Uluslararası ilişkiler her yerde. Haber kanallarıyla evlerimizin salonunda. “Abla Akdeniz’de gemimizi aramışlar”la bindiğimiz taksilerde. “Abi Amerika da bize yaptırım kararı aldı”larla gittiğimiz berberde. “İsrail’le de barışıyormuşuz”la arkadaş sohbetlerinde. Her renkten siyasinin ağzında sakız, okey masalarının göz bebeği.
İmparatorluklar döneminde dış ilişkiler, vergiler, orduya verilen evlatlar, fetihler, ganimetler, toprak kayıpları, göç dalgaları gibi konular üzerinden insanların hayatlarını etkilerdi. Bu etkinin boyutları çok daha tedrici olarak ortaya çıkar, kimi zaman çok daha sarsıcı olur ama bu sarsıcı etki çoğunlukla çok daha normal algılanırdı. Sıradan insanların dış ilişkilerle ilgisi ucu kendisine ne kadar dokunuyorsa o kadardı. Haliyle dış ilişkileri belirleme kapasitesi de, söz hakkı da yoktu. Saraylarda, savaş meydanlarında, anlaşma masalarında ne oluyorsa oydu dış ilişkiler, o kadardı.
Şimdi öyle mi?
Modern devletler kurulduktan sonra, dış ilişkiler, “uluslar arası ilişkiler”e evrildi. Modern devletin kurucusu (ya da modern devletlerin kurduğu mu demeli) uluslarara faillik atfedildi. Ulusların çıkarı vardı. Bu çıkar uğruna devletler her şeyi yapabilirdi. Ya da ne yapsa mübahtı. Ne de olsa amaçlar meşrulaştırırdı araçları. Uluslara geleceklerini tayin etme hakkı tanındı. Elbette bazı uluslar, diğerlerinden daha muktedirdi. Söz gelimi, Irak’ta yaşayan Araplar, Kürtler, Türkler, İngiliz ulusu kadar muktedir olamazdı. Bir süre İngilizler tarafından yönetilmeliydiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeler, manda yönetimleri birer birer “bağımsız” olurken, bu uluslar da gelecekleri hakkında söz sahibi olma yetisine ulaşmış oldu.
1960’lara gelindiğinde sıradan halk kitleleriyle, dış ilişkiler arasındaki ilişki çok daha doğrudan ve kapsamlı hale geldi. Artık halklar örneğin Vietnam’daki gibi yalnızca kendi topraklarındaki işgallere direnirken değil, Fransa’daki, ABD’deki gibi işgal ordularına asker gönderirken de direniyordu. Yoksa dünya savaşlarında işçi sendikalarının ya da partizanların ön gösterim yaptıkları gibi miydi bu direniş?
1970’lerden sonra, dünya daha küresel, bilgi daha sınır tanımaz hale geldikçe bizler yani halk dış ilişkilerin önemli aktörler olduk. Olduk mu? Geçmişte olmadığı kadar önemli ama geçmişteki gibi adından hiç bahsedilmeyen aktörler. Sorgulamaya başladı halk kitleleri. Başladı mı? Ulus neydi, ulusun kendinden menkul çıkarları var mıydı? Kendi devletleri bu çıkarlar uğruna her şeyi yapabilir miydi? Ulusların bu kutsanan çıkarları kendi çıkarları mıydı?
Akdeniz’de aranan gemi benim miydi? ABD bana mı yaptırım uyguluyordu? İsraille bozuşan ya da zeytin dalı uzatan ben miydim? Düşünür hale geldi insanlar… Geldi mi?
Vergisinin, evladının, kendi canının peşine düşebilecekken halk, düşmüyordu. Binbir emekle ürettiğini, masa başlarında kendisine hiç de sorulmadan belirlenen gümrüklere teslim etmenin hesabını sorabilecekken sormuyordu. Komşusuyla huzur içinde oturabilecekken, bu hır gür de nereden çıktı diye meraklanmıyordu. Okyanus ötesindeki bir seçimle parası neden bu kadar değer kaybetti, konuşuyordu ama bilmiyordu.
Çünkü kendi adı yoktu bu uluslararası ilişkilerde. Kendi çıkarı yoktu. Rusya yapardı. ABD isterdi. Türkiye’nin çıkarıydı. Peki kimdi bu Suriye, AB, Çin. Neredeydi ulus? Kimindi çıkar?