Son yıllarda artan toplumsal şiddet olaylarını ele almaya çalıştığımız yazı dizimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu yazı dizisinde, tekilliğin ötesine geçip toplumsal bir hal almış şiddet ortamında ahlak tartışmalarının dışında, bir tecavüz kültüründen, toplumsal cinnet halinden ve bunlarla başa çıkmak için bazı önleyici ve azaltıcı önlemlerden söz ettik. Okumakta olduğunuz yazıda ise pozitif düzenlemelerin dışında, yurttaşların, en azından önemli bir bölümünün bilişsel durumunda yaratılabilecek değişikliklere ve bu değişikliklerin önemine yer ayıracağız.
Değişen insan davranışlarında benimsenen değerlerin önemi
Şiddetin, özellikle de toplumsal ölçekte destek bulan ve kimi zaman kamu gücüyle arka çıkılan şiddet örneklerinin gerisinde gizli bir dayanak bulunmaktadır. Bu dayanağın varlığı yönetimde ve hiyerarşik ilişkilerde gözlenen keyfiyetle paralellik taşımaktadır. Yasal, kamusal ve politik alanda keyfiyetin varlığı, beraberinde keyfi idari düzenleme ve yaptırımlara, bir ülke toptan söz konusu olduğundaysa, bunlara ek olarak bir de eğitim kurumları ve medya üzerinden endoktrinasyon (beyin yıkama) süreçlerine kapı aralamaktadır.
Ülkemizdeki endoktrinasyon, modern değerlerden, bilimden, aydınlanmadansa kapitalizmle uyumlu bir İslami ton taşımaktadır. Bu ton gün geçtikçe koyulaşmakta, öyle ki İslami endoktrinasyon için zerk edilen, modernliğe yabancı unsurlar kapitalist ilişkilerin bile damarlarında tıkanıklıklara yol açmaktadır. Belki de bu nedenle anaakım medya bile bugün ürkek bir dille rahatsızlığını dile getirmektedir.
Türkiye toplumunun yüzde 80’ininden fazlasının köyde yaşadığı bir dönemde, köy yaşamının sağlıklı bir şekilde ilerlemesi için gerekli düzen, İslami tonlarla ve imparatorluk kültürünün tanıyabileceği bir ölçüyle sınırlı bir hoşgörü ile sağlanmaktaydı. Herkesin herkesi tanıdığı ve büyük bir kesimin birbirine soy bağıyla bağlı olduğu bir yaşam alanında, insanların “makbul olmayan davranışlara” cüret etmelerinin önünde ciddi yaptırımlar bulunmaktadır. Köy yaşamının aşıladığı ve gerektirdiği bu bilinç biçimi, kent yaşamına geçtiğinde, köyünden veya aynı soy bağından olmayan kişilere ve kamuya açık alanlara karşı eylemlerinde önünde bu engelleri bulamayan bireyler, kent yaşamına uyum sağlamakta zorlandılar. Kimisi kent yaşamının hukuk dışı olarak tanımladığı eylemlerle kendisini sınırlamakla yetindi, kimisiyse hukukun teorik ve pratik kısıtlamalarını yalınlaştıran kentli kapitalist ilişkilerle uyum içerisinde yeni bir hal alan İslami pratiğe kendine rehber edindi. Ne var ki, bu İslami pratik, “İslami” olması nedeniyle İslam’ın diğer tüm yorumları ve uygulamalarıyla, modern zamanların modernleşmemiş bireyleri ve bu bireylerin yaşamları arasında bir köprü kurdu. Bu köprüden geçişin devlet rejimine tabi tutulduğu yıllar haricinde, köprüden kitlelere etki etme imkânı bulan nepotist (yeğenci) küçük girişimcilerle, bu girişimcilerle iş yapan orta ve büyük ölçekli girişimciler, ama en çok da bunların kurulu düzende pay sahibi olanları, bu toprakların İslami geleneklerinden bazı unsurları alarak kendi ideolojik alanlarını inşa ettiler. İşte bu sayede, siyasal ve kamusal alan Nakşibendilerin, Nurcuların, Süleymancıların ve bu üç ana tarikatın alt gruplarının entrikalarıyla doldu taştı. Bu baskın grupların dışında, nefes almak ümidiyle daha seküler tarikatlara katılan veya onlarla dirsek temasına giren gruplar, Aleviler ve herhangi bir dinsel referansa açıkça başvurmayan modern kesimler, bir hakem olarak devlete, özellikle de kurucu felsefenin cisimleştiği Kemalizm’in şu veya bu türüne sarıldılar. Ne var ki, ne Kemalizm ne de diğer modern siyasal akımlar, bireylerin gündelik yaşam pratikleri için sağlam bir düstur sağlayamıyordu. Kemalizm’in ideolojik araçları ve kitle davranışını değiştirme araçları olan halkevleri, laik eğitim kurumları, köy enstitüleri, Türk ocakları çoktandır ya kapatılmış ya da işlemez hale getirilmişti. Sosyalizan diğer akımlar da insanın, yurttaşların bu ihtiyaçlarına karşı ya ilgisizdi ya da bu alanda bir seçenek sunmada yetersizdi. Buna istisna olarak sunulabilecek 1940-1980 arası, ama özellikle 1960 sonrası sol kültür, kentli emekçiler arasında yeşermiş ve laik bir yaşam biçimine uygun kültürel ürünleri kitlelerle buluşturmuştu. Yine de, özlenen, modern yaşam için arzu edilen disiplin, topluma örnek olabilecek ahlak anlayışı kurulamamıştı.
Kentleşmenin hızlandığı, ama bu hızlanmayı aşan bir gecekondulaşmanın bu kentleşmeyi gölgelediği bir ortamda arabesk kültür, Türk-İslamcılıkla iç içe geçmiş bir liberalizasyon ve Batı’yla entegrasyon süreci sonucunda, kültürel yaşamın inşası ve ilerletilmesi kentli emekçilerin omuzlarından alınmış, çarpık kentleşmeye koşut bir şekilde modernite düşmanı veya moderniteye aykırı unsurların insafına kalmıştı. Bu süreçte, bilimdışılık bilimin, vulgar halkçılık (popülizm) demokratlığın, Batıcılık ilerlemeciliğin ve devrimciliğin yerini aldı. Bu kez de manevi ve maddi değerlerin dağılımı açısından, bir tarafı Fransa bir tarafı Bangladeş olan ve bu taraflaşmanın coğrafi sınırlamalara uymadığı bir bölünme yaşandı.
Tüm bunlar yaşanırken, herhangi bir sopanın, baskı gücünün fiili olarak bulunmadığı durumlarda, bireylerin zihninde yer eden değerler, onları bu değerlere uygun olarak hareket etmeye, siyasal yelpazedeki ve toplumsal bölünmedeki “şeytanlar” dan uzak tutmaya başladı. ABD’nin başını çektiği bu dönüşüm, Yeşil Kuşak’ın inşası, Antikomünizm ve Özalizm üçlüsü, hizmet sektörünün fırlamasına, ilerici Türk ekonomistlerinin belirttiği “Turizm, İnşaat, Tekstil” sektörlerinin ekonominin dümenine geçmesine, nitelikli iş gücünün üretimden gelen gücünün azalmasına ve bu azalmaya karşılık, kente göç eden niteliksiz işgücünün sayıca işçi sınıfının saflarını işgal etmesine yol açtı. Tüm bunlar gerçekleştiğinde, kentler, moderniteye aykırı unsurların, memleketçiliğin, dinciliğin, ortaçağa özgü çalışma rejimlerini andıran taşeronluğun ve mevsimlik işçiliğin, kayırmacılığın, yeğenciliğin (nepotizmin) ağırlık kazanmasıyla, kendisine katılan büyük nüfusu dönüştürme kabiliyetini yitirdi.
Kurtuluş için gerçekle yüzleşme
Sonuç olarak, toplumsal rahatsızlığın, toplumun içerisindeki iktidar odaklarının şiddetiyle açığa çıktığı bir ortamda bulduk kendimizi. Ailedeki iktidar olan baba-oğul kutsal ikilisi, evin kadınlarına; okullardaki iktidar olan idareciler yıldırma politikalarıyla ve şiddetle emekçilere ve öğrencilere; patronların adamları, tüketicilere ve emekçilere; tarikatların başları, kendilerine bağlı kurumlarda müritlerine, müritlerinin çocuklarına şiddet uygulamaya koyuldular. Kendi iktidarının bu yerel iktidarlarının gücüne bağlı olduğunu gören ve yereldeki bu iktidarın alanının genişletilmesini kendi varlığının güvencesi olarak gören iktidarsa, yerelde olup bitenlerin arkasına geçmek zorunda kaldı ve şimdilik bu zorunluluğa uygun davranmada önemli başarılar elde etti. Dahası, 1980 sonrası kurulan ideolojik iklim ve bu iklimin maddi anlamında hedeflerine ulaşıp keskinleşerek başkalaştığı günümüzde, bu değişimin içsel dinamiklerini, toplumsal tabanını ve bu tabanın karşısındakilerin, yani kendilerinin, gücünü kavrayamayan modern, çağdaş yaşamı benimseyen kitle de bu dönüşüm sürecine karşı körleşmiş, düşmanını bireysel hesaplaşmalarda görmektedir. Kitlenin iktidara düşmanlığı ise genel bir tepkinin ötesine geçememektedir. Kitlenin kendi gücünün farkına varmaması sonucu, içine düştüğü bu durum onun, uzun süredir eski Türkiye’nin siyasal ufkuna hapsolmasına yol açmıştı. Canavardan kurtuluş belki de bu hapisten kaçmakla, parmaklıkları eritmekle ama en önemlisi içerisinde bulunduğumuz karanlık durumu, iyimserlik adına bulandırmadan ele almakla gerçekleşecektir.