Küreselleştirilmiş Dünyamızda Krizler

2007 yılında ABD’de başlayıp tüm dünyayı saran ekonomik kriz, geçen 10 yıla yakın süreye karşın, alınan tüm “önlemlere” karşın halen sonlandırılabilmiş değil. Tam tersi olarak, sözde krizi önlemeye, özde ise finansal kuruluşları kurtarmaya dayalı olarak alınan ve tarihte daha önce örneği görülmemiş “önlemler” sayesinde, başladığı noktadan çok daha tehlikeli boyutlara ulaştığını söylemek de mümkün. Bu yazımızda öncelikle, 2007 krizinin nedenleri ve ulaştığı boyutları kısaca aktardıktan sonra, “krizden çıkmak amacıyla” alınan önlemlere (merkez bankaları; para basmak, faiz indirmek, hükümetler; sosyal harcamaları kısıp, emeğin esnekliğini sağlamak, örgütlülüğünü yok etmek, sermayeye verilen teşvikleri artırmak) değinecek, en son olarak da gelinen noktayı ve gelinen noktada karşı karşıya bulunduğumuz risklere ilişkin öngörülerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Krizin nedenleri ile başlayalım. Temel nedenin, ABD’nin, doları altın standardına bağlayarak, uluslararası ekonomik ilişkilerde rezerv para haline getiren Bretton Woods Antlaşmasının bu hükmünü, tek taraflı bir kararla tanımaktan vazgeçerek, kontrolsüz olarak dolar basma, doların değeriyle istediği gibi oynama imkânını kazandığı 1972 yılından itibaren başlayan aşırı finansallaşmaya dayalı, hegemonyacı neo-liberal iktisat politikalarının yarattığı, sürekli büyümeye/şişmeye dayalı ekonomik balonların, konut kredilerinden başlayarak patlaması, hem hane halkı, hem de bölgesel, ulusal ve uluslararası ölçekte oluşturulmuş olan saadet zincirlerinin kırılması olduğunu söylemek mümkün. ABD’nin, “rezerv” para doların piyasadaki miktarı (emisyon) ve faizi ile oynayarak değerini istediği gibi alçaltıp yükseltebildiği ve bu yolla, ticaret yapmak, ham madde almak, enerji ihtiyacını karşılamak için ABD dolarına ihtiyaç duyan tüm ülkeleri ekonomik olarak kendine (ABD Merkez Bankasının kararlarına) bağımlı kıldığı, istediği ülkede ve zamanda ekonomik krizleri başlatıp sonlandırarak siyaseti de kontrol edebildiği, yönetimini beğenmediği ülkeleri darbelerle yeniden yapılandırdığı (Şili’de kamyoncuların grevi ile başlayıp Allende’nin öldürülerek yönetime Amerikancı subayların oturtulduğu darbe bunların en acılarından sadece birisi) bu dönem, 1980 sonrası ABD’de Regan, İngiltere’de Margret Teacher’in iktidara gelmesi, 1990’larda Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğunun dağılmasıyla yeni bir boyut kazandı. ABD liderliğinde dünyanın yeniden yapılandırılmaya başlandığı, özelleştirmeler ve idari yapıdaki kuralsızlaştırma(deregülasyon) uygulamalarıyla, ekonominin ulus devletlerin kısıtlamalarından kurtarılarak, küresel finans merkezlerinin kararlarına bağımlı hale getirildiği, kapitalizm dışındaki iktisadi politika seçeneklerinin fikren dahi reddedildiği, Seattle olayları gibi ciddi karşı çıkışların (1) acımasızca bastırıldığı bu dönem, dönemi kurgulayanlarca ironik bir şekilde, barış, demokrasi ve özgür bir dünyanın yaratılma mücadelesi olarak adlandırıldı. Aynı dönemde, Birleşmiş Milletler ve NATO, bu yenidünya düzeninin kural koyucusu ve jandarması/cezalandırıcısı olarak yeniden yapılandırıldı. Yeni sisteme karşı çıkan ülkeler, kötülüğün simgeleri olarak küresel nefretin hedefi haline getirildi. Ulusalcılık ve ulus devletler ulus üstü çıkarlara engel olduğu için faşizm’le eş olarak gösterildi. Yerel düşün küresel davran denilerek, ulus devletlerin idari yapıları, Dünya bankası, OECD ve UNDP gibi kuruluşlar eliyle yeniden yapılandırıldı. AB gibi, ulus üstü bölgesel yapılar desteklendi. Uluslararası Ceza mahkemesi ile sistem dışına çıkanlar, neo-liberal dünya düzeni adına cezalandırıldı. ABD Merkez Bankası politikaları, BM gibi ulus üstü kuruluşların yönlendirmesi/koyduğu kurallar ve 1970’lerin sonuna doğru ortaya çıkan “Yatırım Bankacılığı”nın sağladığı hukuki altyapının üzerinde küresel boyutta kurgulanan neo liberal dünya düzeninin, ulus devletler üzerindeki ekonomik baskısı ve kurumsallaşması, menkulleştirme ve diğer spekülatif finansal işlemlerle sağlanan aşırı finansallaşma yoluyla oldu. Söz konusu finansal işlemlerle yaratılan sanal mali güçle ulusal ekonomiler, bankalar, sigorta şirketleri, sanayi tesisleri, tarım alanları, enerji ve telekomünikasyon altyapısının küresel şirketlerin eline geçmesi sağlandı. Yerli bir bankanın ya da sanayi tesisinin yabancılara satılması, “yabancıların ekonomimize ilgisi arttı” denilerek ekonomik başarının göstergesi haline getirildi. Paranın dini, milliyeti olmaz, dünya küçüldü, çevre sorunları dahi küresel çapta ekonomik “entegrasyonun” gerekçesi olarak kullanıldı. Ulusal ekonomiler, sınırsız denilecek boyutlarda küresel finans sisteminin kar alanı haline getirildi. Ulusal düzeydeki idari yapılar yönetişim adı altında, küresel şirketlerin ortaklığına açıldı (bağımsız denetleyici/düzenleyici kurullar), demokrasi ve “yerelleşme” adı altında ulus devlet yapıları parçalandı. Ulus devletlerin ekonomiye ilişkin karar yetkileri sınırlandırıldı, demokrasi lafı ağızdan düşürülmeden, halkın ekonomiye ilişkin kararlara müdahale imkânı ortadan kaldırıldı. Yangında ilk feda edilecek sıradan insanlar, emeklilik sigortası fonları, vb. yollarla sistemin bir parçası haline getirildi. Dünya çapında, sıradan insanların demokrasi alanı daraltıldı. Bu politikaları savunarak uygulamayı vadeden siyasi yapılar demokrasi kahramanı ilan edilip desteklenirken, bu işin sonu yok, küreselleşme safsatadır diyerek ulus devleti savunan partiler çağ dışı ilan edilerek ve her yol denenerek sistem dışına atılmaya çalışıldı. (Kılıçdaroğlu’nun Yeni CHP’si, öncesi CHP’ye hem uluslararası, hem de ulusal çapta Sosyalist Enternasyonal, TÜSİAD gibi yapılar ve kandırılmış liberallerce yöneltilen eleştiriler sanırım hala hatırlardadır) Menkulleştirme yoluyla sağlanan sanal zenginliğin, banka kredileri yoluyla eve arabaya dönüştürülmesiyle sisteme dâhil edilen tüm ülkelerde ödünç refah dönemleri yaratılarak, halkın bu değişime tepkisinin sınırlı kalması sağlandı. Sonuç olarak, neo-liberal aşırı finansallaşmaya dayalı ekonomi politikalarıyla, 1 koyup 100 almanın “mümkün olduğu” kumar benzeri kaldıraçlı, türev finansal işlemlerle yaratılan sanal paralarla sağlanan ödünç refahla insanlar, toplumlar kandırıldı, ulus devletlerin egemenlik hakları satın alındı. 2007 yılında başlayıp, 2008 yılında Lehman Brothers isimli yatırım bankasının batışıyla gün yüzüne çıkan konut kredileri kaynaklı krize kadar, neo-liberal dünya düzeninin, Dünya çapında kurumsallaşması yolunda büyük yol alındı. 2000 yılında ileri teknoloji hisselerinde yaşanan balonun patlamasıyla başlayıp, 11 Eylül saldırıları sonrası dünya çapında uygulamaya konulan ABD askeri operasyonlarıyla etkileri azaltılmaya çalışılan krizden ders alınmayıp, küresel hakimiyet adına, aynı tehlikeli yolda yürünülmeye devam edilince, 2007 yılında, ama bu kez konut kredileri kaynaklı olarak yeniden ortaya çıkıp, 2008 yılında daha önce örneği görülmemiş bir güçle patladı. Bu krizin, “sürdürülebilirlik” adına kurgulanıp, uygulanan neo-liberal dünya düzeninin, sanal olarak yaratılıp, borç olarak dağıtılan paralarla yaratılan sanal refahla sağlanan saadet zincirinin sürdürülemezliğini ortaya koyan büyük bir kırılma olduğunu söylemeliyiz. Söz konusu kırılma neo-liberal dünya düzeninin merkezlerinde bu güne kadar görülmemiş bir sarsıntı yarattı. Neo-liberalizmin sözde bağımsız ve saygın kurumsallaşmasının içerdiği tüm pislikler ortaya dökülmüş, neo-liberalizmin sunduğu sanal refaha kanarak geleceğe umutla bakan sıradan insanlar tüm varlıklarını (evlerini, işlerini, emeklilik haklarını, vb.)kaybetmekle karşı karşıya kalmıştı. Tam da bu noktada, krizden çıkmak için tarihte görülmemiş bir yol tercih edildi. Mevcut ekonomi politikalarının birinci dereceden sorumluları olan siyasileri/siyasi sistemi korumak, krizin siyasi sorumluluğu olmayan teknik bir sonuç gibi göstermenin yolu olarak, krizle mücadele görevi ağırlıklı olarak merkez bankalarının sırtına yıkıldı. Krizin nedeni olan ekonomik politikaların “sürdürülebilirliğini” sağlamak adına, krize neden olan aşırı finansallaşmaya dayalı sistemin esas oyuncuları yatırım bankalarının ellerindeki balonlaşmış varlıklar tarihte hiç örneği görülmemiş boyutta para basılarak, vatandaşın vergisiyle satın alındı, ABD Merkez Bankası ve ABD Hazinesi eliyle batmaktan kurtarıldı. Gerekçe olarak da bu şirketlerin batamayacak kadar büyük oldukları, batarlarsa vatandaşın da zarar göreceği söylenerek, yapılanların “ahlaki meşruiyeti” oluşturulmaya çalışıldı, sıradan vatandaşın karşı çıkışı engellendi. Küreselleştirilmiş dünyamızda kriz, ABD ile sınırlı kalmadı doğal olarak. Aynı çıkmaz yolu tercih eden diğer ülkelere atlamakta gecikmedi. Avrupa’yı vurunca, bu sefer onlar aynı politikayı izlediler, Dünya Bankası ve Goldman Sachs kökenli Draghi’yi Avrupa Merkez Bankasının başına getirerek, parasal genişleme ve çöp haline gelmiş bankaları kurtarma yoluna gittiler. Para bastılar, tüketemez hale gelmiş sıradan insanları, ömür boyu birikimlerinin sonucu sahip oldukları varlıklarını, işlerini, emekliliklerini kaybeden insanları, faizleri sıfıra o da olmadı negatif düzeylere çekerek, yeniden tüketir hale getirmeye, bu yolla sistemin çarklarını yeniden döndürmeye çalıştılar. Yetmedi, sosyal devleti askıya aldılar, maaşları emekli aylıklarını, sosyal hakları budadılar, Yunanistan’da ve krizin vurduğu diğer ülkelerde olduğu gibi kamu varlıklarını yok pahasına elden çıkarmaya zorladılar. Krizden kurtulma çabalarının yükü sıradan halkın sırtına yüklendi, insanlar sokakları doldurdu, intihar etti, kendini yaktı fayda etmedi. Polisiye tedbirlerle insanlar tepki veremez hale getirilmeye çalışıldı. IMF, AB gibi kuruluşlarla ulusal siyasete, seçimlere, halkın tercihlerine müdahale edildi. Toplumlar, daha da kötü olursunuz diyerek sisteme karşı çıkan partilere karşı tavır almaya zorlandı. O da olmadı, ülkeler zoraki koalisyonlar, teknokrat hükümetlerle yönetilmeye zorlandı. Halkın tercihleri manipülasyon ve şantajlarla değiştirilmeye, yönlendirilmeye çalışıldı. Demokrasi, özgürlük, barışı getireceği vadiyle çıkılan yolda, neo-liberal sistemin bekası için demokrasiler askıya alındı, iğfal edildi. Krizin üzerinden 8 yılı aşkın bir süre geçti. Tüm bu “önlemlere” karşın, alınmış bir olumlu mesafe yok maalesef. İşsizlik, sosyal harcamalardaki kısıtlamalar halen ve artarak devam ediyor. En son olarak Fransa’da, çalışma yasasında yapılan düzenlemenin neden olduğu grev ve sokak hareketleri hala sürüyor. Bir yerde düzelir gibi oluyor, başka bir yerde ve başka bir şekilde yeniden balon yapıyor, patlıyor. Para basmanın sonu ne zaman gelecek, negatif faizin dibi ne zaman görünecek belli değil. Gelinen noktada bu güne kadar, krizden çıkmak adına tüm yapılan akla aykırılıkları sorgusuz onaylayan piyasacı kesim dahi, uygulanan politikaların yeterli olmadığını, yanlışlığını konuşmaya başladılar. Konuşulan diğer bir konu, krizin başında Merkez Bankalarını bağımsızlığı ve kriz sonrasında artırılan yetkileri. Konu, Türkiye’de açılınca, siyaset ekonomiden elini çekmeli, merkez bankaları bağımsız olmalı diyen çokbilmiş piyasacı erbabının, özel üniversitelerde, piyasacı televizyonlarda “bilim” ticareti yapan piyasacı akademisyenlerin, aynı konu yurtdışında da tartışılıyor dediğinizdeki sus pus halleri ise gerçekten görmeye değer. Daha 6 ay önce, faizleri artırıyoruz, her şey yoluna giriyor diyen ABD Merkez Bankası, çark etmeye başlamış görünüyor. Sistem iyice sıkışmış görünüyor. Neo-liberal sistem içerisinde kalarak, sistemi kurtarma olanakları tümden tıkanmış durumda. Devlet işletmelerini ekonomiye vatandaşa yük olarak gösteren, serbest piyasa misyonerleri, özel şirketlerin, bankaların kurtarılması için vatandaşın vergileriyle oluşan kamu gelirlerine göz koymuş durumdalar. Ne kadar teşvik verirseniz verin doymuyor daha fazlasını istiyor, bir türlü de ayağa kalkamıyorlar. Devlet ekonomiden elini çeksin diyen serbest piyasa, elini devletin cebine atmış, devletin sırtına kene gibi yapışmış durumda. Sistemi yönetenlerin, şu an itibarıyla tek çabası, 40 yılı aşkın süredir uygulanan neo-liberal sistemin yanlışlığının, krizden çıkmak adına sıradan insanlara çektirilen acıların bir işe yaramadığının toplum tarafından görülmesini engellemek. Bunun için yeni düşmanlar, yeni çatışmalar, gerginlikler yaratmak gerekiyor ki, sistemin “temiz” kalması sağlanabilsin. Sistemi yönetip, sistemden yarar sağlayanlar, kendilerini besleyen bu sistemin devamı için, her ölçekte çatışmalar yaratmak dâhil, her şeyi yapmaya hazırlar. NATO’nun Varşova’da yaptığı son toplantıyı, ülkemizde yaşanan başarısız darbe girişimini bir de bu gözle değerlendirmekte, geleceğe ilişkin düşüncelerimizi, bu gerçekleri de göz önüne alarak oluşturmakta yarar var diye düşünüyorum. Kaynaklar 1- (http://www.antimai.org/mkl/gy00ttb1.htm)

Bunları da sevebilirsiniz