Toplumu Anlamak ve Anlatmak

Bir toplumun ruhunu kavramak istiyorsak, önce yavaşlamayı öğrenmemiz gerekir.

Anlamak, yalnız olup biteni çözmek değil, olanların bizde bıraktığı izleri fark etmektir. Gerçek anlam, dış dünyanın karmaşasında değil, iç dünyanın sessizliğinde büyür. Bir toplumu anlamak, onu uzaktan izlemekle değil, içinde yürümekle olur. Toplum, seyredilen bir manzara değil; içinde nefes aldığımız, her gün yeniden şekillenen canlı bir organizmadır. İnsan o organizmanın hem parçası hem tanığıdır. Nehirler yüzeyde hep hareketlidir ama derinini dipteki akıntı taşır. Toplumun da yüzü kalabalık ve gürültülüdür; altında ise sessiz bir akış sürer. Bu gizli hareket, insanların ortak duygularından, korkularından, umutlarından beslenir. Bu yüzden toplum, yalnızca fikirlerin değil, duyguların da dokusudur. Toplumun ruhuna dokunmak isteyen, önce kendi iç sesini duymayı öğrenmelidir. Hızın kutsandığı çağda düşünmek en yavaş iştir. Çok konuşuyor, az düşünüyoruz. Düşünmek artık bir lüks sayılıyor; sabır, sessizlik ve derinlik gerektiriyor. Oysa anlam, sabrın içinden çıkar. Bir toplumun ruhuna yaklaşmak isteyen, önce yavaşlamayı bilmelidir. Hakikatin dili gürültüde değil, sessizlikte saklıdır. Gürültü korkunun dilidir; sessizlikse bilginin derin gayyası. O derinliğe bakabilen, yalnız toplumu değil, kendi hakikatini de görür. Yani sadece duymayı değil, dinlemeyi de öğrenir. Toplumu anlamak, duymaktan çok dinlemektir. Duymak yüzeyde kalır; dinlemek, içe doğru açılır. Dinleyen insan yalnızca sesi değil, sessizliği de fark eder. Bir toplumun en derin meseleleri çoğu zaman söylenmeyenlerde saklıdır. Toplum, konuşan kadar susanların da toplamıdır. Kimi korkudan, kimi alışkanlıktan, kimi ilgisizlikten susar. Bazen o suskunlukların içinde duyulan ses, toplumun değil, insanın kendisidir. Dıştaki sessizliği çözmek isteyen, önce içindeki sessizliği dinlemeyi bilmelidir. Her toplumsal sessizlik, bireysel bir susuştan doğar… Anlamak bir şeyi çözmekten önce, kendini çözmeyi gerektirir ve bu nedenle kolay değildir. Önyargılar, bakışın önüne çekilmiş ince perdeler gibidir; kaldırılmadıkça manzara hep eksik kalır. Sahi, insan kendini tanımadan gerçekten görebilir mi? Bakış, iç dünyanın aynasıdır; önyargılar o aynayı buğulandırır, görüntüyü eksiltir. Dünya aslında olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görünür. Korkularımız, inançlarımız, yaralarımız… hepsi birer renk gibi düşer baktığımız manzaraya. Bu nedenle toplum hakkında sorduğumuz her soru, dönüp dolaşıp kendimize dokunur. Ülke nereye gidiyor? Belki de bu soruyu her sorduğumuzda, asıl merak ettiğimiz şey dışarısı değil, içimizdir. “Ben neye inanmıyorum, neyi kaybettim?” diye fısıldar bir yanımız. Giden ülke değil, inancımız; kaybolan toprak değil, anlam duygumuzdur. Her toplumsal kaygının ardında, görünmez kişisel kırılmalar yatar. İnsan kendi içinde ne kadar gerginse, dış dünya da o kadar gürültülüdür. Dıştaki karmaşa, içteki dengesizliğin yansımasıdır. Sessizlik bozulduğunda, toplumun sesi çatlar; o anda anlatının görevi başlar. Kelime, yaranın üzerini örten ince bir dikiş olur. Anlatmak hem acıyı hatırlamak hem de ondan yeni bir anlam çıkarmaktır. Çünkü sessizliğin ardından gelen kelime artık yalnızca ses değil, anlamdır. Anlamak insanı derinleştirir, anlatmak ise sorumlu kılar. Zira anlam, paylaşılmadıkça eksik kalır. Toplumu anlatmaksa bambaşka bir sorumluluktur. Anlatmak, yalnızca konuşmak değil, anlamın yükünü taşımaktır. Günümüzde konuşmak kolay, düşünmek zor. Söz çoğaldı, anlam seyrekleşti; kelimeler artık düşüncenin değil, duygunun taşıyıcısı. Söylenenler çoğu kez düşünceden değil, tepkiden doğuyor. Oysa duyguyu düşünceyle terbiye etmek gerekmez mi? Ham duygular bağırır, olgun duygular konuşur. Gerçek anlatım, öfkenin değil, farkındalığın sesidir. Anlatmak, ikna etmek değil, anlamaya cesaret etmektir. Toplumu anlatmak üzere söylenen her cümlede önce anlatanın kendiyle yüzleşmesi gerekir. Toplumun aynası kirli değil; kirli olan, ona bakarken yüzünü çevirmeye alışmış insanın içidir. Çünkü hiçbir sistem, kendine yalan söyleyen bir halkı kurtaramaz

Bunları da sevebilirsiniz