Jus ad Bellum, Latince bir terim olup anlamı “savaş hakkı” olarak çevrilebilir. Ancak burada kastedilen savaş hakkı, modern hukuk ve etik açısından “haklı savaş” (Just War) ilkesidir. Haklı savaş teorisi, bir devletin savaş açmasının meşru olup olmadığını değerlendiren ahlaki ve hukuki kriterleri içerir. Bu kriterler klasik hukuk ve felsefe literatüründe aşağıdaki şekilde özetlenir: Ius ad causam, Ius ex auctoritate, Ius per intentionem rectam, Ius cum probabilitate successus, Ius proportionalitatis, Ius ultima ratio.
-
Ius ad causam – Doğru Sebep: Savaş, yalnızca ciddi bir haksızlık veya saldırıya karşı savunma amacıyla başlatılmalıdır. Saldırganlık veya intikam amacı haklı bir sebep olarak kabul edilmez.
-
Ius ex auctoritate – Meşru İdarecinin İlanı: Savaş ilanı, yalnızca yasal ve meşru otorite tarafından yapılabilir; bireysel veya gayriresmî güçlerin başlattığı savaşlar meşru sayılmaz.
-
Ius per intentionem rectam – Doğru Amaç: Savaşın amacı, sadece haksızlığa karşı koymak ve adaleti sağlamak olmalıdır; ekonomik çıkar veya intikam güdüsü haklı bir niyet sayılmaz.
-
Ius cum probabilitate successus – Başarı İhtimali: Savaşın başarılı olma ihtimali bulunmalıdır; tamamen imkânsız bir mücadeleye girişmek, gereksiz kayıplara yol açacağından ekonomik ve mücadelenin artı ve eksi terazisinde negatif bir noktada kalmakta ise yanlıştır.
-
Ius proportionalitatis – Orantılılık: Savaşın hedefleri ve kullanılan güç, elde edilmek istenen adalet ve barış hedefiyle orantılı olmalıdır. Sivil kayıpların ve yıkımın gereğinden fazla olması haklı savaş ilkesine aykırıdır.
-
Ius ultima ratio – Son Çare: Savaş, barışçıl tüm çözüm yolları tüketildikten sonra başvurulacak son çare olmalıdır. Diplomasi, müzakere ve uzlaşma yöntemleri denenmeden savaşa girişmek meşru sayılmaz.
Haklı savaş teorisinin erken dönem savunucuları, savaşın ancak belirli koşullar altında meşru kabul edilebileceğini vurgulamışlardır. Örneğin, Aziz Augustinus savaşın mutlak bir arzu değil, zorunlu bir kötülük olduğunu ifade ederken şöyle demiştir: “Barış amacıyla savaş yapılmalıdır; böylece sonunda kötüleri cezalandırmak ve iyilerin huzurunu sağlamak mümkün olur.” (De Civitate Dei, XIX.7). Thomas Aquinas da bu düşünceyi sistemleştirerek, savaşın haklı olabilmesi için üç şart ileri sürmüştür: meşru otoritenin savaşı ilan etmesi, haklı bir nedenin bulunması ve doğru niyetin güdülmesi (Summa Theologica, II-II, Q.40).
Bu noktada erken dönem düşünürlerin “barışı sağlama” amacı ile günümüz düşünürlerinin “barışın sürdürülebilirliğini ve adil bir düzenin kurulmasını” öne çıkarması arasında bir devamlılık olduğu görülmektedir. Augustinus’un barışa ulaşma vurgusu ile Walzer’in savaş sonrası düzenin adil olması gerektiği düşüncesi birleştiğinde, haklı savaşın yalnızca cephede değil, savaş sonrası toplumların yeniden inşasında da ölçü olması gerektiği anlaşılmaktadır. Yani savaş, zorunlu ve haklı görüldüğü anda dahi, asıl meşruiyetini savaş sonrasında ortaya çıkan barışın niteliğinden almaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de savaş ile ilgili şöyle bir ifadesi vardır; “Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir.”. Burada Atatürk’ün vurguladığı esas, modern uluslararası hukukta Jus ad Bellum olarak ifade edilen, savaşın yalnızca zorunlu ve haklı sebeplerle başlatılabileceği ilkesidir. Atatürk’ün sözü kavramın açıklanan ifadesine derinlik katsa da Benjamin Franklin’in de bu husustaki deyişi unutulmamalıdır; Benjamin Franklin’in “İyi bir savaş veya kötü bir barış hiç olmamıştır” sözü, savaş ve barış arasındaki etik ikilemi özetler.
Temelde bahsedilen Haklı olmak nedir? Haklı olmak, yalnızca bir iddiayı ileri sürmek ya da çıkarları savunmak anlamına gelmez; haklılık, adaletle uyumlu olmak, başkalarının haklarını ihlal etmeden kendi hakkını koruyabilmek demektir. Bu çerçeveden bakıldığında savaş zaten son çaredir. Yani bütün hukuk yolları tüketilmiş artık mevcut imkânların hudutlarına ulaşılmış ve başka çare kalmamış olmasıdır. Hukuk felsefesi açısından haklılık, bireylerin ve devletlerin davranışlarının meşruiyet temelinde değerlendirilebilmesini ifade eder. Bir savaş bağlamında “haklılık”, saldırıya uğramış bir devletin meşru müdafaa hakkını kullanmasıyla ortaya çıkarken, saldırganlık amacı güden bir devletin iddiaları asla haklı kabul edilemez. Bir yerde hak iddia etmek günümüzde ve geçmişte kısaca tarih sahnesinde birçok nedenle ileri sürülmüştür. Etnik köken, ata memleketi, kan bedeli, ekonomik sebepler ve dahası. Ama neticede zorlayıcı bir müdahaleye kapı açan nedenlerdir bunlar.
Siyaset teorisyeni Michael Walzer, “haklı savaş” tartışmalarında haklılığın yalnızca hukuki değil, ahlaki bir değer olduğunu belirtir. Yani bir devletin savaş açma gerekçesi, sadece uluslararası hukuk açısından değil, insanlık vicdanı açısından da meşru olmalıdır.
Tarihi olaylara baktığımızda da bu ayrım belirgindir: II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın saldırganlığı hukuken ve ahlaken haksız kabul edilirken, işgale uğrayan ülkelerin direnişi haklı bir mücadele olarak görülmüştür. Buna karşılık, 2003 Irak Savaşı gibi örnekler, “haklılık” kavramının yalnızca güçle değil, gerçeklere dayalı meşru sebeplerle temellendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Dolayısıyla “haklı olmak”, sadece kazanmak ya da üstün gelmek değil; adalet, meşruiyet, ölçülülük ve zorunluluk ilkeleriyle uyumlu hareket etmektir.
Haklı Savaş sebebiniz varsa karşı tarafın nedeni kabul edileceği üzere haksızdır. Bu noktada unutulmamalıdır ki, savaşın haklı sebeplere dayandığı iddiası bile, yaşanan insani trajedilerin ağırlığını hafifletemez. Yıkılan şehirler, yok edilen kültürel miraslar, zorla yerinden edilen milyonlarca insan ve kuşaklar boyu süren travmalar, “haklılık” tartışmasını çoğu zaman anlamsızlaştırır. Zira savaşın sonunda kazanan taraf, yalnızca askeri bir üstünlük elde eder; fakat kaybeden taraf sadece mağlup olan devlet değildir, aynı zamanda insanlığın ortak vicdanıdır. Tarih bize göstermiştir ki, savaşın açtığı yaralar yalnızca o dönemin insanlarını değil, gelecek nesilleri de etkiler. I. Dünya Savaşı’nın ardından doğan ekonomik ve siyasi kargaşa, II. Dünya Savaşı’nın tohumlarını atmış; Vietnam ve Kore savaşları, yalnızca bölgesel bir çatışma gibi görünse de tüm dünyanın siyasi dengelerini altüst etmiştir. Her defasında, savaşın haklılığı üzerine tartışmalar sürerken, ödenen bedelin insanlık için ne kadar ağır olduğu gerçeği değişmemiştir. Kısa bir ifadeyle, savaştaki taraflardan hangisinin haklı ya da haksız olduğuna dair bir kanaate varmadan, yukarıda bahsedilen hususlar göz önünde bulundurulduğunda, insanların savaşın, insana ve topluma verdiği zararda hemfikir olması gerekir. Savaş, ardında ağır bir yük bırakan ve telafisi mümkün olmayan bir yıkımdır.
Haklı savaşa bir örnek olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık mücadelesi, haklı savaş teorisinin en güçlü ve tartışmasız örneklerinden biridir. Mondros Mütarekesi sonrasında Osmanlı toprakları fiilen işgale uğramış, Sevr Antlaşması ile Türk milletinin egemenliği bilfiil ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu koşullar altında Anadolu’da başlatılan mücadele, herhangi bir saldırı ya da çıkar amacı taşımamış; tamamen meşru müdafaa, bağımsızlık ve milli iradenin korunması gayesiyle yürütülmüştür. Haklı savaş teorisinin ilk kriteri olan “Ius ad causam” açısından Kurtuluş Savaşı, işgal ve sömürgeleştirme girişimlerine karşı verilen bir varoluş savaşıdır. “Ius ex auctoritate” bakımından ise mücadele, millet iradesinin temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi tarafından yürütülmüş, dolayısıyla meşru otorite tarafından yönetilmiştir. “Ius per intentionem rectam” ilkesi açısından bakıldığında, amaç yalnızca bağımsızlık ve özgürlük olmuştur; herhangi bir yayılmacı niyet ya da çıkar beklentisi söz konusu değildir.
Nitekim Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ya istiklal ya ölüm!” parolası, bu haklılığın özlü bir ifadesidir. Kurtuluş Savaşı, yalnızca askeri bir mücadele değil, aynı zamanda milletin varlık-yokluk sınavıdır. İşte bu yüzden, haklı savaş teorisi kapsamında Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık mücadelesi, zorunlu, meşru ve haklı bir savaşın en güçlü örneği olarak tarihte yerini almıştır.
Savaş sonrası bir milletin toparlanması, sadece yıkılmış şehirlerin ve ekonominin yeniden inşasıyla sınırlı değildir; aynı zamanda toplumun manevi, kültürel ve siyasal dokusunun yeniden örülmesi anlamına gelir. Bir savaş, bireylerin zihinlerinde ve toplumsal bellekte derin yaralar açar. Bu nedenle toparlanma süreci, fiziki yeniden inşa ile psikolojik iyileşmeyi birlikte kapsar.
Örneğin John Rawls, The Law of Peoples (1999) adlı eserinde adil bir barışın, yalnızca savaşın sona erdirilmesiyle değil, aynı zamanda düşmanlıkların ardından insan onurunu koruyacak kurumların oluşturulmasıyla mümkün olduğunu belirtir. Benzer biçimde Michael Walzer, Just and Unjust Wars (1977) eserinde, haklı bir savaşın tamamlayıcısının haklı bir barış olduğunu, aksi halde savaşın meşruiyetinin eksik kalacağını vurgular.
Savaş sonrası toparlanma, aynı zamanda halkın ortak kimliğinin yeniden inşa edilmesiyle ilgilidir. Ernest Renan’ın ünlü ifadesiyle, “Millet, büyük fedakârlıkların ve hatıraların ortaklığıdır.” (Renan, Qu’est-ce qu’une nation? – 1882). Savaş sonrası dönemde, bu ortak fedakârlık bilincinin kolektif dayanışmaya dönüştürülmesi gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş Savaşı sonrası yaşadığı süreç de bu açıdan dikkat çekicidir: Harap bir ekonominin, dağılmış bir nüfusun ve çökmüş bir devlet düzeninin ortasında, sadece fiziki kalkınmaya değil, aynı zamanda eğitim, hukuk ve siyasal kurumlar aracılığıyla toplumsal yeniden doğuşa odaklanılmıştır. Böylece savaşın yıkıcı etkileri, bir milletin kendi kaderini yeniden inşa etme iradesiyle aşılmıştır.
Yukarıda bahsedilen konuların haricinde bir sorun daha vardır. Bunu ‘’Kazanan taraf.’’ Başlığına alarak incelemek gerekir. Tarihe bakıldığında haklı savaşta genelde savaşı galip devletler kendi pencerelerinden tarihi yazarlar. Kendilerini haklı atfederler. Farklı bir ifade ile Güçlü taraf, kazandığı zaferle kendi bakış açısını hâkim kılmış ve savaşın gerekçelerini kendi lehine yorumlama imkânı bulmuştur. Tarihçi Barbara Tuchman, The Guns of August (1962) adlı eserinde, “Savaşın galibi, olayların anlatısını da belirler; kaybedenlerin trajedisi çoğu zaman görünmez kalır” ifadesiyle bu durumu özetler. Benzer şekilde Howard Zinn, A People’s History of the United States (1980) kitabında, resmi tarih anlatılarının çoğu zaman zafer kazanmış tarafın perspektifinden yazıldığını ve mağdurların seslerinin göz ardı edildiğini vurgular. Kadeş Savaşı buna somut bir örnek olarak verilebilir: Mısır firavunu II. Ramses, Hititler ile yaptığı savaşın sonunda kendi zaferini anlatan kitabeler yaptırırken, Hititler de aynı savaşı kendi zaferleri olarak kayda geçirmiştir. Günümüz tarihçileri ise her iki tarafın da Asur Devleti’nin bölgedeki tehdit oluşturması nedeniyle birbirini zayıflatmamak ve istikrarı sağlamak amacıyla zorunlu bir barışa razı olduklarını belirtmektedir. Bu durum, tarih yazımında kazananın haklı sayılması eğiliminin ne kadar göreceli olduğunu göstermekte ve ‘’haklı savaş’’ ile ‘‘zafer’’ arasındaki farkı ortaya koymaktadır.