Sözde Akademik Çalışmaların Silahı: Palavra!

Sosyal bilimler alanında çalışma yapan kişiler Türkiye ve Türk devrimi hakkında özellikle yabancı dildeki yayınları okuduklarında uzun kaynakçaların yer aldığı ve Türk devrimine karşıt görüşteki makaleleri okumaya alışkındırlar. Bu uzun kaynakçanın içerisinde yer almayan, büyük büyük lafların ardının dayanaksız bırakıldığı makalelerdir bunlar. Neoliberal-gerici ittifakının ideolojik bombardımanı etkisindeki bir ortamda sarf edilen bazı büyük laflara dayanak arama çabasına dahi girmeyen bazı akademisyenlerin birkaç çalışması üzerinden büyük bir literatür oluşabiliyor. Bunların birkaçını örnekleyebilmek için bu yazıda beş çalışmaya eğileceğiz.

Türk Devrimi’ni kim yaptı?

Bu sorunun yanıtı tarihsel olgulardan çok dünyayı yorumlama araçlarımızda yatar. Ciddi bir bilimsel çalışmada da kişinin ideolojisi, dünyaya bakış açısı elbette etkilidir ancak bu etkinin lehine veya aleyhine olsun herhangi bir iddianın desteklenmesi gerekmektedir. Tanımlamalar yapılıyorsa bu tanımlamalar aklanmalı, işlevsellikleri gösterilmeli veya bu aklama ve gösterim işlerinin yapıldığı çalışmalara referans verilmelidir. Ne hikmetse sıra Türk devrimini kötülemeye gelince tüm gereklilikler unutuluyor.

Nazım İrem, cumhuriyetin ilk dönemlerinde üretilmiş ve bu döneme etki etmiş düşünsel eserlerin üretimine ve bu üretimin siyasal neden ve sonuçlarına ilişkin yaptığı çalışmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin modernist Batıcı elitler tarafından kurulduğunu belirtiyor (İrem, 2002). Çalışmasının ayrıntılarını okudukça böyle bir iddianın dayanaksız bırakılmasına şaşıyor insan. Modernist kavramı cumhuriyeti kuranları kapsar görünmektedir, buna herhangi bir kimsenin itirazı olacağını sanmam. Ancak İrem’in çalışmasında da görüldüğü gibi birbiriyle çatışan tarafların pek çoğunun «modernist” ve özellikle de Kemalist ve İslamcı olmayanların «Batıcı” olduğu düşünülürse bu iddianın bu kadar sessizce geçiştirilmesi şaşılası şey doğrusu. Bu iddiada ve başka pek çok çalışmada geçen «Batıcı” sıfatının / kavramının içeriği (intension’ı ve connotation’ı, İngilizce söylemeyince anlaşılmıyor olabilir) sorgulanmaksızın, araştırılmaksızın kullanılıyor. Rıza Tevfiklerle Kemalistler arasındaki ayrımın belirli bağlamlarda rahatlıkla buharlaştığı, kimi zamanlarsa birden bire araya kalın duvarların çekildiği bu çalışmalarda «Batıcı” sıfatının ayrıntılı bir şekilde sorgulanmaması ciddi bir eksiklik.

Kemalizm’i ister savunalım ister yerelim, Batı ve Batıcı kavram çiftiyle ayrıntılı bir hesaplaşmaya, bu kavramların içeriğinin özenli bir çalışmasına eğilmeksizin ciddi bir kavrayışa sahip olamayacağımız konunun doğası gereği açıktır. Kemalizm, özellikle de modern Türkiye’nin kurulması bağlamında ele alınıyorsa bu eksiklik giderilmeden anlaşılacak bir olgu ve kavram değil.

«Batıcı” sıfatını bir kenara bıraktığımızda, sıfatın nitelediği «elitler” ifadesi daha da bir sorunlu görülüyor. «Elit”ten kasıt nedir? Sosyolojik bir grup mu yoksa düşünsel bir tavrı benimseyen insanlar kümesi mi? Ekonomi politik bir kavramsallaştırma mı? Belirli bir gelirin üstünde ve belirli tüketim nesnelerine yönelen insanlar kümesi mi? «Elit”liğin ne olduğu ve «elitler”in kimler olduğu belirtilmedikçe ve metinde geçtiği haliyle anıldığında bu sözcüğün Kemalizm’i ve Türk devrimini hakir gören bir zihniyetin dışa vurumu dışında bir anlamı yoktur. «Elit” sözcüğü aklıselimin anlayışına bırakıldığında, «elitler”in yapmadığı bir devrim, bir siyasal örgütlenme kalmayacak denli kapsamı genişleyebilir, dolayısıyla anlamsızlaşabilir.

Pozitivizm’in kapsamı!

Ali Kazancıgil’e göre Kemalist ideoloji laik, milliyetçi, solidarist (dayanışmacı) pozitivist siyaset teorilerinin bir alaşımıdır. (Kazancıgil, 1981). Benzer ifadelerle, aynı eser İrem’in çalışmasında da gündeme giriyor. Kemalizmin laik, milliyetçi olduğu onun hemen her dışavurumunda «laik”, «laiklik”, «milli”, «milliyet”, «milliyetçilik” sözcükleriyle de ortaya çıktığı için şimdilik tartışma götürmez olarak kestirilip atılabilir. Ancak «solidarizm” ve «pozitivist” sıfatları bu denli açık mı? Solidarizmi de belirli bir tarihsel bağlamda, Rus Narodnikleri ve Ziya Gökalp’in çalışmaları arasındaki ilişkiselliği de dikkat çekerek anlarsak şimdilik kenara bırakabiliriz. Peki ya pozitivizm? Bu denli açık bir anlamı var mı? Kemalizm’in pozitivist olduğu savının anlamı, referansı nedir?

İrem’in burada anılan çalışmasında da çeşitli felsefi akımlardan söz ediliyor. Kemalizmin ortaya çıktığı tarihsel bağlamda dünyadaki izdüşümlerine bakıldığında Kemalizm hangi felsefeye yakın görünüyor? Kemalizm «ırkçılık”la suçlandığında milliyetçi söylemler çerçevesinde ele alınarak «romantizm”le; iddialarına dayanak oluşturan «bilimsel çalışmalar” çerçevesinde ele alınarak da «pozitivizm”le suçlanıyor. Sözü edilen sosyal bilim ve siyasi tarih çalışmalarına bakıldığında gözlere pek ilişmiyen bir komediyle karşı karşıyayız. Her kim tarihsel referanslar veren bir siyasal söylem geliştirirse «romantizm”le; her kim gerçeklikte herhangi türden bir eşitsizliği, bir grubu, bir sorunu toplumsal veya doğal yapılarla bilimsel bir bağlamda veya bilimsel bir dille ifade edilen bir söylemde açıklamaya girişirse «pozitivizm”le suçlanıyor. Bilim ve bilimsellikle «pozitivizm”; tarih bilincine işaret eden ve geleceğe ilişkin projeksiyonlarda buluşan her türden söylemle «romantizm” eşitleniyor. Bu anlayışa göre «pozitivizm”den gayrı bir bilimsellik; «romantizm”den gayrı bir tarihsel kök arama çabası yoktur. «Tarihten önce vardık” mısrasıyla Bedreddin’le bağ kuran «Şeyh Bedreddin Destan”ı arasında romantizm; Akçura, Gökalp, Kemalist tarih anlayışı arasında pozitivizm açısından herhangi bir fark bulunmamaktadır. Bilimin bu denli inceliksiz bir kavranışı tarihimizin klişelerle ele alınmasına yol açıyor. Toplumsal olgu ve olaylarda bilime sarılan her tutumun pozitivizmle yaftalanması ve pozitivizmin de kötücül bir kullanım ötesinde bir değer taşımadığı bir iklimde bunun yapılması bilimi bir yol gösterici olarak okuyan anlayışların alaya alınmasına yol açıyor. Bilim yerine «toplumsal eleştiri”, «yapıbozumu”, «negatif diyalektik” türünden zırvalar «yöntem” olarak sunuluyor.

Cumhuriyetçi Muhafazakarlık: Türkiye bağlamında bir oksimoron!

İki zıt kavramın birarada kullanımına oksimoron denmektedir. Türkiye’nin yakın tarihinde muhafazakarlıkla cumhuriyetçiliğin birarada alınması, özellikle de ortaya çıkan «cumhuriyetçi muhafazakar” sıfatının jakoben bir devrimci gruba yöneltilerek kullanılması oksimoronun tipik bir örneğidir.

İrem’in yine aynı çalışmasında şu ifadelere rastlıyoruz:

«Muhafazakar siyaset felsefesinin özü milli meşruiyet ve öz-belirlenimdir, bunların her ikisi de İslami gericiler tarafından reddedilmiştir. Milli meşruiyetin peşinde koşturmanın dışında, Türk muhafazakarlığının diğer özgün veçheleri onun seküler erdem modelinden, halk egemenliği doktrininden ve devletçi bakış açısından türemiştir.” (İrem, 2002).

«Türk muhafazakarlığı” adı altında sekülerizm, halk egemenliği ve devletçilik düşünceleri kapsanmaktadır. Sekülerizm, toplumsal yaşamın üzerinde yükselen veya onu konu edinen değerler sisteminin dünyevileştirilmesi; halk egemenliği, yönetimin ülkenin mevcut kitlesinin hakimiyetine, onun temsilcileri yoluyla verilmesi; devletçilik ise toplumsal yaşamın ve toplumsal üretimin merkezi irade ve planlamayla yönetilmesi anlamına geldiğini varsaysak bile bu üç ilkenin «muhafazakarlık” kapsamına girdiğini söylemek oldukça iddialı olacaktır. Zira bunlar muhafazakarlıksa muhafazakar olmayan ne olduğu anlaşılamamaktadır. Şayet dünya muhafazakarlık-liberallik ikilisiyle kavranmaya çalışılıyorsa bu türden bir sonuca belirli bir bağlamda ulaşmak mümkün. Durum gerçekten buysa, akademimiz, ABD yurttaşlarının başlarındaki oligarşiye rızalarını üreten siyasal seçim sisteminin ikilimine hapsolarak dünyayı algılıyor demektir.

Köklülüğü kendinden menkul bir müzik türü: Türk olmayan Alaturka müzik!

Değirmenci’nin kaleme aldığı bir çalışmada halk ve millet kavramlarını sorguladığı ve Türk devriminin halk kavramını yorumlayışı tarzını ele aldığını görüyoruz. (Değirmenci, 2006). Ardında ciddi bir araştırma olduğu açıkça görülen bu çalışmada, Değirmenci, Ziya Gökalp ile II. Abdülhamit’in her ikisinin de Osmanlı saray müziğini Türk müziği olarak görmediğini, II. Abdülhamit’in sözlerini de alıntılayarak belirtiyor. Devamında II. Abdülhamit’in neredeyse 500 yıllık bir geleneği olan Osmanlı müziğini reddetme eğiliminde olduğunu söylüyor. «Neredeyse 500 yıllık geleneğin” tarihçesi konusunda her nedense pek bir kaynak gösterme niyetinde değil. Bu 500 yıl içerisine Osmanlı’nın İstanbul’u almadığı dönemler de giriyor. O nedenle «Alaturka” denen ve Türklük ile pek de bir ilgisi bulunmayan bu müziğin 500 yıllık bir geleneğe sahip olduğu iddiası herhangi bir dayanakla desteklenmeksizin okuyucunun zihnine nüfuz ediyor.

İkinci Cumhuriyetçi klişe: Atatürk Dini!

Bu çalışmalar arasında, bilimselliği en su götürür olan hiç kuşku yok ki şimdi ele alacağımız çalışma. Esra Özyürek bu çalışmada şunları söylüyor:

«Atatürk’ün doğaüstü güçlere sahip biriymiş gibi, özellikle de bütün bir milletin atası olarak gösteren temsilleri cumhuriyet rejiminin erken dönemlerinde yaratıldı. Bu türden tasvirler kitlelerin lideri sorgusuzca yüceltmesi ve ona hayran olması amacıyla yaratılmıştır.” (Özyürek, 2004)

Çalışmasında Atatürk kültünün yaratıldığını ve bu kültün kitlelerin zihnine nasıl sokulduğuna odaklanan Özyürek’in hemen her referansının 1980 sonrasındaki ABD’ci cuntanın icraatlarına yapıldığını gördüğünüzde yukarıdaki ifadelere şaşırıyorsunuz. Cumhuriyetin ilk yıllarına ilişkin bir iddianın 1980 sonrası icraatlarla temellendirilmesi, bilinçli değilse bile, bir anakronizm örneği.

Benzer bir iddia bu kez bir yabancının kaleminden çıkmış:

«Genç Cumhuriyet sivil toplumlu dinden ayırarak onu millileştirme niyetindeydi. Kemalizm’in incelikli bir «Atatürk Kültü” üzerinden kutsanıp İslam’ı gölgede bırakacak şekilde «Türkiye’nin Dini” haline geldiği iddia edilmektedir.”(Smith, 2005)

Türkiye’nin son 30 yıllık tarihini yaşamış hemen her eleştirel okur bu iddiaların ortaya çıkma zamanını, hatta nasıl ifade edildiğini anımsayacaktır. Uzaydan bir Marslı Türkiye’ye gelse Türklerin Atatürk’e taptığını düşünürmüş boyalı basında kalem oynatan bir zat-ı muhterem’e göre. Oysa, Marslı gerçekten Türkiye’ye gelmiş olsa hepsinin ceplerine doldurup tüm hayatlarını ceplerine dolduramadıklarının peşinde koşanlara bakarak birilerinin Allah’ının para olduğunu hemencecik görüverirdi. Ama her konuda eleştirel olan bu «bilimci”lerimiz ve «köşe yazarlarımız” , nedense neoliberalizmden gayrı, onun önünü tıkayan ne varsa her şeyi «eleştirel” bir şekilde okuyorlar, bilimi, aklı, namusa bir kenara atmak pahasına.

Kaynaklar

Değirmenci, Koray, «On the Pursuit of a Nation: The Construction of Folk and Folk Music in the Founding Decades of the Turkish Republic”, International Review of the Aesthetics and Sociology of Music, Cilt 37, No. 1 (Jun., 2006), pp. 47-65.

İrem, Nazım, «Turkish Conservative Modernism: Birth of a Nationalist Quest for Cultural Renewal”, International Journal of Middle East Studies, Cilt. 34, No. 1 (Feb., 2002), s. 87-112.

Kazancıgil, Ali, «The Ottoman Turkish State and Kemalism”, Atatürk: Founder of a Modern Turkey, editörler Ali Kazancıgil ve Ergun Özbudun, Londra: C. Hurst, 1981, içinde s. 37.

Özyürek, Esra, «Miniaturizing Atatürk: Privatization of State Imagery and Ideology in Turkey”, American Ethnologist, Cilt 31, No. 3 (Aug., 2004), s. 374-391.

Smith, W. T., «Civic Nationalism and Ethnocultural Justice in Turkey”, Human Rights Quarterly, Cilt 27, No. 2 (May., 2005), s. 436-470.

Bunları da sevebilirsiniz