Cinnet

Şubat ayı Türkiye’de toplumsal «cinnetin” egemen olduğu bir ay oldu. Neredeyse her gün, tecavüz, türlü işgence ile cinayet ve artık «sıradanlaşmış” öldürme haberleri aldık. Vahşetin, şaşırtmaktan aciz bırakacak sıklıkta gündemimize oturması, korku uyandıran bir gerçek haline geldi. Bu da yetmedi, «iç güvenlik” görünümlü «iktidarın güvenliği” yasasının görüşmeleri, artık kimi temsil ettiği hiç de anlaşılmayan seçilmişlerin meydan muharebesine dönüştü. Toplumda gerginlik, giderek tırmanıyor ve bu, her gün geçtiğimiz sokakta, gittiğimiz kafede, bindiğimiz otobüste kendisini gösteriyor. Herkes birbirine bağırıyor. Sorun büyük. Yukarıda adı geçen konuların herbiri başlıbaşına bir çalışma konusu olabilecek denli önemli konular elbette, ancak bu yazı, temelde toplumsal cinsiyet ve şiddet konusuna odaklanmak ve bir bakıma, okurlarını düşünmeye, sorgulamaya yöneltmek amacında. Bu amaçla, kısaca aslında akıllardan çıkmayan olayları hatırlatmak yerinde olacaktır.

Olanlar bitmeyenler

20’lerinde bir genç, Özgecan, arkadaşı ile bindiği minibüste yalnız başına kaldıktan sonra, minibüs şöförü ona önce tecavüz etmeye kalktı, tecavüz edemeyince önce ellerini kesti sonra onu vahşice öldürdü. Özgecan’ın cansız bedenini «ortadan kaldırmak” için onu yaktı. Özgecan, yanında biber gazı taşıyordu. Sokaklarda iktidarı kurtaran biber gazı, Özgecan’ı kurtarmaya yetmedi. Bu vahşet haberi (Özgecan’ın sevenleri açısından haber olmanın çok ötesindeki bu trajedi) üzerinden 1 hafta geçmeden, kendisiyle eve gitmeyi kabul etmediği için bir genç daha öldürüldü. O günlerde bir «haber” daha, akıl hastası bir kocanın karısını öldürüp, cesedini parçalara ayırıp, çöp konteynırına koyduğunu «bildirdi” bizlere.«Koca” teslim olmuştu. Sonra, zeytinlikte, yakılmış bir kadın cesedi daha bulundu. Bunlar değildi sadece, Münevver Karabulut, Ayşe Paşalı, adını aklımızda tutamayacağımız kadar fazla kadın ve daha nicesi…

Biz «izleyenler” için tüm bunlar kötü birer şaka gibiydi. Ülkenin gündemi tabiri caizse kilitlendi. Herkes bu konu hakkında konuşmaya başladı. Ne yazık ki, şuursuzların konuşmaları en çok duyulanlar oldu. Her zaman olduğu gibi aslında. Bu şuursuz konuşmaların ana ekseni, kadının Havva’dan miras «şeytanlığı” ve cezanın «şeriat”ı arasında mekik dokudu. Kadın açık giyerse tahrik eder, kadın kapalı giyerse de tahrik eder, erkeğin mizacında var, en iyisi pembe otobüs, kadınlar özgür ve bağımsız oldukça erkekler «eş” bulamıyor, geleneksel aile kurumu sarsıldı, hep bu Atatürk’ün suçu, tecavüzcü erkekler hadım edilsin, hayır olmaz idam edilsin, evet evet idam cezası geri gelsin… En büyük trajediler bile nasıl da en basit ideolojik araçlara dönüştürülebiliyordu. Nasıl bu kadar vicdansızca?? Yutan yuttu elbette çevrilen kazı. Ama idam cezasının olduğu ülkelerde tecavüzcüsünü öldürdüğü için kadınların idam edildiğini bilenlerin ya da tesettürsüz dışarı çıkamayacakları için alev alev yanan yurda kadınların hapsedildiğini bilenlerin kini ve öfkesi arttı.

Yazılanlar çizilmeyenler

Toplumsal cinsiyet ve şiddet konusu, toplumsal cinsiyet çalışmaları başlığı altında ve post-modern dönemde, 20 yılı aşkın süredir giderek artan bir yoğunlukta tartışılıyor aslında. Bu literatüre biraz tanıdık olanlar için, toplumsal cinsiyetin ideolojik araçsallaştırılmasının «yeni” bir olgu olmadığı, «kadınlık” ve «erkeklik” üzerinden (bilinçli ya da bilinçsiz olarak) inşa edile gelen uzun bir toplumsal çarpıklık tarihin var olduğu üzücü bir gerçek. Literatür okumalarında, çarpık toplumsal cinsiyet pratiklerinin sosyalist mücadele dönemlerinde aşılma yoluna girdiğinin izlerini bulmak da mümkün. Ancak, sorunun tanımlanması ve mücadele yöntemleri konusunda, çalışmalar o kadar kutuplaşmış durumda ki, bu literatürün yekün olarak «kayda değer” olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil.

Literatürdeki bu kopukluğun bu yazının kapsamını aşan nedenlerinin aslında toplumsal cinsiyet pratiklerine yönelik mücadelede de kendisini gösterdiği söylenilebilir. Dar bir alana sıkışıp kaldığı, özellikle metropollerde bir uyanış olsa da etkisinin kısıtlı olduğu ortada. Bir de halinden memnun olan kalabalıklar var elbette. Çok büyük kalabalıklar. «Kocamdır sever de döver de” ciler, «kadının yeri kocasının yanıdır”cılar, kızını dövmeyen dizini döver”ciler, «saçı uzun aklı kısa”cılar, «dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşinden gitmez”ciler… Daha nicesi… Geleneksel kodlarımıza, erkeğe «erk” atfeden dilsel kodlarımıza nasıl da işlenmiş bu çarpıklık… Şaşırtıyor.

Bu bağlamda kısaca (konu gereği) kadın sorunu diyeceğimiz bu sorun yeni değil bu topraklarda. Yakın zamanda da kolay kolay eskiyeceğe benzemiyor. Yukarıda kısaca bahsedilen, derinlemesine tartışılması gereken bu konuların çözümlenmesi elbette bu yazının kapsamını ve amacını aşıyor. Ancak Türkiye özelinde bazı noktalara dikkat çekilmesi gerekiyor.

Türkiye «muhafazakarlaşıyor”

Aslında 12 Eylül süreciyle birlikte başlayan ve mevcut iktidar döneminde zirveye ulaşan şekilde, siyaseten topluma muhafazakarlık-dincilik aşılanmakta. Somut politikalar, siyasal söylem ve televizyon gibi siyasal görünmeyen kanallar aracılığı ile muhafazakarlık, toplum içinde köklendiriliyor. Muhafazakarlaşmanın toplumsal cinsiyet boyutunu, oldukça açık gözler önüne seren örnekler var. Siyaseten, kuşkusuz türbanın kamu hayatına girişi, teşvik edilmesi ve adeta kutsanışı en önemli örnek. Siyasal söylem açısından, örnekler saymakla bitmez: «En az üç çocuk”, «kadının fıtratında yok”, «kadın ile erkek eşit değildir”, «kadın ortalıkta kahkaha atamaz”, «benim başörtülü bacım” ilk anda akla gelen örnekler. Benzer bir siyasal söylemin, medyadaki dolaylı yansıması ise «ulema”dan geliyor: «Hamile kadın sokakta gezmez”, «kadınlar okuyunca erkekler evlenecek kadın bulamıyor”, «dizden yukarısı görünse annen bile olsa tahrik eder” (nasıl dindarlıksa artık!). Skandal üzerine skandal. Din ve gelenek üzerinden kadının ikincilleştirilmesi, araçsallaştırılması, değersizleştirilmesi ve üstüne üstlük bu duruma toplumsal rıza üretilmesi. Gerçekten bingo!

Türkiye yozlaşıyor

Türkiye bir taraftan muhafazakarlık bombardımanına tutulurken bir taraftan nasıl isimlendirileceği kafa karıştıran ama yoz olduğu tartışılmayacak post-muhafazakar mı desek post-modern mi desek bir ideolojik bombardımana daha maruz kalıyor. Burada aslan payı, televizyonun. Realite şovların garip bir türü olan «gelin-kaynana” yarışmasını hatırlarsınız. Genç erkek ve kadınların, kameralarla bezenmiş evlere tıkılıp, kaynanaların biricik oğullarına gelin aradığı o korkunç program. Ağıza alınmayacak küfür ve hakaretlerle dolu kavgaları, «o meşhur kaynananın” motto haline gelen söylemlerini («daldan dala”), yarışmanın galibi erkeğinin sonra bir otel odasında intihar edişini unutmak pek de mümkün değil. Bir sonraki furya, evlilik programları, çöpçatanlığın post-modern hali. Bizim muhafazakar toplumun muhafazakar bireyleri, evet televizyona çıkarak evlenmek istediklerini beyan ediyor, bu yarışmayı evlerinde ya da stüdyoda izleyen muhafazakar toplumun diğer bireyleri onlara talib oluyor, milyonlarca insanın huzurunda birbirleri ile pazarlık edip evlenmeye çalışıyorlar. Modern köle pazarları gibi sanki. Alan köle, varan köle… Sağlam şekilde muhafazakarlaştırılan toplumun, bu programları ilgiyle izlemesi, meşru, iyi ve hatta gerekli görmesi akıllara durgunluk veriyor. Şu Türkiye, sosyolojik bir cennet doğrusu…

Türkiye canavarlaşıyor

Şiddet doğada var olduğu gibi, insanlığın geçmişinde de varlığını bir şekilde her zaman sürdürmüş bir olgu. Ancak şiddetin kitlesel olarak normalleştirilmesi, meşrulaştırılması ve hatta özendirilmesinin, iletişim çağında oldukça vahim sonuçlar doğurduğu da ortada. Televizyon, sosyal medya, bilgisayar oyunları gibi araçlarla, şiddetin her türü sergileniyor, normalleştiriliyor, hatta öğretiliyor ve meşrulaştırılıyor. Bununla birlikte, insanlar şiddete karşı yabancılaştırılıyor. Bundan kasıt, şiddete dair moral sorgulamaların önemsizleştirilmesi ve böylelikle insanların «şiddeti” uyguladıklarını değil, bir şekilde koşullar gereği, sırf o an öyle gerekti diye yapabildikleri kontrol dışı bir olgu alarak algılamaları. Sonuçlar korkunç. Şiddetin giderek tırmandığı bu toplumda piskopat olduğunu bilmediğimiz, hatta kendisinin bile bilmediği insanlarla her gün burun buruna yaşıyoruz. Bu adamın minibüsüne binip, barda aynı havayı soluyup, hatta senelerce aynı yastığa baş koynuş bile olabiliyoruz. Kim bilir, belki biz bile piskopatlaşıyoruz.

Suça teşvik hukuku

Bu olumsuz tabloya, yasaların boşlukları ve hakkaniyetsiz hakimler eklenince, tecavüzcülere mini etek indirimi, 13 yaşındaki kızın «rızasıyla” kendisine 26 adamı tecavüz ettirmesi, sübyancı dindar yazarların bir gecede aklanıvermesi, mahkemede iyi halden ceza indirimi, zengin katillerin ceza evinden pırrr uçması adeta suça teşvik eden bir hukuksal görünüm çiziyor.

Sonuç olarak Türkiye, post-modern bir bunalım içinde, değerlendirmesini yapmak oldukça yerinde olacaktır. Bir yanda, gelenek ve din ile zihinlerin esir alınması, diğer yandan, yozluğun, laçkalığın, şiddetin modern araçlar üzerinden toplumu diri tutabilecek tüm insani değerlerin üzerini örtmesi, adeta kötülüğün ve yozluğun kutsanması. Bir yanda baskılanmış cinsellik, diğer yanda her akşam dizilerde sırf zengin adamı elde edebilmek için hamile kalan kadınları, dostunun sevgilisini ayartanları, töre cinayetlerini, entrikalı hayatları uzun uzun ele alan diziler. Bir yanda, orta okula türbanla giden kızlar, diğer yanda aynı kızların «bu tarz benim” izleyecisi olması. Ve yine daha nicesi…

Toplumsal cinsiyet ve şiddet konusu bu post-modern hastalıklara kapılmış hali ile inanılmaz trajik gözüküyor. Toplum çalkalanıyor, geriliyor. Mücadeleler cılız ve yanlış saflarda sürüyor. Bu sırada, hayatlar gidiyor, ocaklara ateşler düşüyor, gök yüzündeki çoban yıldızından yoksun nesiller yetişiyor. Geleceğimizi yok ediyoruz… Bugünden çoktan geçtik…

Bunları da sevebilirsiniz