ABD’nin ve Avrupa’daki gelişmiş devletlerin çok zaman ikiyüzlü olarak nitelendirilebilecek politikalar izlediği malumumuz. Elbette, bu eğilimden Türkiye de defalarca nasibine düşeni aldı ve hala da alıyor. Son dönemde Türkiye’nin AB ve AB üyesi kimi devletlerle ilişkileri oldukça gergin seyrediyor. Bu yazıda, kısaca bu gerginliğin somutlaştığı olaylardan bazılarını hatırlatıp, AKP Türkiyesi ile AB ilişkilerinde nereden nereye gelindiğine odaklanmaya çalışacağım.
15 Temmuz sonrası dönemde, bir süredir devam etmekte olan gerginlik iyice somutlaşmaya başlamıştı. Hatırlarsanız, AB 15 Temmuz gecesi, darbe girişiminin başarısız olacağı kesinleşene kadar, net bir tavır ortaya koyamamış, her zaman çığırtkanlığını yaptığı “demokrasi” söylemi bu somut olay özelinde gerilerde kalmış, sonrasında da darbe girişiminin başarısız olmasını, samimiyetinden kuşku uyandıracak şekilde, memnuniyetle karşıladığını belirtmişti.
Darbe girişiminin hemen ardından başlayan “idam cezasının yeniden uygulanmaya başlanması” tartışmaları AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden olmuştu. Türkiye’de idam tartışmaları başlar başlamaz, Avrupa’dan da uyarılar gelmeye başlamıştı. Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, “Darbe teşebbüsü, Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ilkesinden sapmasına bahane olamaz” diyerek idam cezası uygulayan herhangi bir ülkenin AB üyesi olamayacağını vurgulamıştı (onedio.com). Sonrasında, Türkiye’de kanun hükmünde kararnamelerle 10 binden fazla memurun işinden ihraç edilmesini takiben, Avrupa Konseyi Sözcüsü Daniel Holtgen, “idam cezasını uygulamak Avrupa Konseyi üyeliğiyle bağdaşmaz” derken; Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz, idam cezasının geri getirilmesinin AB’ye açılan kapının sertçe kapatılması anlamına geleceğini belirtmişti (bbc.com).
Türkiye’nin OHAL döneminde aldığı kararlara ve uygulamalara AB tepkisi söylem düzeyinde de kalmamıştı. AB Parlamentosu’nda gerçekleştirilen “Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin dondurulmasına ilişkin” oylamada, 479 onay, 37 ret oyu ve 107 çekimser oy çıkmıştı. Tavsiye niteliğindeki ve hukuki bağlayıcılığı olmayan bu karara AB Bakanı Ömer Çelik ise, “Karar Kapıkule Sınır Kapısı’ndan giremez” diyerek tepki göstermişti (businessht).
Gündemimizin aşırı hızlı değiştiği bu dönemde, tüm bu gelişmeler çok eskide kalmış gibi gelebilir elbette. Son zamanlarda AB ile ilgili gündemde olan tartışmalar, referandum propagandası için AKP’nin AB üyesi devletlerde yaşayan Türklerle toplanmasına izin verilmemesi ve sonrasında yaşanan bir dizi diplomatik kriz.
Önce Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın sonra da Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin Almanya’daki propaganda faaliyetleri engellendi. AKP’nin Avrupa’daki lobi örgütü UETD’nin “kültürel etkinlik” denilerek belediye salonlarını kiralamaya çalışmasının Alman yetkililer tarafından “yenilmemesi”nin sonucuydu bu engellemeler (gercekgundem.com).
Almanya’nın ardından Hollanda, TC. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nın Hollanda’ya hava yoluyla girişine izin vermeyince, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, “gelmiyor” denilip Hollanda’yı kandırmaya çalışılarak Hollanda’ya kara yoluyla girmeye kalkıştı. Bakan, persona non grata ilan edilerek sınır dışı edildi.
Bu olaylar yaşanırken, Türkiye Cumhurbaşkanı, yalnızca Almanya’yı “Nazi” olarak nitelendirmekle kalmadı ve Naziler tarafından işgal edilmiş Hollanda’yı da “Nazi” ilan etti. Türkiye’de bazı insanlar Hollanda Krallığının sembol renklerinden olan turuncunun rengini taşıdığı için (ve aslında portakalı Hollanda sembolü sandıkları için) toplu olarak portakal bıçakladılar. Türkiye Hollanda’ya ekonomik yaptırım uygulanıp uygulanmayacağını tartışırken, yaptırım uygulanmadı. Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlunun, Hollanda’da gemilerinin olduğu iddiaları Meclis’e taşındı ve takip ettiğim kadarıyla bu iddiayla ilgili herhangi bir ret de gelmedi. Bu değişik olaylardan sonra nihayetinde, Avrupa Komisyonu Türkiye’ye sözlü nota verdi.
Tüm bu süreçten pek çok sonuç çıkarmak olanaklıdır. Öncelikle bu krizlerin, OHAL uygulamalarının Türkiye’nin uluslararası imajını yerle bir ettiği mutlaka belirtilmelidir. Bunun temel sorumlusu elbette AB değildi. Ayrıca, AB ile son dönemdeki krizin referandum yoklamalarında “hayır”ların önde gitmesine bir önlem olarak, bu krizlerin çıkartıldığının ya da tırmandırıldığının düşünülmesi için pek çok mantıklı gerekçe bulunduğu söylenebilir. Ancak bazı temelsiz değerlendirmelerin aksine, bu krizlerin danışıklı dövüş olarak görülmesi, AB’nin 15 Temmuz’dan sonra somutlaşan Türkiye tutumu düşünüldüğünde çok akla uygun değil. AB açık olarak Erdoğan’ın iktidarda kalmasını istemiyor. Bunun için de elini en az kirleteceği yöntemlerle, çok da etliye sütlüye karışmadan kendi çapında debeleniyor.
AKP ve Erdoğan, iktidarının ilk on yılında Batı’nın ve AB’nin neredeyse göz bebeği idi. Neden? Çünkü bir projenin Türkiye ayağını yürütüyordu. Bu proje Ortadoğu’da BOP ve türevleri olarak somutlaşıyor, ABD liderliğinde sürdürülüyor ve ılımlı İslamcılık etiketi ile bölgeye yayılıyordu. Projenin diğer ayağı ise, AB ile daha yakından ilgiliydi ve Türkiye’nin iç siyasetine ayar çekerek, Türkiye’deki küreselleşme karşıtı ya da Avrasyacı seçkinlerin devre dışı bırakılmasının siyasal-toplumsal ayağını oluşturuyordu. Bu sürece Türkiye’nin Akdeniz politikalarının değişmesi ve doğrudan AB ile ilgili dış politikalarının değiştirilmesi de dâhildi. Bu süreç elbette AKP’den önce başlamış, ancak AKP ile taçlandırılmıştı. AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla birlikte 2003 yılının ilk yedi ayında, dönemin tek muhalefet partisi CHP’nin de AKP’yi desteklemesiyle 4 adet AB uyum paketi meclisten süratle geçirilmişti. Avrupa Parlamentosu 2003 raporunda, bu reform sürecinin hayata geçirilmesinde AKP’nin gösterdiği motivasyonu ve siyasal iradeyi takdir ederek, reformları “devrimci” olarak nitelemişti.
AB, AKP yönetimini Annan Planı’nın KKTC’de onaylanması için pohpohlayıp duruyordu. Türkiye, kırmızıçizgi gibi görünen Kıbrıs politikasını, esnettikçe esnetti ve Kıbrıslı Türkler azımsanmayacak bir oranla Plan’ı kabul etti. AB, AKP’ye söz geçirebilmişti ama yaramaz çocuk Rumları dize getirememişti. Rumlar’ın lehine olan Annan Planı, Rumlar sayesinde hayata geçirilemedi. Türkiye’ye ise 2005’te AB üyeliği için müzakerelere başladı. O günden bu güne üyelik için bir arpa boyu yol kat edilmezken, AB Türkiye’nin iç siyasal yapısının, teamüllerinin, kurallarının alaşağı edilmesi sürecini hep memnuniyetle karşıladı.
Hatırlarsanız, yakın tarihin en hukuksuz davalarından olan ve 2008 yılında alevlenen Ergenekon- Balyoz süreçleri, AB tarafından alkışlarla karşılanmıştı. Bu süreç, Oda TV yazarı Hüseyin Vodinalı tarafından mercek altına alınmıştı (27.01.2010). AB Parlamentosu’nun Dış İlişkiler Komitesinde kabul edilen ve Hollandalı Ria Oome-Ruijten tarafından kaleme alınan taslakta, Ergenekon “suç ağı” olarak nitelenmiş, bu “suç ağının” boyutlarından AB’nin endişe duyduğu ve dava sürecinin Türkiye’nin “demokratik kurumların işleyişine ve hukukun üstünlüğüne güveni arttırmak için” kullanılması gerektiği vurgulanmıştı. Ordu’nun Türk siyasetine ve dış politikasına karışmaya son vermesi ve acil olarak yargı reformu yapılması gerektiği de belirtilmişti (Hüseyin Vodinalı, Oda TV).
Süreç ilerlerken, AB ilerleme raporlarında Türkiye’nin genel seyrinin iyi olduğu ama basın özgürlüğüne dikkat edilmesi gerektiği, davalarda hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edilmiş olabileceğine ilişkin bazı şüphelerin oluştuğu söyleniyordu. Söyleniyordu veya söylenmiyordu. Avrasyacı Ordu’nun, Avrasyacı siyasetçilerin, Atatürkçüler’in, Fethullahçı yapı aracılığı ve AKP eliyle tasfiye edilmesi AB’nin pek çok hoşuna gidiyordu.
AB’nin bir an önce yapılmasının gerektiğini söylediği yargı reformu da zaten kapıdaydı. Tam da Batılı müttefiklerin ağzının tadına göreydi. Demokratik ve bağımsız !!! 2010 yılında yargı alanında kapsamlı değişiklikler yapan bir reform paketinin referanduma götürülmesi kararı alınınca, AB komisyonu “evet” oyu kullanılması çağrısı yapmış ve Komisyon sözcülerinden Ferran Tarradellas Espuny, “Anayasa değişikliği paketinin olumlu adım olduğu inancımızı, Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından da korumaya devam” ettiklerini belirtmiş ve reform paketinin Türkiye’nin “noksanlarına çözüm ürettiğini” söylemişti (gazetevatan).
Tüm bu sürece, Türkiye’deki liberal görünümlü garip enteller tam destek verdi. Üniversitelerin sosyoloji, siyaset, uluslararası ilişkiler bölümleri AB ve AKP ile eş güdümlü olarak korkunç sayıda söylence üreterek; Taraf, Radikal gibi gazeteler ise yalan yanlış haberlerle bu rüzgarı büyüttü.
Türkiye’yi bu güne AB, ABD, Fethullah, AKP ve garip liberaller birlikte getirdi.
Gel zaman git zaman, öküz ölür gibi, ortaklık bozulur gibi oldu. Önce Haziran ayaklanması, sonra 17-25 Aralık. AKP’nin suyu ısındı. AB duvara tosladı. İslamcılarla ittifak çatırdadı. AKP’nin “demokrasi kaplaması” soyulmaya başladı. İşte sonuç ortada, AB açıktan Erdoğan’a sırt döndü. Şimdi destekleyecek başka ortaklar bulmuşlardır bile. Ne demişler öküz ölür ortaklık bozulur, su uyur düşman uyumaz!