Çağdaş Laik Eğitime Giden Yol ve Ödenen Bedeller (4)

1806’da Prusya ordularının Fransa’ya yenilmesi üzerine, Kral Frederick William III halkın eğitimine büyük önem verme gereğini duymuştur ve 1830’a gelindiğinde Prusya’da okur-yazar olmayan nüfus yüzde 1 in altına inmiştir. Prusya deneyimi diğer Alman Prenslikleri için de örnek olmuş ve oralarda da eğitime önem verilmiştir. Okur-yazarlığın yaygınlaştığı bu dönemde 1830 lara gelindiğinde Prusya’da halkın çok fazla bilgilenmesinden endişe de duyulmaya başlamış olmalı ki, Eğitim Bakanı Altenstein halk okullarındaki eğitimin «sıradan halkı onlara Tanrı ve toplum tarafından belirlenen çerçeveden yukarı” çıkmaması gerektiğini söyleyivermiştir. 1848 İhtilallerinin tüm Avrupa’yı kasıp kavurması üzerine halk kitlelerinin eğitilmesinin yararları konusunda bazı kafalarda soru işaretleri belirmiştir. Bunu en belirgin biçimde dile getiren Prusya Eğitim Bakanı von Raumer olmuştur. Raumer 1854 yılında bir yönerge çıkarmıştır. Buna göre, öğretmenlerin görevleri disiplin, düzen ve otoriteye itaati sağlamak olacağını belirtmiştir. 1872 yılına kadar uygulamada kalan bu yönerge uyarınca eğitime sabahları dini içerikli derslerle başlanacak sonra da okuma, yazma, aritmetik ve şarkı söyleme öğretilecekti. Alman İmparatoru II. Wilhelm 1889 yılında eğitime yönelik olarak şunları söylemiştir; «Bir süredir, yaygınlaşmakta olan sosyalist ve komünist düşüncelerle mücadelenin, okulların çeşitli sınıflarında verilecek eğitimle yürütülmesinin faydalı olacağını düşünmekteyim. Başlangıç olarak, okullar, Tanrı ve ülke sevgisini yerleştirerek politik ve sosyal ilişkilerin sağlıklı temeline yönelik düşünce yapısını oluşturmalıdır.[34]” İmparator bir yıl sonra 1890’da ayrıca şunları da vurgulamıştır; «Tarih eğitiminde, gençlerimize sosyal demokrasi öğretilerinin, sadece uhrevi emirlere ve Hıristiyan ahlakına aykırı olduğunu değil aynı zamanda gerçekte ulaşılmasının mümkün olmadıklarını, birey ve toplum için tehlikeli olduklarını öğretmeliyiz.[35]” 19 uncu yüzyıl Almanya’sının diğer anımsanması gereken boyutu da kadınlara yönelik baskı uygulamalarıdır. Alman yönetici sınıfı en az sosyalizmle mücadele ettiği kadar kadınları bağımlı konumda tutmak için de uğraşmıştır. Bu bağlamda, çıkarılan yasalar, akçalı ve moral baskılar ile devlet, toplum ve özel yaşam alanlarında erkek egemenliğinin sürdürülmesine özen göstermiştir[36]. Hemen tüm Almanya’da, I. Dünya Savaşı öncesine kadar, kız çocuklarının, erkeklerin devam ettiği gymnasium (lise) düzeyi eğitim kurumlarına devam edebilmesi mümkün değildi ve esasen böyle bir okulda yoktu. Bunun yerine Prusya’da 1896 yılında açılan lise dengi okulu bitirenlere, gymnasium dengi eğitim aldıklarına ilişkin belge verilmeye başlanmıştır. Ancak kızların ilkokul sonrasında bazı konularda bilgi edinebilmesi için ortaokul benzeri kurumlar vardı, ancak bunlara fazla önem ve değer verildiği de söylenemez.

Şimdi yeniden kısaca Ortaçağa dönerek önemli bir konuyu daha ele almak uygun olacaktır. İnsanların akıl ve bilim rehberliğinde inançları dahil her türlü bilgiye erişmeleri ve bu konuda araştırmalar yapmaya çalışması Ortaçağ karanlığı içinde yüz binlerce insanın engizisyon mahkemelerinde yargılanıp canlı olarak yakılmalarına kadar uzanan bedeller ödenmesine de neden olmuştur. Engizisyon uygulamasının temelleri Papa Lucius III ün 1184 yılında İmparator Frederick ile birlikte uygulamaya koydukları «sapkınları baskı altında tutma programı” ile atılmıştır. 1231 tarihinde Papa Gregory IX engizisyon uygulamasını kalıcı kılmış ve sapkınlara ölüm cezası verilmesi kuralını da koymuştur. Sapkın tanımına çok tanrıya inanlar, cadı olduğu söylenenler, Hıristiyanlığın aykırı kabul ettiği tarikatlar, Müslümanlar, Yahudiler, diğer inançlar, özgür düşünceyi savunanlar, Hıristiyanlıktan başka dinlere geçenler, tanrı tanımazlar, dinsel konularda saygısız konuşanlar da dahil edilmiştir. Bu kararlar sonucunda yüzyıllar boyunca milyonlarca insan gerek Avrupa’da, Haçlı seferlerinin uzandığı coğrafyalarda ve Avrupa’nın keşfederek ele geçirdiği Afrika ve Amerika kıtalarında yakılarak veya asılarak öldürüldüler.

Bu süreçte akıl ve bilim yolunda gitmek isteyen bilim adamları da paylarına düşen ağır bedeli ödediler. İtalyan Giordano Bruno (1548-1600), Katolik Kilisesi’nin evrene, aya, güneş ve yıldızlara yönelik görüşlerini çürüten bilimsel saptamalar yapması üzerine, Kilise tarafından dinden sapmakla ve hatta çıkmakla itham edildi, yargılandı ve 1600 yılında Roma’nın «Çiçekler Meydanı”nda yakılarak idam edildi. 300 yıl sonra yakıldığı meydana anıtı dikildi[37]. Bruno’nun evrenle ilgili olarak dile getirdiği ve Kilise’yi kızdıran sözlerinden birisi de «Evrende ne bir merkez ne de sınır vardır.[38]” Anımsadığınız üzere Socrates için yapılan suçlamalardan birisi de gök ile ilgilenmek ve araştırma yasmaktı.

İtalyan astronomi ve fizik bilimcisi Galileo Galilei (1562-1642) yaptığı bilimsel çalışmalar sonucunda dünyanın döndüğü savını destekledi ve 1632 yılında yayınladığı «İki Büyük Yer Sistemi (Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri) Üzerine Konuşmalar” isimli kitabında açıkladığı düşünceleri ve özellikle Kopernik’i savunması nedeni ile 1633 yılında Kilise tarafından yargılandığında, Kopernik’i destekleyen görüşlerinden vaz geçtiğini kabul ederek ancak hayatını kurtarabildi.

Bu iki örnek dahi, bilimsel çalışmalar din adına savunulan görüşlere ters düştüğünde bilim insanlarının ne bedeller ödediklerini açıkça göstermektedir. Doğal olarak Kilise’nin bu tutumu bilimle uğraşmak isteyenlerin önemli bir bölümünü de caydırmış oldu.

Bütün bu sürecin yaşandığı ve Kilise’nin geçmişten beri bilimce kanıtlanan birçok gerçeği reddettiği ve ölümle cezalandırdığı ortamda Avrupa’da eğitim-öğretim geniş ölçüde Kilise’nin denetiminde kalmaya devam etti ve Kilise’nin okullarında sadece onun uygun gördüğü bilgilere yer verildi. Yukarıda da değindiğim üzere, asil ve burjuva ailelerinden bazı çocuklar aileleri tarafından özel öğretmenler tutularak eğitildi. Avrupa Devletin okul açması ve eğitimi laikleştirmesi, yukarıda da belirtildiği üzere, aydınlanma döneminden sonra gerçekleşebilmiştir. Avrupa’da aydınlanma hareketi, eğitimin kısıtlı ve baskı altında olduğu dönemde öğretim alabilenlerin bilimsel gerçekleri savunmaları ile başlayabildi. Eğitim Kilise’nin egemenlik alanından devletin hükümranlık alanına ancak, yukarıda açıklandığı üzere sıkıntılı bir ortamdan sonra Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde geçebildi ve zaman içerisinde de laikleşme sürecine girdi.

Bunları da sevebilirsiniz