Tarihimizle Yüzleşmek mi Tarihimize Küfretmek mi?

Önce «tarihimizle barışmak” ifadesini duymaya başladık. Son yıllarda ise, «tarihimizle yüzleşmek” daha çok söylenir ve duyulur oldu.

Bunların kim ya da kimler tarafından, ne amaçla söylendiğini bilip öğrenmek gerekir.

İnternette birisi, Ethem Bey’in (Çerkes Ethem) mezarının Ürdün’den Türkiye’ye getirilmesini; bir başkası, dini ve milli değerleri benimsemeyi; birçokları ise, halkla devletin kucaklaşmasını tarihimizle barışmak olarak değerlendirmiş.

Görüldüğü üzere bu değerlendirmelerde, tek parti yönetimi dönemi (1923-1950) iktidarına olumsuz göndermeler, daha doğrusu ağır suçlamalar var. Bu durum yeni değildir.

Saltanat ve hilafet yanlısı bazı kalemler, 1950’lerden 12 Eylül 1980’e giderek yükselen bir tonda, söz konusu dönemi eleştiri konusu yapmış, 1980’li yıllarda sol kesimden bazı kalemler de, bu eleştirilere katılmışlardı.

Bu yapılırken, özellikle saltanat ve hilafetçi olanlar, hiç bir akademik kaygı gütmemişler, hatta geçmişi bilerek ve isteyerek çarpıtmışlardır. Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal ve Vahdettin başlıklı kitabımda (Ankara: Ayraç Yayınları, 1997) bunu nasıl yaptıklarını açıklamıştım.

Bu iki kesim, bazen açıkça belirttikleri ya da ima ettikleri üzere, Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Devrimi’ne karşıt olma noktasında buluşmaktadır.

Tek parti yönetimi dönemine gayri akademik bakış (belge, bilgi ve tarih yöntemini dışlayan), kaçınılmaz olarak aynı dönemin, siyaset ve hamaset temeli üzerinde inşasına sebebiyet vermiştir.

Ömrü 90 yıla yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti’nde İslâm, entelektüel alanda çok olmasa da, gündelik yaşamda hep vardı.

İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı yaptığı son birkaç yıl hariç, tek parti yönetimi döneminde yapılan, dinin siyasetin bir aracı ve aleti olmaktan çıkarılmasıydı.

Devletin halkla kucaklaşması konusuna gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kucaklamadığı/kucaklaşmadığı birileri elbette vardı ama onlar halk filan değildi.

Her devrim egemen ve ayrıcalıklı bir sınıfı ve onlara destek veren kitleyi tasfiye eder. Türk Devrimi’nin tasfiye ettiği Osmanlı saray oligarşisi ve onun egemenlik kaynağını yeniden inşa etmek isteyenleri kucaklaması, herhalde mümkün değildi.

Gelelim «tarihimizle yüzleşmek” söylemini dillendirenlere. İlk bakışta bunlar, resmi tarihin inşa ettiği geçmişin yanlış olduğunu vurguluyor gibi görünüyorsa da, aslında «tarihimizle barışmak” isteyenlerin takipçisidirler.

Kim olduklarını söyleyelim. 12 Eylül döneminde soldan sağa transfer olanlarla solun sınıf temelli politikasından çark edenler: Anadan doğma değil, sonradan daha doğrusu Avrodan olma liberaller ve demokratlardan söz ediyorum.

Avrupa Birliği tüm bonkörlüğüyle arkalarındadır.

Birliğin eski Türkiye Temsilcisi Karen Fogg’un, 3 Aralık 2001’de Adrian van der Meer’e gönderdiği bir e-postada, AB ve ABD’nin «Türkiye’ye kendi tarihinin hakkından gelmede” yardımcı olamadığını yazması, bu desteğin somut kanıtıdır (Doğu Perinçek, Karen Fogg’un E-Postalları, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2005, s. 52).

Fogg 9 Kasım 2001’de, Helen Wallace’a gönderdiği bir başka e-postada, Kıbrıs sorunuyla ilgili görüşlerini açıklarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin hakkından nasıl gelineceğini de sormuştu (Perinçek, s. 51).

Sizin de aklınıza biran, «tarihimizle yüzleşmek” söylemi ardında, vaktiyle Türk Devrimi’nden hak ettiği dersi alan emperyalizmin, Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaştığı düşüncesi gelmedi mi?

Resmi tarihin her zaman doğruyu vazettiğini söylemek mümkün değildir. Öte yandan resmi tarihin düzmece ve palavra olduğu iddiası da gülünçtür.

Üretilen geçmiş bilgisinin (tarihin), hiçbir kimse ve kuruma övgüler düzmeyi amaçlamadan, yeni bilgi ve belgeler ışığında sürekli güncellenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Neden «tarihimizi doğru öğrenmek” veya «tarihimizi yanlışlardan arındırmak” değil de -bunlar bizim de sonuna kadar arkasında duracağımız söylemlerdir- «tarihimizle yüzleşmek”?

Bilirsiniz yüzleşmek, gerçeği bulmak amacıyla suçlu olduğu düşünülen kişilerin sorgulanmasında kullanılan bir yöntemdir.

Değerli okurlar,

Bugün tarihin yargılanacağı bir mahkeme değildir, olamaz. Bu nedenle hiçbir halkın tarihi de sanık sandalyesine oturtulamaz, ama birileri Türk tarihi dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti için bunu yapmaya çalışıyor. «Tarihimizle yüzleşmek, bir anda «tarihimize küfretmek” oluveriyor.

1920’li ve 1930’lu yıllar Türkiye’sinde, çağdaş dünyanın benimsediği bazı değerleri, örneğin çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi aramak, Fatih döneminde denizaltı aramaktan farksızdır. Aranızda anket yaparak veya referanduma giderek gerçekleşen bir devrim gören, duyan ya da okuyan var mı?

Bir ulusal devletin altını oymanın en kestirme yolu, o devletin yurttaşlarının, başka halkların mağduriyeti üzerinde yükselen bir geçmişe sahip olduklarına inanır hale getirilmesidir. Atatürk’ün öğünmesi, çalışması ve kendisine güvenmesini salık verdiği insanlarımız, sürekli özür dileyen edilgen varlıklara dönüştürülmek istenmektedir.

Bu durumun dünyayı sömürmüş, insanları köle olarak satmış, emeklerini çalmış, zenginliklerini yağmalamış bazı devletlere, başka devletlerin de geçmişte utanılası işler yaptığını göstererek, günah ve utançlarından arınma fırsatı verdiğini unutmamak gerekir.

Bunları da sevebilirsiniz