Uyu(ştur)ma veya Öz(ün)gürleşme(si): Dinin İki Yüzü (1)

Dinler tarihi, insanlık tarihinin bir özetidir. Bu özetin mülkiyet ilişkileri çerçevesinde değerlendirilmesi, ilişkinin sınıfsal yapısına işaret ederken, özetin insanın iç potansiyelini keşfetmesi çerçevesinde değerlendirilmesi, halkların özgürleşme tarihini gösterir.

Dinler bir sosyal ortam içinde insanlar için anlamlı olur. Oluşan bu anlam eski olanın değiştirilip, yerine yeni olanın konulması ile sonuçlanır. Eski olan çoğunlukla rutinleşen, iktidar hatlarını koruyan, olanı muhafazaya yöneliktir. Yeni olan ise, eski geleneksel alışkanlıkları kıran, insana sorgulamayı salık veren ve insana geleceğe dair daha güçlü umut verendir. İşte bu anlamda bütün dinler ilk zamanlarında özgürleştirici, «devrimci” ve «ilerici” iken, eski dinler uyuşturucu, «muhafaza(kar) edici” ve «gericidir”.

Dinler ilk çıkışları itibariyle seslendikleri toplum için hep uyandırıcı işlevlere sahip olmuştur. Hepsinde de mülkiyet ilişkilerine karşı sorgulayıcı bir tutum söz konusudur. «Zengin olanın gök saltanatına girmesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” diyen İsa peygamberle «Mülk Allahındır, ihtiyacınızdan fazlasını infak (tamamını veriniz) ediniz” diyen Muhammed peygamber, mal mülk biriktirme ve zenginleşme konusunda aynı şeyleri söylemişlerdir. Çünkü sistemler, iktidara sahip olanların, iktidarlarını koruma refleksleri ile oluşmuştur. Bu sistemler, toplumdaki mevcut iktidar ilişkilerini, sürekli kılmak isteyenler tarafından sahiplenildiği için, sistem halkı eşitsiz temelde bir boyunduruk altına alır ve halk çaresiz bırakılır. Bu çaresizliğe tahammül etmenin tek yolu olarak da, yine sistem tarafından geleneği vasıtasıyla oluşturulmuş dini bulur, bu din ki, bizzat sistemin sahipleri tarafından üretilip önüne din diye konulandır. Bu dinsel anlayışlar ilk çıkış hedefleri gibi insanlığı özgürleştirecek projeler sunmazlar, aksine her olanı meşrulaştıran iktidara uymayı kolaylaştıran, aklı değil, anlamadan da olsa «imanı” (uyumayı) vaaz eden, sorgulamayan bir yapı olarak karşımıza çıkar. Bu anlayışta mutluluk ötelenir, bu âlemin ve yaşanan şeylerin uzağına atılır. Dünya kötü bir yer olarak tarif edilir ve burada çekilen her güçlük makulleştirilir.

Marks’ın dediği müsekkin (yatıştırıcı, uyutucu) olan din, işte bu dindir. Bu din yaşamdan kopup öte âleme yaslanan, mutluluğu maskaralık sayan, ruhsallığı yaşamak yerine ibadetle borç ödeyip buradan kurtulmayı öneren dindir. Çünkü dünya zaten yaşadığı hayattan da belli olduğu gibi «kötüdür” ve buradan kurtuluşa insanın aklı ermez, onun için Tanrı’nın dedikleri harfiyen yerine getirilmelidir. Buradan kurtulmak isteyen için hemen şu soru gündeme gelir; «Tanrı bizden ne ister?” bu dini vaaz edenlerin cevabı açıktır; «düşünme ve itaat et, ibadetlerinde sabit ol, imanını kaybetme çünkü sen akletmeye çalıştıkça aslında şeytanlaşmaya çalışırsın” denmekte ve düşünmeyi iktidarların tekeline verip yoksul halka sadece «tahammülü” salık veren bir din oluşturulmaktadır. Bu dini anlayışta, insanlar teselli bulurlar, sistemin yarattığı olumsuzluklara katlanma gücü bulurlar, yine Marks’ın dediği «Kalpsiz dünyanın kalbi” olan din ile teselli bulur ve hayata tahammül edebilirler.

Dinler yukarıda bahsedilen gibi midir? Veya soruyu başka bir şekilde soracak olursak «Tanrı’nın insanlardan muradı böyle midir?” Bu sorulara verilebilecek en kısa ve net cevap, «hayır”dır. Çünkü dinler tarihi birbirini takip eden peygamberlerle hep buna benzer yapıları yıkmış, yerine başka bir yapı kurulmuştur. Daha sonra yeni kurulan bozulmuş, onun yerine de yeni bir peygamber gelip, temel de aynı olan başka bir sistem kurmuştur. Sanki ruhsal olan kendisini sürekli yeniden inşa etmek zorunda kalmıştır. İnsanların geleneklerinin zamanla yeni dinin temel yapısını belirler hale gelmesiyle dönüşüm ve değişim istekleri de gündeme gelmiş ve ruhsal olan daha derinden ve temelden başka bir hareket başlatıp, var olan sistemi iptal edip, yerine «asıl-öz olana” uygunluk manasında yeni bir yapı önermiştir.

Peki, niçin peygamberlerin toplum için istedikleri gerçekleşmemiş, söz ve uygulamaları tam da karşı oldukları şeye dönüşmüştür? Çünkü insan başkasına vermekle sevebileceğine, toplumla bir bütün olursa insan olabileceğine, yargılamak yerine anlamaya çalışırsa güvenli bir ortam kurabileceğine inanmamıştır. İnsanoğlu başından beri öz’üne inanmamış, öz’üne inanmadığı için öz’e ulaştıkça, öz’ün daha gür bir biçimde evrende karşılık bulacağını, gerçek anlamıyla özgürleşebileceğini anlayamamıştır. Bu durum, balığa havanın ne olduğunu anlatmak kadar zor bir iştir. Çünkü balık için hava ölüm demektir, ölüm ise varlığını düşünemeyecek bir durum. Bu anlamda biriktiren için vermek kaybetmek, bütün olmak kendi vurgusunu yapamamak, yargılamamak kendi haklılığını ve özgünlüğünü belirtememek demektir ki, bu insan, insanlık ve insan olma yolunda daha çok cahildir.

Dinler iktidarların tarih boyunca kullandığı yöntemlerle hep uyuşturan yönleri ile gündeme gelmişler ve halkı hep dinleyen, edilgin hale getiren ideolojik unsurlara dönüştürmüşlerdir. Fakat dinlerin bir de özgürleştirici, varlığı aslından kavratıcı ve «Tanrıdan başka yoktur tapacak” dedirtici bir yönü vardır. İşte bu yön peygamberlerin, velilerin ve birçok mistiğin ifade ettiği yöndür. Bu yön «Sevdiğimi anlatmazsam sevmek derdi beni boğar” diyen Yunus Emre’nin fark edip, sevip yola düşenlerin yönüdür. Bu noktadan sonra ne ruhsal, ne maddi bir şey biriktirilir. Varlığın ancak paylaşarak zenginleşebileceği bilgisi uygulanarak anlaşılır ve kabul edilir. Sosyal yaraları kendi yarası gibi algılar, çözüm bulmaya çalışır. Sadece kendi çocuğu için değil, bütün çocuklar için adil bir dünya kurmayı arzular. Ödüllü zamanlar, ödüllü mekânlar ve ödüllü kişilerle uğraşmaz, mutluluğu hemen şimdi ister ve gerçekleştirir. «Yetimi kollar, açı doyurur, yoksulu korur”.

Bunları da sevebilirsiniz