykeli bulunan tek şehrin Kayseri olduğunu söyledi. Kayseri dışında başka bir şehir meydanında birden fazla Atatürk heykeli var mıdır bilinmez ama İslamcı olduğu ön yargısını taşıdığım bu şehirde gördüğüm bu heykellerin beni şaşırttığını söylemeliyim. Kayseri’de alkol almak istiyorsanız, gidebileceğiniz adresler yalnızca uluslararası otellerin barları. Biz de bir otelin, şehrin geniş düzlüklerini gözler önüne seren çatı barına giderek birer kadar bir şeyler içerek gecemizi sonlandırdık.
Ertesi gün, şehir merkezine giderek gezmeye başladık. Şehir, çok sayıda Roma, Selçuklu ve az sayıda Osmanlı yapısı ile çevrelenmiş durumdaydı. Kayseri Kalesi, şehrin merkezindeki inanılmaz şirin saat kulesi hemen dikkat çeken iki önemli yapı. Eşim ve ben akademiye gönül vermiş insanlar olarak, hemen dikkatimizi çeken ve tarihi dokusuyla oldukça davetkâr duran Gevher Nesibe Halk Kütüphanesi’nin içine çekildik. Kütüphane büyük sayılmazdı. Ancak içerisi kalabalıktı. Göz ucuyla baktık. Çalışanların çoğu test çözüyordu. Ama kitap almak için gelmiş olanlar da mevcuttu. Kitap raflarını karıştırırken, sol görüşlü yazarların kitaplarına da rastlamak bizi memnun etti.
Şehirde çok sayıda tarihi yapı mevcut olduğundan ve zamanımız kısıtlı olduğundan seçici davranmak zorundaydık. Sahabiye Medresesi’ni, Roma Mezarlarını ve Kurşunlu Camisi’ni geçtik. Sokaklar şendi. Tarihi yapılardan arta kalan alanlar, çiçeklerle bezenmişti. Büyücek parklar da cabasıydı. İnsanlar temizdi ve çoğu şaşırtıcı ölçüde modern görünümlüydü. Rotamızda, Selçuklu Müzesi vardı. Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Gıyaseddin Keyhüsrev, kardeşi Gevher Nesibe’nin vasiyeti üzerine, şimdilerde Selçuklu Müzesi olarak hizmet veren medreseyi yaptırmıştı. Müzenin, heybetli kapısından geçerek, bilet gişesine yöneldik. Hafta sonu müzelerin ücretsiz olduğunu gördük. Ne hoş. Kayserili olduğunu tahmin ettiğimiz insanlar çocuklarını alıp müzeyi gezmeye gelmişti. Müze, kalabalık bile sayılabilirdi. Yine şaşırdık. Müze’de çok sayıda Selçuklu eseri bulunduğu söylenemez ama teknolojinin son olanakları kullanarak, görsel ve içerik olarak çok iyi hazırlanmış bir müze olduğu söylenebilir. Düşündük, Selçuklu uygarlığının anlatıldığı tarih derslerinin bu müzede yapılmasına engel olacak hiçbir şey yoktu. Öğrenciler için gerçekten ilham verici, özendirici ve merak uyandırıcı olabilirdi. Kim bilir belki de yapılıyordu.
Müzeden sonra, tarihi saat kulesine gittik. Saat kulesi, diyebilirim ki, benim şimdiye kadar gördüğüm en şirin saat kulesiydi. Günümüzde, hediyelik eşya satışı için kullanılıyor. İçerideki hediyelik eşyalar hayli özgündü. Her şehirde görebileceğiniz, kendini tekrar eden hediyeliklerden değildi. Ama tüm bunların dışında, Kule’yi bizim için ilginç kılan şey, tarihsel önemiydi. Kule, Milli Mücadele döneminde, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin toplantılarının yapıldığı yermiş. Şehir meydanının tam orasındaki bu kulenin içerisinde gizli toplantıların nasıl yapıldığını düşünüyorduk ki, Kule’nin altında küçük bir oda olduğunu öğrendik ve toplantıların o odada yapılmış olabileceğine kanaat getirdik.
Kule’den sonraki hedefimiz, Atatürk Evi’ni ziyaret etmekti. Eve gittik ancak tadilatta olduğu için içerisini gezemedik. O nedenle çok sade ve güzel bir bina olduğunu söylemekle yetineceğim. Atatürk Evi’nden Kayseri Lisesi’ne geçtik. Lise, Abdullah Gül, Emel Sayın gibi verdiği ünlü mezunlarla anılsa da, tarihi önemi için ayrı bir yazı yazılsa yeridir. Lise’nin tarihi kısmı, tam da bu tarihi önemine uygun olarak Milli Mücadele Müzesi olarak kullanılıyor. Diyebilirim ki, Türkiye’de gördüğüm en güzel müzelerden birisi. Kayseri Lisesi, son sınıf öğrencileri Sakarya Savaşı’na katıldığı için hiç mezun veremeyen, Yunanlılar Polatlı’ya dayandığında Meclis’in Ankara’dan taşınması gündeme gelince, içerisinde oturumların yapılabileceği bir meclis oluşturulmuş olan bir lise. Milli Mücadele döneminde ve sonrasında Atatürk ve diğer kahramanlarla ilgili pek çok önemli yazı sergileniyor. Burada da teknolojinin olanaklarından yararlanılmış. Örneğin eski harflerle yazılmış olan yazılar, bilgisayar ekranlarına yüklenmiş ve imleci bir paragrafın üzerine getirdiğinizde bilgisayardan Latin alfabesiyle yazılmış versiyonunu okuyabiliyorsunuz.
Kayseri Lisesi’nden sonra, Talas’a gittik. Talas, geçmişte ilçe olan ama büyük şehir yasasıyla Talas’ın merkez ilçesi haline gelmiş, eski yerleşim alanlarının bulunduğu harika bir yer. Eski Ermeni yerleşimi olan Talas’ta mimari olarak Ege’deki özellikle de Ayvalık-Cunda tarafındaki Rum evlerine benzeyen, pek çoğu metruk halde taş binalar var. Oldukça engebeli ve yokuş olan sokaklarda yürürken, zamanın içinde yolculuk ediyormuş gibi hissetmemek olanaksız. Taş konaklar, hanlar, eski kiliseler… Eski kiliselerin hemen hepsi cami yapılmış. Bir tanesinin içerisinde bir imam ve bir kişi vardı, sadece. Bir tarih yok edilmiş. Kültür küllenmiş. Ne olurdu, korunsaydı, ne olurdu hep birlikte yaşasaydık? Yer arayıp sorarken, tesadüf bu ya, Ermeni bir “kabadayı” ile karşılaştık. Ne olarak işlev gördüğünü anlamadığımız bir binanın içerisinde binanın duvarlarına Agos gazetesinin kendisiyle yaptığı söyleşinin sayfalarını asmış, sayfalarda fotoğrafı da var. Oradan anladık Ermeni olduğunu, oradan anladık “kabadayı” olduğunu, kabadayılığın, asayişi korumak gibi bir anlamda kullanıldığını. Yürüdük geçtik biz. Kabadayı bize Talas Amerikan Koleji’nin yerini tarih etti. Biz yürüdük geçtik. O, orada kaldı.
Biz Talas Amerikan Koleji’ni uzaktan görebildik. Amerikalılar, vaktiyle Kayseri’yi önemseyip Anadolu’nun içlerine kolej yapmışlar. Romalılar, Selçuklular, bu şehre bir medeniyet kurmuşlar. Milli Mücadele kahramanları başkenti Kayseri’ye taşımayı düşünmüş. Kayseri Lisesi, öğrencilerini bu vatana şehit vermiş ama Kayseri bugün bizim değil. Şehir ve insanlar, Üsküdar’dan ve Üsküdar’daki pek çok kişiden daha modern olduğu halde, Kayseri bizim değil bugün. Kayseri’de Roma, Selçuklular ve Cumhuriyet varken, neden yalnızca Osmanlı egemen bugün? Üstelik çok azken izleri bu güzel şehrin üzerinde…
Kayseri bizim olsun, Türkiye bizim olsun. Gidip gezmekle başlayın derim ben.