Pazar araştırmaları konusunda faaliyet gösteren bir kuruluş olan GfK ile Wall Street Journal Avrupa’nın birlikte yaptıkları ve sonuçları Haziran 2008’de açıklanan bir araştırmaya göre Türkler’in %93’ü vergi hilesinin, %86’sı sporda şikenin, %92’si ise iş ilişkisinde hilenin ciddi bir sorun olduğuna inandığını söylüyor. Avrupa ülkeleri arasında hilenin en yüksek olduğu ülke olarak önce kendi ülkelerini, ardından İtalya’yı gördüğünü ifade eden insanlarımızın %72’si hile ve aldatmanın on yıl öncesine göre daha yaygın olduğuna inanıyor. Genel bir yaklaşımla batının değerler sistemi ve yaşam tarzıyla yıllardır süren yakın ilişkinin sonucu olarak ülkemizde çeşitli biçim ve şartlarda batılılığa vurgu yapılıyor olsa da davranış kalıpları, refleksler, tercihler ve geleneksel normlarla doğulu bir toplum olarak görüldüğümüzü söyleyebiliriz. Doğulu toplumlarda ahlak, değerler ve geleneğin günlük yaşamı yoğun olarak etkilediğine yönelik genel iddia ile bu sonuçlar tezat teşkil etmiyor mu?
Öncelikle modern çağın pek çok sorunundan bir kesit sunalım. Kurumsallaşan ahlaksızlık, iş yaşamının zaman zaman muazzam tahriplere yol açan dinamikleri, maddi edinimler uğruna katlanılan söz, hâl ve davranış cambazlıkları, marka tutkunluğunun yol açtığı kişiliksizleşme, ürün isimlerinin kişi adlarının ve insanın biricik kişiliğinin önüne geçmesi, aşırı maddecilik, şöhret veya makam tutkusu artık birer çağdaş sorun / hastalık olarak görülmeli. Bu modern dönem arızalarına, insanların hayata bakışlarındaki farklılıkları giderek daha az tolere etmeye başlaması nedeniyle farklı olanı kendilerine benzetmek için büyük çaba sarf etmelerini ve farklılıkları tehdit olarak algılamalarını eklemek mümkün. Ekonomik rasyoneller nedeniyle doğal süreçler olduğuna inanmamız istenen bu yeni paradigmaların yer yer toplumsal barışı sarstığını söylemek fazla iddialı olmasa gerek. Tüm bunları tedavi eden kür, ilaç veya sağlık kuruluşları olmadığı için bu sarmal büyüyor. Büyüdükçe yakıyor, yok ediyor ve çoğu zaman bizlere ait olmadığını düşündüğümüz yeni kimlik ve gelenekler inşa ediyor. En kötüsü bu ekonomik ve sosyal atakların bir karşı cephesi yok. Bu nedenle ekonomik gelişmeler tahmin edilse de insanda oluşturduğu değişiklikler kolay kolay öngörülemediği için tedbir alabilecek fırsat bırakmıyor. Pek çoğumuz ancak gelişmeleri görüp tanıklık ettikten sonra tariflere kalkışıyor ve anlamlandırma yapmaya çalışıyoruz. Nihayet olgusal verilerin pek çok durumdaki yokluğu, dikkatleri aslında pek konuşulmayan ve ucu açık taraflara çekiyor: Etik, ahlak ve asgari normlarımızın ne olması gerektiği gibi.
Bir noktada ayrım yaparak söze başlamak gerek. Etik ve ahlak, aralarında anlam alışverişi olan ancak eş anlamlı olmayan kavramlar. Etik deyince, ahlakın özünü ve ahlaki olanı araştıran bir felsefe etkinliğini anlamak gerekiyor. Yunanca’da töre, usul, âdet, gelenek gibi anlamlara gelen ethos kelimesinden türeyen etik, toplumda gördüğümüz çeşitli norm ve kuralları ahlaki açıdan araştıran bir disiplin olarak öne çıkıyor. İyi, kötü, doğru ve yanlışı arayan etik evrensel çapıyla dikkat çekerken ahlak daha yerel, yöresel kimliğiyle ayrışıyor. Yüzyıllar boyunca toplumun kendi dinamikleriyle oluşan ahlak ve ahlaki uygulamalar yazılı olmayan kimliğiyle ortaya çıkarken etik daha kurumsal ve kuramsal boyutuyla kendini belli ediyor. Sokaktaki insan için toplumun ortalama normlarına aykırı olan söz, davranış ve kararlar gayriahlaki olarak değerlendirilirken kurumsal ve profesyonel ortamlarda bu söylem şekil değiştirerek gayrietik oluyor. Nitekim tıp etiği, eğitim etiği, rekabet etiği kavramları son yıllarda sık sık gündeme geliyor (sözcük kullanımlarındaki alışkanlıklar gereği rekabet ahlakı şeklindeki ifadeler de karşımıza çıkabiliyor).
Etik ve ahlakın tarihsel gelişimine baktığımızda farklı toplumların, bunların inançlarının, ortalama reflekslerinin, vazgeçilmezlerinin ve tahammül edemediklerinin pek çok ortak noktada buluştuklarını görmek mümkün. Dinler, siyasetle uğraşanlar, kural koyucular ve ideolojilerin kendi yandaşları ve takipçileri için hep normlar geliştirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Mısır mitolojisine baktığımızda Ölüler Kitabı (Book of Dead) «fakirin hakkını yemedim; hırsızlık yapmadım; kadın veya erkekleri öldürmedim; aç insana ekmek, susamış insana su, çıplak insana giyecek verdim.” diyor. Eski Mezopotamya’ya, örneğin Hammurabi ve kanunlarına göz attığımızda kimi zaman bize yabancı gelen kurallar («Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa kendisi de aynı ateşe atılır.”), bazen de günümüze paralel uygulamalar görüyoruz («Bir tüccar nakletmesi için simsara mısır, yün, yağ veya başka bir mal verirse, aracı, aldığı miktarı belirten bir makbuzu tüccara vermelidir. Bundan sonra tüccara verdiği para için de ondan bir makbuz alır.”) Antik Yunan’a gittiğimizde akla hemen Sokrates ve son savunması geliyor. Bazı Atinalılar tarafından şehrin tanrılarına inanmaması ve gençlerin ahlakını bozması gerekçesiyle suçlanan Sokrates «Soluk aldığım ve aklım başımda olduğu sürece felsefeyle uğraşmaktan, size öğütler vermekten ve tanıdığım herkese doğruyu anlatmaktan asla vazgeçmeyeceğim. Evet baylar; beni beraat ettirmeseniz de, yüz kere ölmem gerekse bile bilin ki davranışlarımı değiştirmeyeceğim.” diyor. Sokrates ölümle karşı karşıya geldiğinde kendi standardını şöyle belirliyor: «Güçlük, dostlarım, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıktan kaçınmaktır; çünkü o ölümden daha hızlı koşar. Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa kendim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim.”
Eski Çin’i incelediğimizde öğretisi yaklaşık 2.500 yıl sonra bugün de geçerli olan Konfüçyüs’ün ağırlığını görüyoruz. Chi K’ang, Konfüçyüs’e hükümeti sorar; Konfüçyüs cevaplar: «Ülkeyi yönetmek demek, halkı doğru yola götürmek demektir. Halkı doğrulukla yönetirsen, doğru davranmamayı kim göze alabilir?” Chi K’ang yine hükümeti sorar ve der ki: «İyi ilkeler için, ilkelere bağlı olmayanları öldürme konusunda ne dersiniz?” Konfüçyüs yanıt verir: «Hükümeti yönetirken neden öldürmekten söz ediyorsunuz? İyi olan şeyler için isteklerde bulunursanız halk da iyi olur. Büyüklerle küçükler arasındaki ilişki, yelle otlar arasındaki ilişkiye benzer. Yel esince otlar eğilir.”
Eski Roma ve Stoacılık denilince akla gelenlerden birisi de Epictetus. Ahlak konusu üzerinde duran ve Sokrates´ten etkilenen Epictetus, «İradenin dışında, iyi ya da kötü olan hiçbir şey bulunmadığını kabul etmemiz gerekir. İnsan kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli; erişemeyeceği, sahip olamayacağı şeyler için açlık ve kıskançlık duymamalıdır. Bütün bu duygular onu mutsuz kılar. O halde yapılması gereken şey, akla uygun olmayan duygular ve tutkular karşısında kişinin güçlü olması, bağımsızlığını kazanmasıdır.” sözleriyle amacın, insanların kendi hayatlarının efendisi olmak olduğunu öne sürer.
Batılı düşüncenin ve Rönesans’ın en çok etkilendiği isimlerden biri olan Niccolò Machiavelli en ünlü eseri Prens’te «adalet güçlüden yanadır” derken bugün bile tartışılan «gücün/güçlünün hukuku mu, hukukun gücü mü” tartışmasına dâhil oluyor. İnanca ait, dinsel veya ahlaki her türlü yaklaşıma kayıtsız kalarak politik tarihe yeni yaklaşımlar getiren Machiavelli, «Genel olarak insanlar vefasız, güvenilmez, hatalı, korkak ve açgözlüdürler. Size her şeyi yapma sözü verirler; işler kötü gittiğinde size sırtlarını dönerler. Size en yakın olan kişinin daha güvenilir olduğunu düşünmeyin. Arkadaşlık, zorunluluklar/görevler üzerine kuruludur ve insanlar bu vazifeleri kolaylıkla ihlal ederler.” ifadeleriyle kendisinden etkilenen Avrupalı düşünce akımlarına o günün -ve hâlâ geçerli olan bugünün- perspektifini dayatıyor. Herhangi bir ahlaki ideal veya kaygı olmaksızın yazan Machiavelli, kişinin nasıl yaşadığı ile nasıl yaşaması gerektiği arasındaki uçuruma dikkat çeker. Bu öylesine büyük ve tehlikelidir ki, yapılması gereken uğruna yapılanı terk eden kişi çok geçmeden korunmasını değil yıkımını öğrenmiş olur; çünkü her zaman iyi bir insan olmak isteyen kişi, iyi olmayan onca insan arasında kesinlikle yıkıma uğrayacaktır.
Museviliğin On Emir Kitaplarında (Deuteronomy) «anne ve babanı şereflendir; öldürme; çalma; komşuna yalan söyleme; aranızda fakir biri olduğunda kalbinizi katılaştırmayın veya fakir kardeşinizden uzaklaşmayın. Ona karşı cömert olun ve ihtiyacı kadar ödünç verin.” ifadeleri karşımıza çıkıyor. Süleyman’ın Özdeyişleri «Doğrular haksızlardan iğrenir, kötüler de dürüst yaşayanlardan.” ve «Dürüstlerin tuttuğu yol kötülükten uzaklaştırır, yoluna dikkat eden canını korur.” derken hıristiyanlıkta Matta İncili «Komşunu seveceksin, düşmanlarından nefret edeceksin dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin.”, Luka İncili ise «Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin. Alacağınız ödül büyük olacak.” çağrısında bulunuyor. İslamda Bakara suresinin 112. ayeti «Kim güzel davranış ve iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”, Şura suresinin 37. ayeti «Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da onlar affederler.”, Araf suresinin 28. ayeti ise «Çirkin bir iş işledikleri vakit, ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?’” hatırlatmasında bulunuyor.
Bu noktada bir parantez açmakta yarar görüyoruz. Özellikle teknolojiye ait gelişmelerin etkisi ve donanım odaklı birey yetiştirme ihtiyacının artmasıyla etik ve moral değerlerin günümüzün eğitim programlarında ikinci plana atıldığına ilişkin görüşler zaman zaman gündeme getirilmektedir. Buna, kendi içinde tutarlılığı olmakla birlikte «bilgi yoğunluklu” düşünen yapılandırmacı yaklaşımın ortaya koyduğu kuramsal yaklaşımı eklemek de mümkündür. Her ilave bilgiyi sahip olunanlarla bütünleştirme süreci olarak gören bu yaklaşıma göre yeni bilgiler önceden yapılanmış bilgilerin üzerine inşa edilmektedir. Jean Piaget ve Levy Vygotsky’in dile getirdikleri teorilerden etkilenerek ortaya çıkan bir bilgi ve öğrenme yaklaşımı olarak düşünülebilecek yapılandırmacı yaklaşım, eski ile yeni bilgi arasında ilişki kurmayı hedefleyen, bilginin çevreden edilgen bir şekilde alınmayan, bilakis bireyin kendi başına ve etkin olarak yapılandırdığı bir süreç olduğunu ifade etmektedir.
Yapılandırmacılık ile bireye bir şeyi «öğreten”, «öğretme”nin merkezde olduğu, öğretme bazlı klasik yaklaşımların yerine bireyin nasıl öğreneceğini ele alan, «öğretmen”in öğrenme sürecine rehberlik eden konuma geçmesini öneren bir eğitim kuramından söz edildiğini söyleyebiliriz. Öğrenmenin bireyler tarafından yapılandırıldığını, öğrenenlerin öğrenmeye aktif olarak katıldığını, öğrencilerin araştırarak ve birbirleriyle işbirliği içinde öğrendiklerini modelleyen bu yaklaşım uygulamacılarda zaman zaman kafa karışıklığı oluşmasına sebep olmuştur. Geleneksel yöntemlere ve bilginin nesnelliğine dayalı olan modellere alternatif olarak sunulan yapılandırmacı yaklaşımın, sosyal bilimlerin pek çok alanında olduğu gibi yabancı akademisyenlerin araştırmalarından çevirilerle sistemimize dâhil olması bu muğlak görünümün önemli sebeplerinden biridir. Özellikle eğitim fakülteleri bünyesindeki bir grup akademisyen arasında, yeni kuşak öğretmenlerde ve millî eğitim bürokrasisinde her derde deva bir ilaç hâline dönüşen yapılandırmacılığa -altına imza atacağımız tespitleri olmakla birlikte- temkinli yaklaşılmasında yarar görüyoruz. Nitekim Ankara Üniversitesinden Nurettin Şimşek’in de dile getirdiği üzere yapılandırmacı öğrenmenin uluslararası taraftarları kadar eleştirenleri de bulunmakta, önemsendiği kadar hafife de alınmaktadır.
Yapılandırmacı yaklaşıma ilişkin literatüre göz attığımızda öğrencilerin ezberden uzak düşünme ve problem çözme yeterliliklerini artırmayı, gerçek yaşama dönüştürülebilen bilgiyi öğrenmelerini hedeflediğini, sosyal ve iletişim becerilerinin geliştirilmesinin amaçlandığını görmek mümkündür. Merak uyandırma, araştırma ve keşfetme, analiz etme, yaşama uyarlama/uygulama şeklinde ortaya çıkan bu teori -karamsar görünmek istemiyoruz ama- bilgi, materyal ve beceri odaklı görüntüsü nedeniyle bireyin gelişiminde ihtiyaç duyulan diğer gereklilikleri -davranış kodları, ahlaki gelişim, etik değerler- pasifize etmektedir. Bu gereklilikler genel olarak bireye, ailelere ve sosyal ilişkilerle örülen çevreye bırakılmaktadır. Öğrencilerin yetiştirilmesindeki yaklaşımların değişmesi ve uygulayıcıların bunları içselleştirmesi sürelerinin uzunluğu nedeniyle zorlanan okulların öğrencide moral değer ve karakter inşasına yönelik görevi pek çok yerde ikinci plana atılmakta ve okullar beşeri gelişim konusunda giderek yetersiz kalmaktadır. İhtimal ki bu nedenle son dönemlerde etik ve moral değerlerden daha fazla söz edildiğini görüyoruz (üst düzeydeki millî eğitim görevlilerinden gelen çıkışları ve demeçleri örneklemek mümkündür). Nitekim mütevazı gözlemlerimizin izin verdiği kadarıyla öğretmen yetiştirme eğitimlerinde ve eğitimle ilgili konferanslarda özellikle genç eğitimcilerin soruları teorik değil pratik boyutta gelmekte, bilgi değil davranış kazandırmaya yönelik sorunlar göze çarpmaktadır. Öğrencilerin nasıl matematik veya fen öğreneceklerinden ziyade toplu bulunulan yerlerdeki davranış kültürü, kendisinden talep edilenleri yerine getirme, kurallara uyma, kişisel disiplin, dakiklik, sorumluluk gibi sorunlarda yığılma görüyoruz. Benzer şekilde Türkçe veya yabancı dil yeterliliğinin nasıl kazandırılacağından daha çok üçüncü şahısların haklarının farkında olma, demokratik kültür, temizlik, çalışkanlık, adalet, dürüstlük, iradeli olma ve tasarruf yapma gibi alışkanlık veya davranış biçimlerinde sıkıntılar yaşandığını tespit ediyoruz. Bu aşamada moral değerler inşası ile -başlıcası okul olan- formel öğrenme ortamlarında yaşanan sorunlar arasındaki ilişkiye dikkat çekmekle yetinelim. Konuya ekonomi ve kamusal etikle devam edip sonra tekrar eğitime dönüş yapacağız.