Bereketli Hilal’de Hegemonya Mücadelesi
Hande Orhon Özdağ
Doğu Akdeniz’den başlayıp Mezopotamya üzerinden Basra Körfezi’ne uzanan geniş bir coğrafya vardır ki, tarih boyunca insanlık için bir merkez olmuştur: Bereketli Hilal. Bu bölge, verimli toprakları, su kaynakları ve stratejik konumuyla medeniyetlerin doğuşuna sahne oldu. Aynı zamanda ticaret yollarının kavşağı, zengin enerji rezervlerinin merkezi ve üç büyük dinin kutsal mekânlarını barındıran bir alan olarak da öne çıktı. Bu nedenle, Bereketli Hilal yalnızca bölge halklarının değil, küresel siyasetin de kaderini belirleyen bitmeyen bir güç mücadelesinin mekânı olageldi.
Stratejik Önemi
Bereketli Hilal’in önemini anlamak için birkaç noktaya bakmak yeterlidir. İpek Yolu’nun Mezopotamya’dan Akdeniz’e uzanan kolları, Basra Körfezi’ne bağlanan Baharat Yolu, hac güzergâhları ve dini yollar bu coğrafyayı bir geçiş noktası haline getirmiştir. Fırat ve Dicle nehirleri yalnızca tarım için değil, siyasal üstünlük için de kritik olmuştur. Basra Körfezi’ndeki petrol ve doğalgaz rezervleri küresel enerji güvenliğinin temel taşlarından biridir. Kudüs, Mekke, Medine, Kerbela ve Necef gibi kutsal merkezler ise dini-ideolojik çekişmeleri sürekli diri tutmuştur.
Tarih Boyunca Mücadeleler
Antik çağlardan itibaren Bereketli Hilal, güç rekabetlerinin merkeziydi. Sümerler, Babilliler, Asurlular bu verimli topraklarda üstünlük kurmaya çalıştı. Roma ile Persler, Doğu ile Batı arasındaki hâkimiyet mücadelesini burada sürdürdü. İslam’ın yayılışıyla birlikte bölge İslam dünyasının kalbine dönüştü. Şam ve Bağdat siyasi ve dini merkezler haline geldi. Osmanlı ile Safeviler arasındaki rekabet ise yalnızca askeri değil, mezhepsel boyutlarıyla da bölgeyi şekillendirdi ve Sünni-Şii ayrışmasını kalıcı hale getirdi.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Sykes-Picot düzeni, Bereketli Hilal’in kaderini derinden etkiledi. Hatta bugün hala etkiliyor demek yanlış olmaz. Osmanlı’nın dağılmasıyla, gizli kapılar ardında çizilen yapay sınırlar, bölgeyi kırılgan kıldı. Bugün Irak, Suriye ve Lübnan’da süregelen istikrarsızlığın kökeninde bu miras yatar. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla ise Filistin sorunu, Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki mücadele bölgenin en kalıcı kırılma hatlarından birisine dönüştü. İsrail’in ABD’nin en önemli müttefiki haline gelmesi, hegemonya mücadelesini yalnızca bölgesel değil küresel bir boyuta taşıdı.
Soğuk Savaş ve Sonrası
Soğuk Savaş yıllarında Bereketli Hilal, yalnızca bölgesel değil, küresel güç rekabetinin de ön cephelerinden biri haline geldi. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki kutuplaşma, bölgedeki devletlerin dış politikalarını belirleyen en önemli faktörlerden biriydi. Türkiye, Körfez ülkeleri ve İsrail ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına girerken, Mısır, Irak ve Suriye Sovyetler Birliği’ne yakınlaştı. Bu bloklaşma, ideolojik bir ayrışmanın ötesine geçerek askeri darbelerden iç savaşlara, vekalet savaşlarından silahlanma yarışına kadar birçok çatışmayı tetikledi. Lübnan iç savaşı, Mısır’ın Camp David süreciyle Batı’ya yönelişi, Irak’ın Sovyet desteğiyle bölgesel bir güç olarak yükselişi bu dönemin çarpıcı örneklerinden oldu.
İki kutuplu dünya düzeni, Bereketli Hilal’i adeta bir satranç tahtasına dönüştürdü. Büyük güçler, bölgesel müttefikler üzerinden nüfuz mücadelesi verirken, yerel toplumsal fay hatları da bu rekabetin baskısıyla daha kırılgan hale geldi. Ekonomik bağımlılıklar ve askeri müdahaleler bölgenin istikrarsızlığını kalıcılaştırdı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte kısa süreli bir “tek kutuplu dünya” görüntüsü ortaya çıksa da bu durum Bereketli Hilal’de istikrar getirmedi. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali, bölgedeki dengeleri kökten değiştiren bir kırılma noktası oldu. Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle Irak’ta kör topal ayakta duran devler yapısı hepten çöktü. Ülke etnik ve mezhepsel fay hatları boyunca parçalandı. Bu gelişme, yalnızca Irak’ın iç dengelerini altüst etmekle kalmadı aynı zamanda İran için beklenmedik fırsatlar da yarattı.
Tahran, ortaya çıkan güç boşluğunu hızla doldurarak “Direniş Ekseni” adı verilen bir nüfuz ağını şekillendirdi. Esas olarak Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki Şii milisler ve Suriye’de Esad yönetimi üzerinden kurulan bu ağ, İran’ın hem İsrail’e karşı caydırıcılık geliştirmesini hem de Amerikan etkisini sınırlamasını sağladı. Özellikle Suriye krizinde Esad rejimini desteklemesi, İran’ın yalnızca Irak’ta değil, tüm Bereketli Hilal’de kalıcı bir aktör olma iddiasını ortaya koydu. Ancak bu etkinin sınırları da zamanla açığa çıktı. İsrail-Hamas-Hizbullah hattında yaşanan çatışmalar, Esad rejiminin çöküşü ve uluslararası yaptırımlar, İran’ın nüfuzunun ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi.
Türkiye’nin Rolü
Türkiye’nin Bereketli Hilal’deki etkisini artırma arayışı aslında uzun bir geçmişe dayanır. Ancak özellikle 1980’lerden itibaren ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Türkiye, bölgeye daha aktif şekilde yönelmeye başladı. Bu süreçte güvenlik kaygıları –örneğin Suriye ile yaşanan su ve PKK gerilimleri– Türkiye’nin politikalarında belirleyici olurken, aynı zamanda ekonomik açılımlar ve bölgesel liderlik arayışı da gündeme geldi. 1990’larda Körfez Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dengeler, Türkiye’nin hem Batı ile ilişkilerini hem de Ortadoğu’ya bakışını yeniden tanımlamasına yol açtı.
AKP iktidarıyla birlikte bu yönelim farklı bir kavramsal çerçeveye oturtuldu. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” doktrini, Türkiye’yi yalnızca bir bölgesel aktör olarak değil, aynı zamanda Osmanlı hinterlandında yeniden söz sahibi olacak bir güç olarak konumlandırdı. Bu yaklaşım, geleneksel Cumhuriyet dış politikasının dengeli ve temkinli çizgisinden belirgin bir kopuş anlamına geliyordu.
“Neo-Osmanlıcılık” olarak da anılan bu yönelim, Osmanlı tarihsel mirasını temel dış politika argümanlarından biri haline getirdi. Türkiye, kendisini bölgedeki Müslüman toplumların doğal lideri olarak sunarken bölgeye kurduğu ilişkiyi aslında hegemonik bir temelde tanımladı. Bunu yaparken, tamamen Batı’yla eşgüdümlü olduğu halde Batı’ya karşı bağımsız bir güç odağı olma iddiasını da öne çıkardı.
AKP’nin söylemleri, sadece çıkar temelli bir yaklaşımı değil, aynı zamanda ideolojik boyutları da içeriyordu. İhvancı hareketlerle kurulan yakınlık, Arap ayaklanmaları sürecinde daha da belirgin hale geldi. Ankara, bu süreçte demokrasi ve halk iradesi söylemi üzerinden meşruiyet üretmeye çalışsa da, İhvan çizgisiyle ideolojik angajman nedeniyle özellikle Mısır ve Suriye başta olmak üzere bu Arap ülkelerinin iç çekişmelerinde bir dış taraf haline geldi.
Türkiye’nin rolünü belirleyen bir başka unsur da güvenlik ve ekonomi arasındaki kesişim noktası oldu. Enerji hatları, ticaret koridorları ve mülteci akınları, Türkiye’nin Bereketli Hilal’deki varlığını doğrudan etkiledi. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile geliştirilen enerji ilişkileri, hem ekonomik bağımlılık hem de güvenlik kaygılarını bir arada getirdi. Suriye Krizi sırasında ise Türkiye, hem sınır güvenliği hem de milyonlarca mültecinin ülkeye girişiyle farklı bir siyasi tablonun içerisinde hapsoldu.
Bugün AKP, Bereketli Hilal’de yalnızca Türkiye’nin ulusal ve jeopolitik çıkarlarını değil, aynı zamanda kendi ideolojik ve tarihsel referanslarını da harmanlayan bir aktör olarak sahnededir. Bu durum, Ankara’nın manevra alanını zaman zaman genişletirken, zaman zaman da daraltmaktadır. Çünkü AKP’nin ideolojik angajmanları ile Türkiye’nin çıkarları arasındaki gerilim, Türk dış politikasını sürekli bir ikilem içinde tutmaktadır.
Yeni Dönemin Dinamikleri
2010 sonrası Arap ayaklanmaları, Bereketli Hilal’deki dengeleri bir kez daha kökten sarstı. Tunus’ta başlayan halk hareketleri kısa sürede Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’e yayıldı. Suriye’deki kriz ise yalnızca bir iç savaş olarak kalmadı; küresel ve bölgesel güçlerin vekalet savaşlarının merkezi haline geldi. ABD, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi aktörlerin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri, Bereketli Hilal’i çok katmanlı bir çatışma alanına dönüştürdü. Bu süreçte Rusya’nın geri dönüşü özellikle dikkat çekiciydi. Moskova, 2015’te Suriye’ye doğrudan askeri olarak müdahil oldu ve Tartus ile Hmeymim üsleri üzerinden Doğu Akdeniz’de kalıcı bir varlık kazandı. Böylece Rusya, hem Esad rejimini bir süre ayakta tuttu hem de ABD’nin bölgedeki nüfuzuna meydan okudu. Aynı dönemde Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğal gaz rezervleri, yeni bir rekabet hattı ortaya çıkardı. İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs ve Yunanistan arasında geliştirilen enerji iş birlikleri karşısında Türkiye’nin dışlanması, deniz yetki alanları ve enerji diplomasisi üzerinden yeni bir hegemonya mücadelesini gündeme getirdi.
Bu kırılgan denklemin üzerine, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırılarıyla başlayan yeni bir süreç eklendi. İsrail’in Gazze’de, izlediği soykırım politikaları, bölgede yeni bir “yeniden yapılanma” sürecinin acı habercisi oldu. Bölgede kartlar, tarihte kaçıncı kez olduğunu artık sayamadığımız bir biçimde, yeniden baştan karılıyor.
Sonuç olarak, Bereketli Hilal, Sümerlerden günümüze kadar bitmeyen bir mücadele alanı oldu. Aktörler, yöntemler ve araçlar değişti; imparatorluk ordularının yerini vekil güçler, kılıçların yerini enerji hatları aldı. Fakat mücadelenin kendisi baki kaldı. Bugün ABD, İran, Türkiye, Rusya ve İsrail ve daha pek çok aktör farklı araçlarla aynı sahnede yer alıyor. Bereketli Hilal hala bölgesel ve küresel siyasetin kalbi. Burada yaşanan her gelişme yalnızca Ortadoğu halklarını değil, tüm dünyayı etkiliyor. Tarih burada yazılmaya devam ediyor. Çünkü hegemonya mücadelesi bu toprakların değişmeyen gerçeği.