Bugün sizlerle birlikte insanlık tarihinin en bereketli toprağına, uygarlığın kalbine, felsefenin hem doğumhanesi hem de kabri olmuş bir bölgeye bakacağız: Bereketli Hilal’e.
İnsanın, yani bizim hikâyemizin başladığı topraklara… İlk tarımın yapıldığı, ilk şehirlerin kurulduğu, ilk yazının yazıldığı, ilk yasaların taşlara kazındığı, ilk inançların toplumsal sistemlere dönüştüğü o geniş coğrafyaya.
Ve sorumuz şu: Felsefe dediğimiz şey, gerçekten yalnızca Antik Yunan’da mı başladı? Yoksa Yunan felsefesini mümkün kılan bütün damarlar, aslında bu topraklardan mı aktı?
Dün hep birlikte Prof. Dr. Necmi Karul’un konuşmasını dinledik.
Orada söylenen birtakım düşünceler bugün işime yarayacak.
Birtakım simgelerin yahut anıtların ideolojinin bir temsili olduğunu söyledi hocamız. Bu fikir benim işime yarıyor. Şöyle ki, ideolojinin yerine soyut düşünceyi, kavramları yahut felsefeyi koyabiliriz. Böylelikle, felsefi önermeler ayan beyan ifade edilmese bile bu önermelerin varlığını, kimi felsefi kavramların varlığını simgelerde, yapılarda, tutum ve davranışlarda, bilhassa ritüellerde görebiliriz.
Hocamız bir konuda daha yardımıma yetişti. Yürüttüğü projedeki mekanlarda, yapılarda hayli gelişkin ritüellerin varlığını dün gözümüzün önüne serdi. Bu ritüeller, dans, müzik, mimari, resim, heykel ve muhtemelen edebiyat ile felsefenin olağanüstü bir birleşimiydi.
Felsefe idealde, özellikle son 2000 yıldır önermelerle ifade ediliyor. Ne var ki, Platon’un diyaloglarında, Nietzsche, Kierkegaard, Kafka, Goethe, Rumi gibi büyük düşünürlerin metinlerinde sözün, alegori ve simgelerin büyülü diliyle ifade ediliyor. Efsaneler, ritüeller de pekâlâ felsefi mesajın iletilme yollarından biridir. Hatta belirli toplulukların tutum ve davranışlarına yakından bakıldığından, bu tutum ve davranışlarda örtük olan, gizlenen veya doğru bir gözle bakıldığında açığa çıkan felsefi mesajlar olduğu da muhakkak. İşte bu fikre dayanıyorum bugünkü konuşmamda.
Yazı bir başkasına ve geleceğe mesaj aktarma aracıdır. Benzer şekilde tutum ve davranışlar, ritüeller de öyle. Toplumsal hafızada yerleşik fikirlerin gelecek kuşaklara aktarılma aracıdır bunlar. Dolayısıyla, zarfa değil de zarfın içindekilere bakarsak iletim yolu ne olursa olsun felsefi kavramların taşındığını, aktarıldığını ve geliştiğini görebiliriz.
1. Felsefenin Adından Önceki Felsefe
Dolayısıyla, felsefe, adını almadan önce de vardı. Henüz “philosophia” sözcüğü icat edilmemişti ama insanlar sembollerle, mitlerle, alegorilerle düşünüyorlardı.
Ortadoğu coğrafyasında gökyüzüne bakıp yıldızların hareketini kaydeden, Nil’in ve Fırat’ın taşkınlarını gözleyen, rüyaları ve işaretleri yorumlayan topluluklar aslında felsefi bir iş yapıyordu.
Çünkü felsefe yalnızca tanımların değil, aynı zamanda sembollerin, hikâyelerin, ortak bilinçten süzülen imgelerin işlenmesidir. Felsefenin kökleri, işte bu sembolik düşünme geleneğinde yatıyor.
2. Pythagoras ve Doğunun İzleri
Batı felsefesine bu damarları taşıyan kişi Pythagoras’tır. Biz onu okul kitaplarından matematik teoremiyle biliriz. Oysa Pythagoras yalnızca bir matematikçi değildi; bir gezgin, bir arayıcı, bir inisiyeydi.
Ortadoğu’ya, Mısır’a, İran’a, Mezopotamya’ya gitti. Tapınaklarda, rahip toplulukları içinde inisiye oldu. İnançların, sembollerin, müziklerin ve sayıların gizemlerini topladı. Ve sonra Yunan dünyasına dönerek bütün bu birikimi felsefi bir disiplin haline getirdi.
Yani Batı felsefesinin kökünde, Pythagoras’ın doğudan taşıdığı bu miras vardır.
3. Alegorilerin Ortadoğu Kökeni
Antik Yunan’ın en büyük filozofları—Platon, Aristoteles, hatta Stoacılar—kullandıkları alegorileri, anlatı biçimlerini aslında doğudan devraldılar.
Platon’un Mağara Alegorisi’ni düşünün. İnsanların zincirlerle bağlanıp gölgeleri gerçek sanması… Bu anlatının kökleri Mezopotamya mitlerinde, İran düalizminde, hatta Sümer’in yaratılış destanlarında bulunur.
Yunan felsefesinin özgünlüğü bu mirası inkâr etmek değil, onu sistematik hale getirmekti.
4. Ortadoğu: Dinlerin ve İnançların Kalbi
Bereketli Hilal yalnızca felsefenin değil, aynı zamanda dinlerin de beşiğidir. Sümer inançlarından İbrahimi dinlere kadar bütün büyük anlatılar burada doğdu.
Tufan efsanesi, cennet ve ağaç miti, kutsal kitaplarda karşımıza çıkan pek çok hikâye bu toprakların kolektif hafızasından süzüldü.
Bu nedenle felsefeyi dinden, dini mitolojiden, mitolojiyi de Ortadoğu’nun tarihsel birikiminden ayırmak imkânsızdır.
5. Emperyalizmin Marifeti: Köklerin Kaçırılması
Ama sonra bu zenginlik batıya kaçırıldı.
Tarihin kökleri, sanki yalnızca Yunan’a, yalnızca Batı Avrupa’ya aitmiş gibi anlatıldı.
Bugün lise kitaplarını açın: Felsefenin tarihi “Miletli filozoflarla” başlatılır. Oysa Miletli filozofların beslendiği kaynaklardan söz edilmez.
Ortadoğu’nun kadim düşünce birikimini yok saymak, tarihin köklerini söküp atmaktır. Bu da modern emperyalizmin en önemli marifetlerinden biridir.
6. İsimlerin Politikası: “Ortadoğu” ve “Bereketli Hilal”
Üstelik bu topraklara verdiğimiz adlar bile politikadır.
“Ortadoğu”… Doğu’nun ortası kime göre? Batı’ya göre.
“Bereketli Hilal”… Hilal kime göre bereketli? Yine batılı araştırmacıların haritasına göre.
Oysa bu coğrafya kendi adıyla değil, hep dışarıdan dayatılan adlarla anıldı. Ve adlandırma, aynı zamanda sahiplenmedir.
7. Felsefenin Serpilme Koşulları
Doğuda başlayan bu miras, Batı’da daha elverişli bir ortam buldu. Demokrasi deneyimleri, şehir devletlerinin özgür tartışma alanları, ekonomik refah ve politik esneklik, felsefenin hızlıca gelişmesini sağladı.
Felsefe, böyle bir ortamda özgürce tartışıldı, sistemleştirildi, kurumsallaştı.
8. Şiir, İnanç ve Politikanın İçinde Gizlenen Felsefe
Ortadoğu’da ise felsefe büsbütün kaybolmadı.
Şiirin içinde, inançların ritüellerinde, politik mücadelelerin sloganlarında yaşamaya devam etti.
Bir dizede, bir dua cümlesinde, bir halk hikâyesinde bile felsefi kıvılcımlar görülebilir.
9. Yahudilik, Ezoterizm ve Neoplatonizm
Yahudiliğin gelişimiyle birlikte felsefe ve ezoterizm arasındaki bağ daha da güçlendi. Antik felsefe, Helenistik felsefeye dönüştü.
Neoplatonizm yükseldi. Ve bu akım yalnızca Batı’yı değil, İslam dünyasını da etkiledi. Sufilerin tasavvuf anlayışında Neoplatoncu izler hâlâ canlıdır.
10. İslam’ın Yükselişi ve Yeniden Doğuş
İslam’ın yükselişiyle birlikte Antik Yunan mirası da yeniden doğdu.
Bağdat’ta, Kurtuba’da, İskenderiye’de felsefe eserleri çevrildi, tartışıldı.
Mantık, özellikle gelişti. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi düşünürler hem akılcı hem de inançla hesaplaşan felsefeler geliştirdiler.
11. Çöküş ve Baskı
Ama Ortadoğu, siyasal istikrarsızlık, ekonomik krizler ve baskıcı yönetimlerin gölgesinde felsefeyi yeniden kaybetti.
Sorgulamanın düşman ilan edildiği, farklı düşüncelerin bastırıldığı, dogmaların hâkim olduğu bir iklim doğdu. Bu da felsefenin gelişimini engelledi.
12. Beşikten Mezara
Ve işte böylece, felsefenin beşiği olan bu topraklar, yavaş yavaş felsefenin mezarına dönüştü.
Ama sorumuz şu: Gerçekten mezar mı?
Yoksa hâlâ yeniden doğuşu mümkün mü?
Ben inanıyorum ki, bu topraklarda hâlâ yaşayan şiir, mit, halk bilgeliği, ezoterik gelenekler ve direniş kültürleri felsefenin yeniden doğabileceğini gösteriyor.
Çünkü felsefe bir defa doğduysa, tekrar doğabilir.
Çünkü sorgulama yeteneği, insanın en doğal, en vazgeçilmez özelliğidir.
Sonuç
Değerli dostlar,
Bereketli Hilal yalnızca geçmişin değil, geleceğin de coğrafyasıdır.
Bu topraklar, uygarlığın beşiği olduğu kadar, büyük uygarlıkların mezarı da olmuştur. Ama unutmayalım: Her mezarın içinde yeniden doğuşun tohumu vardır.
Eğer biz geçmişin mirasını yeniden sahiplenir, felsefeyi yalnızca Batı’nın değil bütün insanlığın ortak mirası olarak görürsek, Bereketli Hilal yeniden bir ışık kaynağı olabilir.
Felsefenin beşiği olan bu toprakların, felsefenin mezarı değil, yeniden doğuşun eşiği olması dileğiyle…
Teşekkür ederim.