Dostoyevski’nin Budala romanının ilk cümlesindeki Petersburg-Varşova treninde Lebedev ile Mışkin yerine tahta sıranın üzerine oturmuş Boris Pasternak ile Olga İvinskaya bulunuyordu. Yedi yıllık hapis hayatından sonra Olga’nın yüzünde belirgin bir yılgınlık okunuyordu. Pasternak sessizce onun yüzünü inceliyor, arada bir ortasından geçtikleri günebakan çiçeklerinin hep birlikte güneşe dönmüş çiçeklerini inceliyordu. Olga’nın yüzüyle günebakan çiçeklerinin yüzü birbirine hiç benzemiyordu: İkisi de sarı görünüyordu, ama günebakan çiçekleri ne kadar canlı ve neşeliyse, Olga’nın yüzü de bir o kadar yılgın ve endişeliydi.
Pasternak, Dr. Jivago romanına Olga’yı tanıştığından bir yıl önce, 1945’te başlamıştı. Roman, Olga’nın hapiste olduğu yıllar boyunca yazıldı ve Olga’nın, Stalin’in ölümünden sonra serbest bırakılmasından üç yıl sonra, 1956’da tamamlandı.
Romandaki Lara elbette Olga, Dr. Jivago da kendisiydi. Her şeyin “ilklerinin” yaşandığı bir roman yazmıştı Pasternak. Devrim ilkelerine bağlı olmadan, zihinsel tutsaklığı bir kenara bırakarak yaşamak istediği aşkı yansıttı Pasternak, ama bu onun devrime karşı saygısını azaltmadı. 1921 yılında “isteyen bu ülkeden gitsin” ç erçevesinde çıkan izne rağmen, ailesini Almanya’ya gönderen Pasternak, ülkesinde kalmayı sürdürdü. Bu, devrimci bir sanatçının alması gereken bir tavırdı. Sovyet Politbüro eğer “sekter” davranmayı sürdürürse, onunla mücadele edecek güçlerden biri de elbette Pasternak ve onun gibi sanatçılardı. Sanatın üzerine oturtulmak istenen yönlendirme, sadece sanatı değil rejimi de yok edecek güçteydi. Buna ortak olmak yerine bunu engellemeye çalışmalıydı.
Nobel Edebiyat Ödülü’nü Reddeden İki Yazardan Biri
Pasternak, Jean Paul Sartre ile birlikte Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddeden iki yazardan biridir. Dönemin egemen Batı ideolojisi, Pasternak’ın Rusya’da tutsak olduğunu, bu yüzden de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almak istemesine rağmen, Politbüro’nun buna izin vermediğini iddia etti.
Politbüro’nun Pasternak ile ilgili bazı kaygıları bulunuyordu. Bu yadsınamaz. Zira romanını bitirdikten sonra Pasternak, dönemin en büyük edebiyat dergilerinden olan Noviy Mir’e göndermesine rağmen, roman dergide tefrika edilmedi. Kitap Rusya dışına kaçırıldı ve ilk baskısı 1957 yılında İtalya’da yapıldı. Tabii bütün “liberal” dünya bu karşı koyuşa, manifesto olarak baktı ve New York Times kitap ekinde 26 ay en çok satan kitaplar listesinde yerini aldı.
Siyasi çekişmeleri, baskıları ve ideolojik yaklaşımları bir kenara bırakıp da romana baktığımızda, ne politbüro ve Sovyet Yazarlar Birliği’nin yerin dibine çekmesi ne de New York Times kitap ekinin yazara Dean R.Koontz ya da Robert Ludlum muamelesi çekmesi edebiyat adına kabul edilemez.
Ama her iki durum da dünyaya siyasi anlamda yanlış yansıtıldı. Sovyet Yazarlar Birliği kitabın Noviy Mir dergisinde tefrika edilmemesinin nedenleri üzerinde tartışıyordu. Yazarlar, kitaba gösterilen bu muamelenin yanlış olduğunda hemfikirdi ve Noviy Mir dergisinin yazı işlerini uçluyorlardı. Ama bu arada Pasternak’ın da katkısıyla kitap yurt dışına çıkarılıp, basılınca kaçak muamelesi görmek zorunda kaldı ve bu da Pasternak’ın Sovyetler Birliği’ndeki prestijini müthiş sarstı.
Dünyanın En Ünlü Romanlarından Biri Oldu
New York Times gazetesi ise romanı gerçekten çok değerli bulduğu için “çok satanlar” listesinde tutuyordu. Ama Pasternak’ın SSCB’de yaşadığı sıkıntıyı fırsat bilen batı edebiyat dünyası kitabı olduğundan fazla göklere çıkarmayı görev edindi, daha da ileri götürerek, kitabın filme alınması girişimlerinde bulundu.
Böylelikle Pasternak’ın ilk romanı, henüz edebiyat çevrelerince yeterince tartışılmadan, konuşulmadan bir anda dünyanın en büyük romanlarından biri haline geliverdi. Sovyet Yazarlar Birliği, Pasternak ile ilgili endişelerini dile getirdiğinde, birliğin hiçbir üyesi Dr. Jivago romanını okumamıştı.
Ortaya çıkan tablo edebiyatın siyasallaşması değil, siyasetin edebiyata yol çizmesiydi. 1958 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nün Pasternak’a verilmesinin ardında da bu yatıyordu. Ama çoğu insan bilmiyordu ki, baba Leonid Pasternak ünlü bir ressam, anne Rosa Kaufmann Pasternak ünlü bir konser piyanistiydi. Pasternak da böyle bir evde, Rahmaninov, Rilke, Tolstoy gibi dehaların konuk olduğu bir evde büyümüştü.
Nobel ödülüne layık görüldükten sonra ülkesini terk edebilirdi Pasternak, ama o kalmayı yeğledi ve Komünist Parti Genel Sekreteri Nikita Kuruşçev’e bir mektup yazarak, ülkesinden sürgün edilmesinin kendisi için ölüm olduğunu bildirdi.
Ancak Jean Paul Sartre’ün öyküsü biraz daha farklı. Sartre yazarlık yaşamı boyunca hiçbir ödülü almadı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığını öğrendiğinde de bu ilkesinden vazgeçmedi ve ödülü reddetti. Bu tavrıyla, 1901 yılından bu yana bu dalda kazanan tüm Nobelli yazarların fersah fersah ötesine geçti. Örneğin, 1938 (Pearl S.Buck) veya 1946 (Herman Hesse) yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü kimin aldığıyla pek ilgilenmeyen dünya, Sartre’ın (1964) ödülü almadığını ezberlemişti.
Kişilerin Korku Ve Kaygıyla Bir Hayatı Yaşama Saçmalığı
İkinci Dünya Savaşı, insanlığın en fazla ölüm ile burun buruna kaldığı karanlık bir dönemdi. Sartre için insanın elinde olmayan egemenler kavgasına nefer olarak katılmak bir insanlık suçuydu. İnsanın ölümle yüz yüze kalışı nedeniyle Stoacı düşünce biçimi Sartre felsefesinde ağırlığını hissetiriyordu, ama o bir adım daha ötesine geçerek, insanın hiçlikle yüz yüze kaldığı ve kendi içinde hiçliği taşıdığı bilgisini edinmenin, kişilerin korku ve kaygıyla bir hayatı yaşama saçmalığını akla getirdiği tezini ortaya attı.
Bireyin toplum karşısında bu şekilde yalnızlaştırılmasına karşı duran Sartre, bu düşüncesi yüzünden Marksizm’le bir türlü uyum sağlayamadı. Birey bazında düşündüğünde insanın hiçliğe mahkum olduğunu öne sürerken, bunun toplumsal katmanlara yayılmak ve örgütlenmekle birleştiğinde ortadan kalkacağını öne sürmedi. Bu yüzden de, geliştirdiği “kategoriler” de, Varoluşçu Marksizm üzerinde durdu ve savundu. Marksizm’in ancak ve tek varoluşçu bir mantıkla değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Ona göre Marksizm özünde insancıldı ve kaynağını insana özgü değerlerden almaktaydı.
1968 olayları Sartre’ın kendi kendini sorgulamasına neden oldu. Blaise Pascal, Soren Kierkegaard, Fredrich Nietzsche, Dostoyevski gibi varoluşçuluğun kurucularının düşüncelerini bir sisteme koyan ve kategorilere ayıran Sartre, insanın önceden tanımlanmamış bir varlık olduğunu savundu.
İlk romanlarından Bulantı’da Sartre, romanın kahramanı Roquentin’in kişiliğinde, başkalarıyla birlikte var olmanın tiksindiriciliğini anlatır. Roquentin roman boyunca giderek ilgi çekici olmaktan uzaklaşır, silikleşir. Satre, bütün kahramanlarında, romandaki diğer karakterler arasındaki ilişkiyi hep varoluşçu bir bakış açısıyla ele almış ve cinsel ilişkilerdeki anormal hissedişlere ağırlık vermiştir. Örneğin, kahramanlarından Mathieu için mutlak özgürlük tek başına mümkün olamayacağından, genç kadın başkalarıyla var olmaya mahkum edilmiştir. Bu da bireysel tercihleri üzerinde büyük baskı oluşturmakta ve onu insan olmaktan çıkarmaktadır.
Özgürlüğün Yolları adını verdiği ünlü üçlemesinde Sartre, kendisinden önceki yazarların aksine, romandaki gerilim ögesini roman kişilerinin aralarındaki gevşek ilişkiye bağlar. Sartre göre insanın öncesiz ve sonrasız yalnızlığı; insan ilişkilerinin karmaşık, çetrefilli ve acılı hale soktuğunu düşündüğünden, bunu kanıtlamak için, karakterlerini özellikle fiziksel anlamda sınırlar. Buna ek olarak, Dostoyevski’ye benzer biçimde, kahramanlarında ruhsal bozukluklar da vardır. Ama bu ruhsal bozukluklar, Dostoyevski’de olduğu gibi fiziksel eksiklikten çok, yalnızlığın getirdiği ruhsal eksiklikten kaynaklanır.
Bu eksiklik öylesine büyük sorunları yaratır ki, bir süre sonra roman kahramanları bu dünyaya ait olmayan bireyler olarak sayfalar arasında dolaşır dururlar. Çıkış yolları yoktur, yalnızlık onlar için biçilmiş bir “kader” durumundadır ve bunu aşmak için Oblamov’dan daha fazla gayret gösterme ihtiyacında olmak zorundadırlar. Sartre onlara bu yolu göstermez, yalnızlığın kıyısında bırakır. Roman yazarı olarak Sartre görevinin burada bittiğinden emindir, ama filozof olarak olayları irdelemeye kalktığında, bunun nedenlerini sıralar ve sırf bu yüzden Marksizm’in insanlığın tek kurtuluşu olduğunun hakkını verir.