Önce meseleyi kuramsal çözelim…
Yunanistan, Güney Amerika’da bir ülke olsaydı…
Veya Türkiye, Moğolistan’a komşu bir ülke olsaydı…
Yunanistan ile Türkiye arasında yaşananlar, «hiç yaşanmamış” olacaktı.
«Kıbrıs Sorunu”, diye bir sorun da olmayacaktı.
İki kavim, millet veya ulus arasında şu güne kadar yaşananlar, bir coğrafi beraberliğin «alın yazısı” sanki… Ve her şey, yaşanılan çağların temel özellikleri doğrultusunda ilerlemiş, olup bitmiş… Yani, içinde bulunulan yüzyıl, fetihler, istilalar, dini egemenlikler, boyunduruk altına almaların geçerli olduğu yüzyıl ise, her şey bu yönde gerçekleşmiş, aksi düşünülemezdi çünkü.
Fatih Sultan Mehmet, 1453’te İstanbul’u Bizans’ın elinden alırken, o çağın gerçeklerine tamamen uyan bir eylem gerçekleştirmişti.
Tersini düşünelim…
Son Bizans İmparatoru Konstantin, çok güçlü bir ordunun desteğinde Mekke’yi kuşatsa idi, gözyaşı döken Müslümanların hatırı için bu istiladan vazgeçip, büyük insanlık idealleri uğruna silahını çöle gömüp bir su kenarındaki vahada şiir okumaya mı çekilirdi? Tam aksine… Mekke’yi zapteder, tepesine Bizans bayrağını dikerdi.
Uzak diyarlardan kopup gelen ve Kudüs kapılarına dayanan Haçlı Seferleri, bu kadar kan, gözyaşı, eziyet ve günahı niçin omuzladı acaba?… Sadece yaşadıkları çağın dini, ahlaki (!), ekonomik, feodal, kırsal, etnik, kültürel (!), talancı, zalim, ganimetçi gerçeklerine uymak için! O kadar basit…
Dünyanın zalim dönemlerinde yaşanılan çağlar, din temelinde yükselen emperyal-feodal devletlerin (imparatorlukların, krallıkların, padişahlıkların) barış şarkıları söylediği çağlar değil, kılıçlarını kana buladıkları çağlardı.
Bu yüzden tarihe bakarken kızmayalım, üzülmeyelim.
Başka çaresi yoktu.
Olan olmuş.
O çağların gereği gerçekleşmiş.
Modern çağların gerçeği nedir?…
Şimdi önümüzdeki çağların gerçeği nedir?
Buna yanıt verelim, bu gerçeği görebilelim.
Yine savaş yüzyılları mı yaşayacağız?
Yine mi din kavgaları, zulümler, istilalar, iç savaşlar?
Yoksa artık kılıçlar yerine çiçekler ve bilgisayarlar mı geçecek?
İşin özü şudur: «Küresel bir barış istiyor muyuz?…”
Bunu içtenlikle istiyorsak, öncelikle bölgesel barış istememiz gerek. Yani Yunanistan ile barışmadan, aramızdaki sorunları düzenlemeden, daha açıkçası Ege, Kıbrıs gibi kangren olmuş konuları çözmeden «dünya barışını” istemenin bir anlamı var mı?
Yeni yüzyılı kavramamız gerek. 2000’li yılları, barış, insanlık, demokrasi, küresel işbirliği ve her türü Emperyalizme karşı çıkma anlamında kucaklamamız gerek.
Savaşlar artık olmamalı…
Ulusların başka zayıf uluslara zulmü gerçekleşmemeli…
Dini ve milli komplolar dönemi kapamalı…
Ulusların acımasızca sömürülmesi sona ermeli…
Emperyalizm her alanda geriletilmeli…
Ama olmuyor işte, diyeceksiniz bir türlü!
İşte dünyanın dört köşesindeki yangın yerleri… Daha dün gerçekleşen Yugoslavya’nın parçalanışı, Bosna katliamı, iki kez Çeçenistan savaşı, 11 Eylül saldırısı, terörizmin şaha kalkışı… El-Kaide.. Dibimizdeki Afganistan, Irak, Suriye bataklıkları… Baştan sona bir kan deryası halindeki Ortadoğu ve İslam ülkeleri… Ve Doğu Akdeniz yeni petrol havzasının tam göbeğindeki Kıbrıs sorunu..
Geçmişte yazdığımız ve Türk – Yunan sorunlarını barışçı bir bakış açısı altında çözmeyi amaçlayan kitabımızın ismi «Kato Polemos” idi.. Yani «Kahrolsun Savaş” dedik. Yine aynı şeyi söylüyoruz..
Kato Polemos!…
Kahrolsun Savaş!…
***
«Kahrolsun Savaş” dedikten sonra, daha da ileri giderek, iki ulusun, iki halkın, yani Yunanistan ile Türkiye’nin, dahası Kıbrıs’taki iki toplumun yani Türk ve Rum toplumlarının «yan yana gelerek”, aynı yönde barış içinde çağdaş komşuluk ilişkileri içinde dümdüz ilerleyebileceklerini de söylüyoruz.
Yani bundan böyle «Zito İrini” diyebilmeliyiz!
Yani, «Yaşasın Barış” demeliyiz!
Türkiye – Yunanistan ilişkileri…
Hatta, arada sırada, bu «yan yana gelmeler”, zito irini’ler gerçekten olmuş bile…
1930’lar ve 1950’leri şöyle bir düşünelim.
1930’larda Akdeniz’de yükselen İtalyan Faşizmi’nin yayılması tehdidi üzerine, Türkiye ile Yunanistan birbirlerine yaklaşmışlar, Atatürk ile Venizelos bir araya gelip kucaklaşmış, Balkan Antantı’nın oluşumunu sağlamışlar, bu dönemde birçok güzel işbirliği antlaşmaları, gönül almalar, sevimlilikler gerçekleşmiş. Bütün bu yakınlaşma eylemleri dünya kamuoyunun takdirini kazanmış, yakınlaşmanın organizatörü İngiltere’nin bölge çıkarlarına denk düşse bile, önemli olan daha 15 yıl önce birbiri ile savaşan iki ülkenin arasındaki buzların erimesi böylece sağlanmış; bölgeye barış egemen olmuş. Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi işte bu dönemin sonucudur. Sonuç olarak, Yunanistan ile Türkiye, bölgede Faşizm’e karşı kaya gibi direnmişler. Önemli olan bu değil midir?
Gelelim 30 yıl sonrasına…
Faşizm, İkinci Dünya Savaşı sonunda tarihin çöplüğüne atılmış, yerle bir edilmiş… Yıl 1950’ler… Bu kez, dünyayı ve Akdeniz’i «küresel” olarak tehdit eden Sovyetler Birliği yayılmacılığı gündeme gelmiş, Amerikan Emperyalizmi ile birlikte savaş sonrası «ikili paylaşımı” genişletmek ve germek için Soğuk Savaş rüzgarları esmeye başlamış. İşte bu aşamada İkinci Dünya Savaşı’na girmeyen Türkiye ile savaşta Faşizm tarafından işgal edilen, direnen, sonra bir iç savaş yaşayan Yunanistan yine yan yana gelmek zorunda kalmışlar. Aynı Batı İttifakı’na (o zamanki ismi ile Hür Dünya) yönelerek, aynı askeri kampa, yani NATO’ya girmişler, böylece askeri müttefik olmuşlar. Akdeniz’e sarkmak isteyen Sovyet yayılmacılığına karşı, Amerikan Emperyalizmi’nin yanında olmayı daha ehven kabul etmişler. O zamanki Stalin korkusu bu tercihin sebebi olarak gösterilmiştir ki, büyük ölçüde doğrudur. Ancak, Amerikan Emperyalizmi’nin (dahası Batı Emperyalizmi’nin), İkinci Dünya Savaşı sonrası nükleer güçle de donatılmış Sovyet Emperyalizm’inden daha günahkar ve korkunç olduğu çok daha ileriki yıllarda ortaya çıkabilecektir. Burada üzerine parmak bastığım nokta, Türkiye ile Yunanistan’ın 1950’lerde aynı ideal için yan yana gelebilmeleri ve hala bu ideal çerçevesinde aynı askeri ittifakta bulunmalarıdır.
Demek ki, iki ulus, bir dış ortak tehdit karşısında, ulusal didişmeyi erteleyip barışabiliyorlar, askeri güçlerini ortak düşmana yöneltiyorlar, yan yana gelip işbirliği yapabiliyorlar.
Ancak… Ortak dış tehdit zayıflayınca veya tamamen ortadan kalkınca, iki ulusun yeniden savaş oyununa dönebileceklerini unutmayalım.
Demek ki, ortak dış tehdit, İngiltere-Amerika gibi patron ağabeyler, gerçek barışa giden yolda kalıcı faktörler değil. Gerçek barışa giden yolda kalıcı anlamda, daha ahlaki bir gerçek söz konusu olmalı…
Bu «ahlaki gerçek” ne olabilir?
Bu çalışmamda bu gerçeğe yönelirken, Türk ve Yunan halklarının «ortak alınyazısına” mutlaka geri dönmemiz gerekiyor..
Türkler ve Yunanlıların ortak alın yazısı…
Şöyle ki…
Yunan halkı, 1830’lardan itibaren, Türklere (Osmanlılara) karşı bir ulusal kurtuluş savaşı vererek, adım adım topraklarını geri aldılar ve şimdiki modern Yunan ulus devletini kurdular. Bu eylem Mora’da isyanlarla başlayıp, şimdiki sınarlarına Türkler aleyhine ilerleyerek kavuştu. 1830’da Osmanlı ordusuna ilk kurşunu atan Yunanlı, anavatanı için silaha sarılan bir yurtseverdi, bir kahramandı. Ardından gelenler de yurtsever ve kahramandılar. Bu isyana çıkarları için Avrupa devletleri veya Rusya yardım etmiş olabilir, ama Yunan halkının kendi öz toprakları için Osmanlı’ya karşı başkaldırması baştan sona haklı bir eylemdi (Çünkü bu topraklarda 1461’den beri Müslüman Osmanlı egemenliği söz konusuydu). Aleksandr İpsilanti isimli bir komitacının ilk kez kurduğu «Etniki Eterya” isimli bir örgüt Osmanlıya karşı ilk ayaklanmaları organize etti ve ustalıkla yönetti. Etniki Eterya’nın çevresine toplanmış, aydınlar, silahlı çeteler ve kilise adamları, Osmanlılar’dan kurtulma ateşini yaktıkları zaman nihai hedefi «Megalo İdea” olarak tespit ettiler. Bu, «Büyük Hülya” demekti… Tıpkı Türkler’in «Turancılık” idealleri gibi, ırklarının tarih boyunca ayak bastığını düşündükleri tüm toprakları geri alarak büyük bir imparatorluk kurma ülküsüydü. Megalo İdea sınırları içine, sadece Osmanlı egemenliğindeki Yunan toprakları değil, tüm Trakya, Anadolu, Ege adaları ve Kıbrıs da giriyor ve bir daha da o çerçeveden çıkamıyordu (!).
Megalo İdea’nın, Türkler’den Mora yarımadasını ve Yunanistan ana karasını geri alışı esnasında,uzun bir süreç içinde askeri bir savaş gerçekleşti. Ancak Türklerin sivil kesiminden çok insan katledildi, toprakları, evleri, malları ellerinden alındı, köyleri yağmalandı ve yüz binlerce insan yerinden edilerek göçe zorlandı. Çünkü tarih sahnesine çıkmaya hazırlanan genç bir ulus, özgürlüğe ilerliyordu, toprakları üzerinde başka dini ve etnik yapılara tahammül göstermesi o çağın somut gerçekleri açısında düşünülemezdi bile. Kendinden başkasını düşünmemek bugün bize ters gelse bile, o günün koşulları açısından doğaldı.
Sonuç olarak…
Yunanlılar haklıydı!…
Türklere karşı haklı bir ulusal kurtuluş hareketi gerçekleştirip sonunda Türklerden kurtularak modern Yunanistan’ı kurdular, kendi öz ulus devletlerinin bayrağını yükselttiler.
Ama, bunun tam tersi de doğrudur.
Türkler de Yunanlılara karşı bir haklı ulusal kurtuluş savaşı gerçekleştirerek, Yunanlılardan kurtularak modern Türkiye’yi kurdular, kendi öz ulus devletlerinin bayrağını yükselttiler.
15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ederek, adım adım Anadolu’nun içlerine ilerleyen işgalci Yunan ordusu, kahraman Türk halkının direnişi sonucunda zafere ulaşamadı; Türk halkının Mustafa Kemal önderliğinde başlattığı ihtilal hem Yunanistan’ın istilacı emellerini 9 Eylül 1922’de İzmir’den denize döktü, hem de imparatorluk enkazından yepyeni bir modern cumhuriyetçi ulus devlet çıkarttı. Bu büyük alt üst oluş esnasında Yunan ordusu ile din, gönül ve ülkü birliği içindeki Anadolu’daki Rum nüfus büyük darbe yedi, çok insan katledildi, toprakları ellerinden alındı, malları yağmalandı. Bunlara engel olmanın o yıllarda fikri, ahlaki ve maddi hiç bir zemini yoktu. Çünkü bir ezilen ulus, tıpkı geçmişte Yunanistan’ın Türklerden kurtuluşunda yaptığı gibi kendi özgürlüğüne doğru savaşarak ilerliyordu… Üstelik zaman yine çok zalimdi…
Türkler de, 1919-22 arası haklıydı…
İzmir işgal edilirken Yunan ordularına ilk kurşunu atan gazeteci Hasan Tahsin Bey haklı idi… Tıpkı Mora’da Osmanlı ordusuna ilk kurşunu atan Yunan kahramanı gibi…
Türkler ve Yunanlılar, birbirlerine karşı ulusal kurtuluş savaşları gerçekleştirerek, birbirlerinden kurtularak, kendi özgürlüklerini kazandılar, giderek kendi modern ulus devletlerini kurdular.
Şimdi söyleyeceklerimizin en önemli yerine geldik.
***
Ben bir Türk yazarı olarak, Yunanistan’a gittiğimde, 1830’larda Türklere karşı bağımsızlık eylemini başlatmış bir Yunan kahramanının anıtına veya mezarına hiç üzülmeden veya sıkılmadan çiçek bırakabilirim.
Bir Yunanlı aydından da aynı şeyi beklerim. Yani Yunanlı dostum, İzmir’de Yunan işgali başlarken ilk kurşunu atan Gazeteci Hasan Tahsin’in Konak Meydanı’ndaki anıtı önüne bir 9 Eylül günü gelip, hiç üzülmeden ve hüzünlenmeden bir çiçek bırakabilmelidir.
Çünkü her iki kahraman da doğrusunu yaptılar.
Her iki ulus doğrusunu yaptı.
Yaptıkları ulusal kurtuluş savaşları doğrudur, haklıdır!…
Birbirlerine karşıt gibi gözüken bu iki kurtuluş hareketi, aslında birbirine paraleldir.
Burası iyi anlaşılmalı.
Yunan ulusal kurtuluş hareketi ile Türk ulusal kurtuluş hareketi, içinde yaşadıkları yüzyılın «devrimci tarihi dinamiği” doğrultusunda haklı eylem yapmışlardır.
Devrimci tarihi dinamik nedir?
Yirminci yüzyılın «devrimci tarihi dinamiği” nedir?
Kimdir o yüzyılın gerçek yazarı?
O yüzyıl kimin yüzyılıydı?
Bunu doğru yanıtlarsak, problemi çözebiliriz. Hem Türk-Yunan sorunlarını, hem de Kıbrıs düğümünü çözmemiz kolaylaşır.
Tekrar soralım, 20. yüzyılda yükselen ve günümüze evrilen dönemin devrimci temel dinamiği nedir?
Bunu doğru yanıtlayalım.
20. Yüzyıl imparatorluklar yüzyılı mıydı?… Tam tersine Avusturya-Macaristan, Osmanlı, Rus imparatorluklarının yıkılmasını yaşadık. Acaba krallıklar, padişahlıklar yüzyılı mıydı?… Tam tersine, Britanya, İspanya gibi azman kraliyetler bile köşelerine çekilmek zorunda kaldılar. Acaba yüzyılın egemen ideolojisi Faşizm miydi?… Bize bu soruyu 1936’larda Milano’da veya Bavyera’da bir birahanede sorsalardı, belki şaşırabilirdik, çünkü Mussolini’nin ve Hitler’in azgın söylevleri kafamızı karıştırmış olabilirdi. Ama 2.Dünya Savaşı, Faşizm’i yerle bir etti, ezdi, darmadağın etti. Faşizm, yüzyıla damgasını basamazdı, basmamalıydı ve sonunda yüzyıldan temizlendi. Peki acaba, sözünü ettiğimiz yüzyıl Komünizm Yüzyılı mıydı?.. Komünizm, küresel olarak tüm dünyamızı kardeşliğe, huzura, refaha, kalkınmaya, özgürlüğe, demokrasiye götürebildi mi?.. Eğer bunu Stalinci komünizm olarak algılıyorsak, bu tür komünizm acı bir hatıra olarak kaldı dünya halklarının belleğinde. 1990’lara gelindiğinde bu tür diktacı Komünizm başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm Avrupa kıtasından silindi, halklar koşa koşa özgürlüğe kavuştular. Sosyalizm ise bir ideal olarak hala halkların umudunu süslüyor, ama hiçbir ülkede gerçek anlamda iktidar olamadı.
Peki o zaman 20.Yüzyıl kimin yüzyılıydı?
Bu yüzyılın gerçek kimliği neydi?
***
20.Yüzyıl, hiç şüphesiz, «Ulusal Kurtuluş Savaşları Yüzyılı” idi…
Bu yüzyıl, Mustafa Kemal’in, Gandi’nin, Lumumba’nın, Che Guevara’nın, Fidel Castro’nun, Ho Chi Mihn’in, Mao’nun, Yaser Arafat’ın , Cezayir özgürlük mücahitlerinin, Vietkong gerillalarının, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Anadolu’da Emperyalizme karşı kahramanca direnerek, ulusal kurtuluş savaşlarını gerçekleştirerek, ulus devletlerini böylece kuran mazlum ulusların, tüm esir halkların, sömürülen ulusların özgürlük yüzyıldır.
Bu yüzyılda «ahlaki” olan tek savaş, ulusal kurtuluş savaşlarıdır.
Bu yüzyılda ahlaki olan sonuç ise, «ulus devlet” kurma hakkıdır.
Bu yüzyıl, Emperyalizme karşı kahramanca direnebilmenin, savaşabilmenin, onu alt edebilmenin düşünüldüğü, tartışıldığı ve eyleme geçirildiği şanlı bir yüzyıldır. Ulusal kurtuluş savaşları, 20.yüzyılın alın yazısıdır.
Bu muazzam direniş karşısında Emperyalizm duraklamış, durmuş, düşünmüş ve yeni stratejiler geliştirme gereksinimi duyarak, 2000’li yıllarda başka küresel maskeler takarak, bambaşka yollardan egemenlik hırsını sürdürmektedir.
Bu bakımdan kendi toprakları üzerinde ulusal kurtuluş hareketleri sonucunda ulus devletlerini yükselten Yunanistan ve Türkiye doğru yönde, yüzyılın yörüngesi doğrultusunda ilerlemişlerdir.
Yaptıkları bağımsızlık hareketleri, birbirlerine karşı gerçekleşmiş olmasına rağmen yüzyılın devrimci tarihi gerçeği açısından birbirine paralel haklı ve şanlı eylemler yapmışlardır.
Bu bakımdan Yunanistan ile Türkiye, simetrik iki ülkedir.
Simetrik iki ülke: Yunanistan ve Türkiye…
Ege Denizi, bu simetrinin merkezidir; iki halkı, iki ulusu birbirine bağlayan güzel bir denizdir, barışa çok yakışan bir denizdir. İki halkın barış yolunda ilerlerken doğru kulvara girmeleri zorunludur. Bu kulvar, Emperyalizm’in oyunlarına düşmemek, silah, petrol ve teknoloji, iletişim ağası, para babası Emperyalistlerin çıkarları için birbirleriyle savaşmamalarıdır. Küs olmaları bile anlamsızdır.
Emperyalizm, tüm gücüyle varlığını Doğu Akdeniz’de ve hele Ortadoğu’da kanlı bir şekilde sürdürmektedir.
Emperyalizm’in maskesi, yalanları, taktikleri değişmiştir.
Yunan ve Türk halkları, Emperyalizme karşı yan yana gelip, Ege Denizi’nin iki yanında içtenlikle gerçek barışı kurabilmelidir.
Temelimiz, «Anti-Emperyalizm” olursa her sorunuzu çözebiliriz.
Ama temelimiz «Emperyalizm” olursa, hiçbir sorunumuz gerçekte çözülmez.
Ne Ege’de.. ne Kıbrıs’ta…
Hem dış dünyamızdaki Küresel Emperyalizm’e karşı çıkacağız, hem kendi topraklarımızdaki Emperyalizm’e, hem de bize sahte şoven duygularla aşılanan kendi Emperyalizm’imize..
Ne demektir bunlar?
Yunanlı unutmasın; Megalo İdea’nın sınırı, Anadolu kıyılarıdır, ondan ötesi sonsuza kadar Türk topraklarıdır.
Türk unutmasın; Türkiye’nin sınırı Misakı Milli’dir, Anadolu’dur. Kıbrıs’ta Türk hakları vardır, ama Sakız’da, Midilli’de, Selanik’te Türk hakları yoktur, yalnızca iyi komşuluk esasları vardır.
Artık, sınır meseleleri, deniz kayalıklarına sahip olma kavgaları, göklerde uçakların it dalaşı, eski kavgaların tortularını kaynatma uğraşları, yeni çıkarların dayatılması gibi şeyler, boş ve anlamsız girişimlerdir. Çocuklarımızın kanı hepsinden önemlidir.
***
Yunanlılar, 1461’den 1870 kadar, 400 yıl Osmanlı yönetiminde yaşamanın hüznü, üzüntüsü ve kini içinde olabilirler; İstanbul üzerinde hala bazılarının egemen olma ihtirasları olabilir, dini bağnazlıkları vardır, kilise tahrikleri olabilir, daima da olacaktır. Hatta neden küçük Asya Felaketi’ni yaşadık, keşke İzmir Yunanistan’ın olsaydı diye düşünenlerde olabilir. Kıbrıs niçin bölündü, Türkler 1974’te niçin adaya çıktı, diye içtenlikle hırslanan çok Yunanlı da olabilir. Yine bu duygular sonucunda PKK, Türkiye’yi yıksın diye istek ve girişim içinde olanlar da olabilir.
Ama tüm bu çağdışı düşünenleri en aza indirip, iki güzel halkı, Türkleri ve Yunanlıları, Kıbrıslı Rumları ve Kıbrıslı Türkleri birbirinden asla ürkmeden ve şüphelenmeden gerçek barışa götürmek zorundayız.
Şarkılarla, türkülerle…
Emperyalizme karşı kahramanca kükreyerek…
Atatürk-Venizelos’un, Dido Sotiriyu’nun, Mikis Thedorakis’in, Abdi İpekçi’nin, Ekrem Akurgal’ın, Andreas Politakis’in barışçı izinden giderek.
1980’lerde eyleme geçen Türk-Yunan Dostluk Derneği’nin açtığı kapılardan geçerek… Abdi İpekçi’nin yaktığı meşaleyi elden ele götürerek… Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Eylemleri’nden ders alarak… Andreas Politakis’in yürekli kavgasına destek vererek…
Kato Polemos!…
Kahrolsun Savaş!…
Zito İrini!…
Yaşasın Barış!…
Hem Ege’de…
Hem Kıbrıs’ta
Kıbrıs Sorunu nedir?…
Şimdi gelelim hızlı biçimde Kıbrıs’a…
Çünkü «Kıbrıs Sorunu”, hem 20., hem de 21. yüzyıllarda Türkiye-Yunanistan arasındaki nihai güncel sorunlardan başlıcasıdır. Yunanistan, Osmanlı egemenliğinden kurtularak modern ulus devletini kurmuştur, Türkiye de Yunanistan’dan kurtularak kendi modern ulus devletini inşa etmiştir. Aradan da bunca yıl geçti.
Ancak «Kıbrıs Sorunu” ortada durmaktadır.
Sorunu en kısa biçimde şöyle ifade edebiliriz:
«Osmanlılardan 1878’de İngilizlere geçen adada, Kıbrıslı Rumlar 1950 başlarında EOKA (Ethiniki Organosis Kyprion Agonistan – Kıbrıslıların Ulusal Mücadele Örgütü) isimli bir direniş hareketi kurarak İngilizlere karşı terör eylemlerine başladılar. Albay Grivas başkanlığındaki EOKA, bu direniş hareketini «Megalo-İdea” doğrultusunda Yunanistan’la birleşme «ENOSİS” ideali temeline oturtarak, adada mahalle ve köy komşusu Türklere karşı da savaşa girişti, katliamlar yaptı. Bir gerçek anti-emperyalist direniş örgütünün her etnik kesime eşit mesafede olacağını unutan (umursamayan) EOKA, sonunda ulusal kurtuluşçu bir örgüt değil, faşist bir örgüt haline geldi. Zaten kurucusu Albay Grivas, 2.Dünya Savaşı’nda Yunanistan’da Nazileri destekleyen (X) örgütünün kumandanıydı, aşığı sağcı ve sol düşmanı bir militaristti. Olaylar hızla gelişti… Türkler de kendilerini Rumlardan korumak için önce 1956’da şehit kahraman Alpay Mustafa önderliğinde «Volkan” gizli teşkilatını, daha sonra 1 Ağustos 1958’de rauf Denktaş ve arkadaşları öncülüğünde TMT’nı (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurarak hızla silahlandılar ve savaşmaya başladılar. Bunun üzerine İngiltere, adadaki askeri üslerini kalıcı biçimde yerinde bırakarak, iki toplumlu, Türk ve Rum cemaatleri kapsamında yeni bir «Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulmasına ön ayak oldu. Londra ve Zürih anlaşmalarından sonra 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi ve İngiliz egemenliği sora erdi. Türkiye, İngiltere, Yunanistan garantör devlet olarak konumlandırıldı. Direnişçi papaz Makarios Cumhurbaşkanı seçildi, yardımcısı Türk olan Dr. Fazıl Küçük idi. Ancak adaya huzur ve barış bir türlü gelmedi. Bu kez sol eğilimli Cumhurbaşkanı Makarios taraftarları ile yeniden 1971’de organize olan faşist EOKA-B milisleri sürtüşmeye ve dövüşmeye başladılar. Ada bir kangren haline geldi. 15 Temmuz 1974’te Yunanistan’da iktidarda bulunan faşist Albaylar Cuntası, diktatör Dimitri İyonides’in organizasyonu ile adada darbe yaparak, EOKA’cı Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan ettiler ve adayı Yunanistan’a bağladıklarını açıkladılar. Bunun üzerine adada iç savaş başladı. Sağcı ve solcu Rumlar birbirine girdi. Binlerce insan öldü… İç savaş adaya yayıldı. 20 Temmuz 1974 günü sabahın ilk ışıklarında Kıbrıs’ın kuzeyine Türkiye garantör devlet olarak, askeri çıkartma yapmaya başladı ve savaş başladı. Türkiye Kıbrıs’ın kuzeyini savaşarak ele geçirdi, adadaki Türk halkını kuzeye topladı, Kıbrıs’ta EOKA-B cuntası ile Yunanistan’daki askeri cunta derhal devrildi, her iki kesime demokrasi geldi, ancak Türklere bir yaşam garantisi ortada gözükmediği için Türk ordusu adadan ayrılmadı. 1975’e adanın kuzeyinde Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD), 1983’te ise KKTC (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) ilan edildi. Güneyde ise eski Kıbrıs Cumhuriyeti devam ettirildi. Halen de iki kesimin devletleri yollarına devam ediyor. Amerika, İngiltere, AB, BM, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum tarafı, günümüze kadar süren bu süreçte, daima yeniden 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti koşullarına dönülmesi, Türk ordusunun adadan geri çekilmesi, KKTC’nin feshi için baskı ve nice girişimler yaptılar. Türk tarafı da eski koşullardan başına gelmedik kalmadığı için hep uzak durdu… Böylece Kıbrıs sorunu içinden çıkılmaz bir sorun haline geldi.. 2002’de güneydeki Rum devleti (Kıbrıs Cumhuriyeti), Avrupa Birliği’ne de üye kabul edildi. En sonunda BM tarafından sunulan Annan Planı, Türk tarafı için çok muğlak ve olumsuz koşullar taşımasına rağmen Türklerce referandumda (% 64.91) kabul edildi, ancak bu kez eski EOKA’cı Tasos Papadopulos’un başında bulunduğu güney Rum tarafı kendilerine verilen hak ve tavizleri yetersiz gördükleri için, (daha doğrusu Türk tarafını değil ortak veya azınlık, bir eklenti toplumcuk gördükleri için) planı kendi referandumlarında reddederek (% 75.38) dünyayı hayrete düşürdüler.”
İşin özeti buydu…
Yeni Amerikan Barış Planı…
2014 yılı Şubat ayında bir Amerikan girişimi oluştu…
Bir Amerikan Planı olduğu apaçık olan ve BM’nin sunduğu 8 madde ve 2 sayfadan oluşan Kıbrıs Müzakereleri ortak metni doğrultusunda başlayan ve Yunanistan ile Türkiye hükümetlerinin desteklediği Rum ve KKTC yöneticileri arasında başlaması istenen müzakerelerin önemli maddeleri şöyle:
1- Yeni devlet (Birleşik Kıbrıs) siyasi eşitlik temelinde iki toplumlu iki bölgeli federasyona dayalı olacak.
2- BM ve AB’nin üyesi olarak tek vatandaşlık, tek temsiliyet ve BM’ye üye ülkelerin sahip olduğu özellikte tek egemenliği bulunacak.
3- Egemenlik, Kıbrıslı Türk ve Rumlara eşit yayılacak.
4- Kurucu devletler yetkilerini federal hükümetten bağımsız kullanacak.
5- Birleşik Kıbrıs vatandaşları ayrıca Türk ve Rum kurucu devletinden herhangi birinin vatandaşı olacak.
6- Hiçbir taraf diğer taraf üzerinde otorite ve idari yetkiye sahip olmayacak.
7- Birleşik Kıbrıs, her iki tarafta eşzamanlı ve ayrı ayrı düzenlenecek referandumdan sonra ortaya çıkacak.
8- Başka bir ülke ile herhangi bir şekilde kısmi veya bütün olarak bölünme, birleşme ya da ayrılma hakkı yasaklanacak.
Yukarda sunduğumuz 8 ana ilke çerçevesinde müzakereler şu anda gerekleşmektedir.
Temkinli mantık ne düşünür?…
Burada hemen kayda geçirilmesi elzem olan hususlar şunlardır, ki bu hususlar, Kıbrıs’ta Türk varlığının günün birinde yeniden tehlikeye düşmesini istemeyen temkinli, şüpheci ve tecrübeli bir mantık tarafından ileri sürülebilir:
1- Plan bir Amerikan Planı’dır…
2- BM ve AB ile Yunanistan tarafından apaçık desteklenmektedir.
3- Kıbrıs Rum tarafının, tüm adayı kuşatacak şekilde Amerikan şirketleri ve İsrail ile başlattıkları ve muazzam petrol ve gaz yataklarına uzanan sondaj faaliyetleri, petrol ve gaza ulaştıktan sonra dünyaya açılmak için (nakliye için) Türkiye ana karasının imkanlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bakımdan petrol ve gazın getireceği rantın, başta Amerikan petrol şirketleri, Kıbrıs’ın Türk ve Rum tarafları, Yunanistan, İsrail ve Türkiye arasında pay edileceği anlaşılmaktadır. İşin içinde ve yönetiminde Emperyalizm’in olduğu açık ve nettir.
4- Türkiye’nin garantörlük hakkı ortadan kalkmakta /mı/dır?
5- Yunan-Rum tarafı, Kıbrıs’ta Türklerin aleyhine olacak her minik ilerlemeyi Helenizm’in zaferi olarak algılamaktadır. Şovenizmin esiri olmuş Rum politikacılarının, 1974 Türk Harekatının halk üzerindeki acı hatıralarını kaşımaları (hem sol hem sağ politikacılar için) çocuk oyuncağıdır. Bu bakımdan bağnaz kilisenin de tahriki ile, geçmişte defalarca olduğu gibi Kıbrıs Türk toplumunu kuşatma ve yok olma sürecine sokacak girişimler nasıl engellenecektir? Bir daha Makarios, Grivas, Nikos Sampson gibi sembollerin ortaya çıkmamasının garantisi nedir?
6- Türkiye’nin Kıbrıs’taki 25 bin kişilik askeri gücü adadan çekilince, Kıbrıs Türk tarafını kim koruyacak ve kollayacaktır?
7- İngiltere, adadaki üslerine dayanarak çıkarılacak petrol ve doğal gazdan şimdiden pay istemeye kalktığına göre, Türkiye’nin artı Kıbrıs Türk tarafının bulunacağı hesaplanan muazzam doğal kaynaklardan hangi oranda pay alacağı nasıl hesaplanacaktır?…
Bu bakımdan Kıbrıs Sorunu, müzakereler başlamasına rağmen bir düğüm olarak Doğu Akdeniz’de «tarihi karizmasını” korumaktadır diyebiliriz.
Olaya iyimser bakmaya çalışacak olursak, iyi niyetinden şüphe duyamayacağımız, üstelik Kıbrıs konusunda emek harcamış düşünce adamlarının yorumlarına kulak vermeliyiz kanaatindeyim.
Bir iyimser: Mümtaz Soysal
Prof. Mümtaz Soysal böyle biri…
19 Şubat 2104 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan «Kıbrıs’ta Tanım ve Akıl” başlıklı yazısını sunalım:
«Yanlış bir tutumla soruna dönüştürülen Kıbrıs «konu”su, sorun olmak şöyle dursun, tam aksine, barış, huzur, hatta sürekli mutluluk getirebilecek önemli bir fırsattır. Biraz akıl ve bilgiyle.
Çözüm, iki devletli bir federasyondur. Ama «federe” devletlerin, yani «tam bağımsız” değil, bağımsızlıklarını bir araya getirerek «federal” devleti kuran iki devletin federasyonu.
Bu konudaki ilginç bir özellik, aynı zamanda hayli çapraşık olan şu güçlükten kaynaklanıyor: Ad veya «kimlik” farkı. Kıbrıslı Türkler, tarihten ve haritadan silinmemek için, bin bir güçlükle ve «anavatan” Türkiye’nin desteğiyle «Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni kurdular ve öyle yaşamaktalar. Güneyde kalan Kıbrıslı Rumlar ise, adanın İngiliz yönetiminden bağımsızlaşıp devletleşmiş adıyla «Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak yaşıyor, hatta «Avrupa Birliği”yle kaynaşıyor.
Farklı gözlerle bakıldığında ister istemez adlar ve dolayısıyla kimlikler değişik oluyor ve çözüm de ister istemez güçleşmiş görünüyor. Kıbrıslı Rumlar, Osmanlı devletinden önce farklı etnik kökenlerden ve inançlardan gelmiş olsalar bile çoğunlukla Ortodoks Hıristiyan oldukları ve genellikle Yunanca konuştukları için çoğu zaman ada dışında Grek olarak biliniyorlar. Osmanlı egemenliği sayfasını çoktan çevirdikler için aradaki «Rum” sözcüğü onların gözünde pek makbul değil. Kendilerini, daha geniş bir Yunan medeniyeti içinde «Kıbrıslı” diye özel bir kimlikle de tanımlıyorlar. Dolayısıyla, eşitlik içinde adada kurulacak bir federasyonun adı, Türk-Yunan Kıbrıs Federasyonu olması gerekir.
Doğrusunu isterseniz, eşitlik terazisi iyi ayarlanmak koşuluyla, öylesi de pek fena olmaz ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki anavatanlar dostluğunu pekiştirmek gibi bir yararı bile olabilir. Kavramları iyi tanımladıktan sonra akıllı çok iş yapmak kolaylaşır. Yoksa olur olmaz herkesi böyle bir konunun içine sokmakla doğru sonuca varılmaz.”
Dikkat edildiği gibi hiçbir zaman Emperyalizm’in Kıbrıs üzerindeki oyunlarına teslim olmamış, Yunan-Rum tehditlerine ve oyunlarına direnmiş, Rauf Denktaş’ın mesai arkadaşlığını da yapmış olan ulusal konularda duyarlı, ancak aynı zamanda şoven olmayıp bir çağdaş insan olan eski Türkiye Dışişleri Bakanı Prof.Mümtaz Soysal, ileri sürdüğü çekincelerini saklı tutmak kaydı ile iyimser yazmaktadır.
Bu görüşü de kayda geçirmek lazım…
Çünkü iyimser olmadan hiçbir çözüm olmaz; tabii ki eğer çözüm istiyorsak. Çözüm istemiyorsak, şu anki durumun nasıl büyük bir avantaja dönüştürülebileceğini de Türkiye tarafı şimdiye kadar bir türlü keşfedemediği için, Amerika yeniden bu Kıbrıs dosyasını açmıştır.
Özetle…
Kıbrıs Türk halkını, yeniden Emperyalizm’e teslim etmeden…
Emperyalizm ile müzakere ederek…
Kıbrıs Türkü’nün geleceğini garanti alarak…
Türk-Yunan barışını daha sağlam temellere oturtarak…
Petrol ve doğaz gaz rantının adil biçimde bölüşülmesini sağlayarak…
Doğu Akdeniz’de bir barış adası yaratmaktan başka çare yok gibi…
(Not: Yaşar Aksoy’un önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan «Emperyalizme Karşı Kıbrıs Direnişi (Nikos Sampson’un Anıları, Darbe ve Düğüm)” kitabı, konu ile ilgili yayınlanmamış gizli belgeler geniş analizler içermektedir.