Önce Paylaşım,Sonra Kozlaşım

Ülkemiz siyasi iktidarının bugün içinde bulunduğu çıkmazın temeli, 2002 Genel Seçimi ile atıldı. Başbakan iktidar hırsı ile yanıp tutuşurken, yanına Gülen Cemaatını almak gereğini duymuştu, bu birliktelik inançları adına kaçınılmazdı da. Söz konusu camia yıllarca yetiştirdiği kadroları devlette yapılandırıyordu. Devlet bunu bir politika olarak benimsemiş ve gereğini de yerine getirmişti. Yetmişli yıllarda Cumhurbaşkanı Emekli Or.Gn. Cevdet Sunay «Türkiye önemli bir ülkedir. Bu nedenle devlet laik okullarda yetişenlerle yönetilemez. İmam Hatipleri çoğaltacağız. Oradan mezun olanları devlete yerleştireceğiz” diyordu. İşte o günden bu yapı ve güç devlet içinde sessiz sedasız örgütlü olarak devleti ele geçirmek planı üzerinden yürütülüyordu. Turgut Özal politikası da Gülen Camiasını kollayıp geliştirdi. 2000 yılında ülkeyi felç eden ekonomik kriz halkı yeni bir iktidar arayışına yönlendirdi. Fırsatı değerlendiren Erdoğan, ABD desteği ile kurduğu AKP’yi Cemaat işbirliği ile iktidara taşındı. O gün Cumhuriyet’in temel değer ve felsefesini geriye döndürmek için başlayan işbirliği, adım adım gerçekleştikçe çıkarlar çatışmış, böylece iç çatışma eşyanın tabiatı gereği kaçınılmaz olmuş, sonunda da bugün dışa yansımış bulunmaktadır.
Siyaset belli bir program ile ortaklık geliştirmediğinde, iktidarı paylaşma gibi bir olguyu taşıyamaz. Faşist yönetimlerde iktidar gücü kendisine ortak almaz. Demokratik ülkelerde ortaklık bir hükümet programı üzerinde anlaşarak koalisyonla oluşur. Oysa AKP bir siyasi parti olarak, kendi dışında din eksenli camia ile sözlü ortaklık oluşturdu. Başbakan Erdoğan’ın oy tabanı olmasına karşın, Gülen’in devlette yetişmiş bürokratları vardı. İlk günlerde devlet aşama aşama ele geçirilirken bu kadrolar devletin kilit noktalarına atandı. Özellikle yargı ve emniyet ile il ve ilçe yönetimlerine Gülen taraftarları getirildi. Ekonomik ve eğitim gibi alanlar ise Erdoğan’ın sağdan soldan devşirdiği kadrolara teslim edildi. Bu, devletin güçler arası bir paylaşımıydı… Başbakan, belediye yönetiminden edindiği deneyimle devleti küçültme adı altında yağmalamayı bir yönetim olarak benimsemişti. Oysa devlet birbiriyle uyum içinde dönen dişlilerle çalışır ve işlerdi. Özelleştirme bir ekonomik anlayış olarak değil, yolsuzluklar zinciri içinde zenginlik aracına dönüştürüldü.
Cumhuriyet ile barışık olmayan zihniyet merdiven basamaklarını teker teker çıkarak, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını ele geçirdi. Yeni zenginleştirdiği insanları mal mülk ve para sahibi yaptığı yetmezmiş gibi, bir de bunları çeşitli yöntemlerle yazılı ve görsel medya sahibi yaptı. Bu tek yönlü medya ülkede algı yönetimini ele aldı. Öyle ki; her yerde ve her konuda bilgi sahibi bir başbakan yaratıldı. Mağdurken mağrur yapıldı. Bilgi ile donatılmış(!) kabına sığmayan atak bir başbakan imajı yaratılarak ülkenin mutlak hakimi yapıldı. Böylece bir diktatör, tek adam olarak Türk siyaset tarihinde yerini almış oldu. İhtiras ve kibir öyle bir tavan yaptı ki, söylediğinin ne anlama geldiğini bilemez bir konuma geldi. «Yasama da, yürütme de biziz” diyecek kadar ileri gitti. Demokrasi karşıtı bu tür söylemler iktidarın ülkeyi nereye sürüklediğini böylece gözler önüne serdi.
Bu faşizm ve diktatörlük Anayasa değişiklik referandumu ile doruğa yükseldi. Daha iktidarının ilk günlerinde «adalete ve yargıya inanmıyoruz” diyerek ülkenin nelere gebe olduğunu açıklamıştı. Bu inançsızlıkla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını değiştirerek, kendine uygun bir yargı sistemi oluşturduğu sanısına kapıldı. Bilmediği ve anlayamadığı, suç ortaklığının sonsuza dek sürmeyeceğiydi. Aile boyu yapılan yolsuzluk ve alınan rüşvetler ile komisyonlar artık yatak odalarından ayakkabı kutularına varana kadar dolmuştu. Babalar ve oğullar devlet çarkından suyu kendi değirmenlerine akıtmakta o derece ileri gittiler ki, düne kadar «bizim” diye baktıkları savcılardan biri, bir sabah çomağını arının kovanına sokuverdi.
Nasıl olduysa, kim ve kimler tarafından yapıldığı bilinmese de vurgun ve soygunlar ortaya serildi. Başbakan’ın oğlu Bilal’in yasadışı kişilerle yasadışı işler yaptığı ses kayıtları ve belgelerle gün ışığına çıktı. Ortaklık bitti… Şimdi hem iktidar hem de camia ellerindeki kozları oyuna sürdü, kozlaşma başladı… İktidar ortakları on iki senedir gömdükleri silahları topraktan çıkararak birbirlerine karşı patlatmaya başladı. Emniyet amirleri günde iki kez atamalarla oradan oraya sürülürken, savcılar dün kutsanırken bugün hain damgası ile damgalanarak lodos rüzgarı yemişçesine dağıtıldı. Gün geçmiyor ki, yeni bir tutuklama dalgası yükselmesin. Ama, savcı emniyete söz geçiremiyor. Hükümet baskı, savcı yasa uygulamak istiyor. Ama güç oyunu bozuyor… Trafik silah ve mühimmat dolu TIR kamyonları ile akıyor. Savcı ihbar sonucu aramak istiyor, hükümet aratmıyor. Ve o gün o savcı o görevden alınıp başka bir göreve veya başka bir yere atanıveriyor. Artık, körlerin bile görebileceği şekilde devlet şirazeden çıktı. Hükümet, hükmedemez oldu. En kötüsü de, yargı en güvenilmez duruma getirildi.
Demokrasi derin ve onarılmaz yara aldı. Bugünkü KAOS’tan çıkmanın bir tek yolu var: Hükümet istifa etmeli ve ülkeyi genel seçime götürecek bir ulusal geçici hükümet kurulmalıdır. Aynı şahıslarla aynı yöntemler uygulanarak düze çıkılamaz. Çünkü bu hükümet ve Başbakanın siyaset anlayışı faşist diktatörlerinkinden farksızdır. Markos’un Filipinler’i, Noreaga’nın Panama’sı da ancak bu denli yolsuzluk ve rüşvet batağına saplanmıştı. Ama oralarda bile devlet bu kadar büyük oranda soyulmamıştı.
Yargısı kumpasla çalışan faşizan bir ülkede iktidarın da tek yönelimi olur. O yönelim Başbakan’ın iktidar anlayışında gizlidir. O da, «iktidarın bir tek görevi vardır, o da iktidarda kalmaktır”

Ülkemiz siyasi iktidarının bugün içinde bulunduğu çıkmazın temeli, 2002 Genel Seçimi ile atıldı. Başbakan iktidar hırsı ile yanıp tutuşurken, yanına Gülen Cemaatını almak gereğini duymuştu, bu birliktelik inançları adına kaçınılmazdı da. Söz konusu camia yıllarca yetiştirdiği kadroları devlette yapılandırıyordu. Devlet bunu bir politika olarak benimsemiş ve gereğini de yerine getirmişti. Yetmişli yıllarda Cumhurbaşkanı Emekli Or.Gn. Cevdet Sunay «Türkiye önemli bir ülkedir. Bu nedenle devlet laik okullarda yetişenlerle yönetilemez. İmam Hatipleri çoğaltacağız. Oradan mezun olanları devlete yerleştireceğiz” diyordu. İşte o günden bu yapı ve güç devlet içinde sessiz sedasız örgütlü olarak devleti ele geçirmek planı üzerinden yürütülüyordu. Turgut Özal politikası da Gülen Camiasını kollayıp geliştirdi. 2000 yılında ülkeyi felç eden ekonomik kriz halkı yeni bir iktidar arayışına yönlendirdi. Fırsatı değerlendiren Erdoğan, ABD desteği ile kurduğu AKP’yi Cemaat işbirliği ile iktidara taşındı. O gün Cumhuriyet’in temel değer ve felsefesini geriye döndürmek için başlayan işbirliği, adım adım gerçekleştikçe çıkarlar çatışmış, böylece iç çatışma eşyanın tabiatı gereği kaçınılmaz olmuş, sonunda da bugün dışa yansımış bulunmaktadır.

Siyaset belli bir program ile ortaklık geliştirmediğinde, iktidarı paylaşma gibi bir olguyu taşıyamaz. Faşist yönetimlerde iktidar gücü kendisine ortak almaz. Demokratik ülkelerde ortaklık bir hükümet programı üzerinde anlaşarak koalisyonla oluşur. Oysa AKP bir siyasi parti olarak, kendi dışında din eksenli camia ile sözlü ortaklık oluşturdu. Başbakan Erdoğan’ın oy tabanı olmasına karşın, Gülen’in devlette yetişmiş bürokratları vardı. İlk günlerde devlet aşama aşama ele geçirilirken bu kadrolar devletin kilit noktalarına atandı. Özellikle yargı ve emniyet ile il ve ilçe yönetimlerine Gülen taraftarları getirildi. Ekonomik ve eğitim gibi alanlar ise Erdoğan’ın sağdan soldan devşirdiği kadrolara teslim edildi. Bu, devletin güçler arası bir paylaşımıydı… Başbakan, belediye yönetiminden edindiği deneyimle devleti küçültme adı altında yağmalamayı bir yönetim olarak benimsemişti. Oysa devlet birbiriyle uyum içinde dönen dişlilerle çalışır ve işlerdi. Özelleştirme bir ekonomik anlayış olarak değil, yolsuzluklar zinciri içinde zenginlik aracına dönüştürüldü.

Cumhuriyet ile barışık olmayan zihniyet merdiven basamaklarını teker teker çıkarak, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını ele geçirdi. Yeni zenginleştirdiği insanları mal mülk ve para sahibi yaptığı yetmezmiş gibi, bir de bunları çeşitli yöntemlerle yazılı ve görsel medya sahibi yaptı. Bu tek yönlü medya ülkede algı yönetimini ele aldı. Öyle ki; her yerde ve her konuda bilgi sahibi bir başbakan yaratıldı. Mağdurken mağrur yapıldı. Bilgi ile donatılmış(!) kabına sığmayan atak bir başbakan imajı yaratılarak ülkenin mutlak hakimi yapıldı. Böylece bir diktatör, tek adam olarak Türk siyaset tarihinde yerini almış oldu. İhtiras ve kibir öyle bir tavan yaptı ki, söylediğinin ne anlama geldiğini bilemez bir konuma geldi. «Yasama da, yürütme de biziz” diyecek kadar ileri gitti. Demokrasi karşıtı bu tür söylemler iktidarın ülkeyi nereye sürüklediğini böylece gözler önüne serdi.

Bu faşizm ve diktatörlük Anayasa değişiklik referandumu ile doruğa yükseldi. Daha iktidarının ilk günlerinde «adalete ve yargıya inanmıyoruz” diyerek ülkenin nelere gebe olduğunu açıklamıştı. Bu inançsızlıkla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını değiştirerek, kendine uygun bir yargı sistemi oluşturduğu sanısına kapıldı. Bilmediği ve anlayamadığı, suç ortaklığının sonsuza dek sürmeyeceğiydi. Aile boyu yapılan yolsuzluk ve alınan rüşvetler ile komisyonlar artık yatak odalarından ayakkabı kutularına varana kadar dolmuştu. Babalar ve oğullar devlet çarkından suyu kendi değirmenlerine akıtmakta o derece ileri gittiler ki, düne kadar «bizim” diye baktıkları savcılardan biri, bir sabah çomağını arının kovanına sokuverdi.

Nasıl olduysa, kim ve kimler tarafından yapıldığı bilinmese de vurgun ve soygunlar ortaya serildi. Başbakan’ın oğlu Bilal’in yasadışı kişilerle yasadışı işler yaptığı ses kayıtları ve belgelerle gün ışığına çıktı. Ortaklık bitti… Şimdi hem iktidar hem de camia ellerindeki kozları oyuna sürdü, kozlaşma başladı… İktidar ortakları on iki senedir gömdükleri silahları topraktan çıkararak birbirlerine karşı patlatmaya başladı. Emniyet amirleri günde iki kez atamalarla oradan oraya sürülürken, savcılar dün kutsanırken bugün hain damgası ile damgalanarak lodos rüzgarı yemişçesine dağıtıldı. Gün geçmiyor ki, yeni bir tutuklama dalgası yükselmesin. Ama, savcı emniyete söz geçiremiyor. Hükümet baskı, savcı yasa uygulamak istiyor. Ama güç oyunu bozuyor… Trafik silah ve mühimmat dolu TIR kamyonları ile akıyor. Savcı ihbar sonucu aramak istiyor, hükümet aratmıyor. Ve o gün o savcı o görevden alınıp başka bir göreve veya başka bir yere atanıveriyor. Artık, körlerin bile görebileceği şekilde devlet şirazeden çıktı. Hükümet, hükmedemez oldu. En kötüsü de, yargı en güvenilmez duruma getirildi.

Demokrasi derin ve onarılmaz yara aldı. Bugünkü KAOS’tan çıkmanın bir tek yolu var: Hükümet istifa etmeli ve ülkeyi genel seçime götürecek bir ulusal geçici hükümet kurulmalıdır. Aynı şahıslarla aynı yöntemler uygulanarak düze çıkılamaz. Çünkü bu hükümet ve Başbakanın siyaset anlayışı faşist diktatörlerinkinden farksızdır. Markos’un Filipinler’i, Noreaga’nın Panama’sı da ancak bu denli yolsuzluk ve rüşvet batağına saplanmıştı. Ama oralarda bile devlet bu kadar büyük oranda soyulmamıştı.

Yargısı kumpasla çalışan faşizan bir ülkede iktidarın da tek yönelimi olur. O yönelim Başbakan’ın iktidar anlayışında gizlidir. O da, «iktidarın bir tek görevi vardır, o da iktidarda kalmaktır”

Bunları da sevebilirsiniz