20. yüzyıl, müzik tarihinin en hareketli çağıdır. Müzik sanatındaki büyük ilerlemelerin yanı sıra olumsuz olarak niteleyebileceğimiz gelişimlerde kendini göstermiştir.
20. yüzyıl, bilgi ve teknoloji çağı, müziği de doğrudan etkilemiştir! Çoğaltma ve yayma araçları ile iletişim ortamının gelişmesi, müziğin sınırlı çevrelerden çıkıp dünyanın her yerine ulaşma olanağını bulduğu döneme girilmiştir. Bir önceki yüzyılda Bach ya da Mozart dinlemek için bir yerden diğerine büyük zahmetler ve uzun zaman alan sürelerde gitmek zorunda kalan müzik severler için bu durum, hoş bir nostalji olarak kalmıştır. Günümüzde müzik dinleyicileri ileri teknoloji kullanarak, TV- radyo programlarını takip etmekte, CD, DVD vb. koleksiyonlara bakmakta, ayağına gelen konserleri canlı ya da dünyanın başka yerinde naklen izleyebilmektedirler. Müzik sanatı bugün, her ilgilinin evindeki yerini almıştır. Hiçbir çağda müzik, 20. yüzyılda olduğu kadar yığınlara ulaşabilme olanağını bulamamıştır.
Müzik sanatının 20.yüzyıldaki gelişimi, değişimi ve hızı tüm zamanların toplamından fazladır. Müzik dili ve grameri yenilenmiş, bir yapıtta tek bir tonalitenin yerine aynı anda asıl tondan farklı çok sayıda tonun kullanılması yöntemlerine başvurulmuştur. Daha da ileri gidilip tonalite düzeninden ayrılarak ton-dışı yazı kuralları ortaya çıkmış ve armoni kurallarında köklü değişimler yaşanmıştır. Farklı ölçüler ve bunlara bağlı, aynı zamanda kullanılan ritmik yapılar oluşmuştur. Yeni ve farklı biçimlerin araştırıldığı, belli kalıplara uyulmayan özgür bir anlayış geliştirilmiştir. Çalgı uygulamalarında yeni tınılara yönelimmiş, çağın teknolojisinden yararlanılarak elektronik gereçler devreye girmiştir. 20. yüzyılda özetle, müzik yoluyla anlatımda sonsuz ve yeni ufuklar açılmış, yeni teknikler kullanılmış ve sonuçta müzik tarihinin en zengin çağı olmuştur.
Ancak elde edilen tüm bu zengin alt yapıya karşın müzik sanatı, arzu edilen gelişmeleri yaşayamamış, teknoloji ve maddi koşulların sağladığı imkanlar ile çoğunluğun beğenileri doğrultusunda şekillenmiş ve sanat, ancak yine sanatsever dar bir çevrenin ilgi alanı içinde kalmıştır.
Müzik sanatı günümüzde, sanata ilgi duyan çevrelerin (kişi, vakıf, şirket, dernek vb.) çabaları, ekonomik yaptırımlar, devletlerin sanat müziğini destekleme programları gibi türlü etkiler ile yaşam savaşı vermektedir.
POST-ROMANTİKLER:
Özellikle 19. yüzyıl ortalarında Avrupa’da iki ayrı akım gelişmektedir. Birincisi her ülkenin kendi müziğini arayıp bulduğu ulusçu akım; diğeri de Fransa’da filizlenen izlenimcilik. 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başları bu durum tüm Avrupa’da yaşanmaktadır. Bu süreçte müzik üreticileri Wagner’in etkisine girer. Üstelik kimi besteciler ona benzememek için direnip savaş verdiği halde yine de Wagner izleri taşımaktan kaçınamazlar. Wagner’i izleyen Avrupalı besteciler, derin müziksel anlatımlar içinde Romantizm ‘in sınırlarını zorlarlar. Anton Bruckner, Gustav Mahler, Richard Strauss, Romantizm ‘in dilini, yeni çağa taşıyan bestecilerdir.
Özellikleri; Post-Romantik bestecilerin ortak özellikleri, uzun ve büyük çaplı senfonik eserler yazmalarıdır. Genellikle bir ruh durumu, karakter, doğa manzarası, öykü gibi şeyler anlatarak müzikte betimleyici yöntemleri kullanırlar. Wagner’in coşkulu ve kamçılayıcı seslenişi, yoğun armonik dokusu, kromatik geçişleri, belli tonlara yer yer bağlı kalmayışı, kendinden sonraki kuşağı da etkilemiştir. Bu dönemde senfonik yapılar gibi çalgı ve çalgıcı sayısı da çoğalmış, daha geniş konser salonlarına gereksinim artmıştır.
19. YÜZYILDA ULUSAL AKIMLAR:
Krallık ve kilise egemenliğinin, demokratikleşme yolunda büyük adımlar atması, her ülkenin kendi geleneğine, tarihsel geçmişine sahip çıkması, sanat alanında da ulusal değerleri araştırmayı kamçılamıştır. Bu çağın sonlarında, müzikte var olan güçlü etkilere karşı duran Slav ülkelerinde (Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Rusya gibi) kendi kültürlerini öne çıkaran, özgün ritim ve ezgileri müziklerinde kullanan bir anlayış etkisini artırır. Ulusal halk ezgilerinin dili daha geniş bir kitleye seslendiğinden, bu kaynaktan yararlanan besteciler de, daha geniş bir dinleyici kitlesi ile buluşmuştur.
Bu dönemde, ulusçu akımın en önemlilerinin Rus bestecileri olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyatta Puşkin, Tolstoy, Çehov ve Dostoyevski’nin anlatımıyla müziğe de yansıyan ve öncülüğünü Mikhail Glinka’nın yaptığı Rus ulusçu akımı, Rus beşleri, Mily Balakiref (1837-1910), Cesar Cui (1835-1918), Aleksandr Borodin (1833-1887), Modest Mussorgski ( 1839-1881) ve Nikolai Rimski-Korsakof (1844-1908) ile oldukça etkili olmuşlardır. Beşlerden sayılmasa da Piyotr İlyiç Çaykovski’de (1840-1893) bu anlayışın bestecileri arasında sayılabilir. Diğer taraftan Sergey Rahmaninof (1873-1943) ile Aleksandr Skrybin’ ini de ulusçu akım dışında 20. yüzyılın diğer akımlarından da etkilenen güçlü Rus bestecileri olarak sıralayabiliriz.
20. YÜZYILDA ULUSAL AKIMLAR:
Avrupa, 19. yüzyıl sonunda sanayileşme sürecine girince köyde kasabada yaşayan halk kendi konuşma dili kadar dans ve şarkı geleneğini de kentlere getirerek su yüzüne çıkarmış, böylece her ülke kendi kimliğini sergilediği bir müzik sanatı oluşturmuştur.
Yoğun nüfuslu merkezlerde köyden gelen halk, operalara balelere konserlere gidip kendi dilinde, kendi tarzında bir şeyler duyma beklentisindedir. 19. yüzyılın sonlarında Rus beşlerinin ulusal kimliğinin de etkisi ile Avrupa’nın her yönünde ulusal renkler etkin bir biçimde ortaya çıkar.
Bunlar arasında;
Polonya’dan Stanislaw Moniuszko (1819-1872) – Çekoslovakya’dan Bedrich Smetana(1824-1884), Antonin Dvorak (1841-1904), Leos Janacek (1854-1928) – Norveç’ten Edvard Grieg (1843-1907) – Finlandiya’dan Jean Sibelius (1865-1957) – İngiltere’den Edward Elgar (1857-1934) – İspanya’dan Isaac Albeniz (1860-1909), Manuel de Falla 81876-1946), Joaquin Rodrigo (1902) sıralanabilir.
AMERİKA’DA MÜZİK
Amerikan müzik tarihi kabaca üç dönemde incelenebilir.
-
17. ve 18. yüzyılların İngiliz egemenliğindeki koloni dönemi
-
19. yüzyıldan 1930’lara kadar uzanan, Avrupa’dan gelen bestecilerin ve Avrupa’dan aktarılan müziğin etkinlik dönemi
-
1930’dan günümüze dek Amerikan müziğinin kendi kimliğine kavuştuğu dönem
20. yüzyılda özgün Amerikan karakterini arayan besteciler, halk ezgilerine ve ülkenin kendine özgü caz müziğine yönelirler. Popüler müzik veya pop, temelde okuma yazması olamayan halkın ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa yaygınlaştırdığı, ezgiler olarak ortaya çıkar. Kentlerdeki sanat müziği ile köylerdeki yalın halk müziği çağlar boyu hep alışveriş içinde olmuştur. Pop müziği, İngiltere ve Amerika gibi hızlı sanayileşmiş toplumlarda geniş kitleyi eğlendirmek amacıyla bir gelenek oluşturmuştur. Bu toplumlar için 19. yüzyıl başlarından sonra kolay dinlenebilir, çabuk anlaşılabilir müzikler üretilmeye çalışılır.
20.yüzyıl başlarında Amerika’nın en önemli bestecisi Charles Ives’ dır(1874-1954). Aslında bir sigortacı olan Ives, zamanının çok ilerisinde bir teknik kullanarak uyuşmayan sesleri birleştiren ses denemeleri yapar. Birden çok ton ve asimetrik ritimler kullanır. Geleneksel Amerikan ilahilerinden alıntıları, halk ezgilerini, vatansever şarkıları ve Afro-Amerikan topluluklarının yıllar önce piyano için yayınladığı popüler müzikleri, ciddi sanat müziği içinde kullanırken yeni bir yapı ve yeni bir ses arayışı içinde olmuştur.
Başta Schönberg ve Stravinski olmak üzere 1930’lu yıllarda Avrupa’nın ev büyük bestecileri Amerika’ya yerleşmeye başlar. Çağdaş Amerikan müziği de bu öncülerinden etkilenir ve büyük formlara ulaşır. Müziğinde Amerikan karakterini arayan besteciler, Ives gibi Amerikan deyişi ile deneysel sesleri birleştirirler. Bu deneysel besteciler arasında Walter Piston (1894-1976), Aaron Copland(1900-1990), Edgar Varese, John Cage sıralanabilir.
20. YÜZYIL ve MODERNİZİM
Yeni yüzyıl başladığında müzik de yeni yüzyılına girmiştir. 20. yüzyılın ilk günleri, savaşların, karabasanların habercisi olduğu gibi, aynı zamanda teknoloji harikalarının, medya gücünün, insanlar arası yakın ilişkilerin, uzaya atılacak ilk adımların tohumlarını filizlendirir. Çağlar boyu gelişmiş ve artık evrimini tamamlamış müziğin yerine yeni çağın dilini konuşan, yeni müzik oluşmalıdır.
20. yüzyıl, müzikte her türlü sınırın bilinçli olarak zorlanmasıdır. Teknikte, anlatım dilinde, biçimde, stilde, özde, içerikte, esin kaynaklarının dalgalar halinde birikimin üzerine gelmesiyle tüm geleneksel kuralların duvarları, eğilip bükülmeye, eriyip çökmeye başlamıştır. Müzik kendi sanat disiplininin dışına taşarak, diğer sanat dallarını da kullanmaya, geçmişe ve dünyanın her tarafına uzanmaya yönelir. Esin kaynağı bulmak için her türlü araçtan yararlanabilir. Müzik içi, müzik dışı sesler, doğada var olan saf sesler, doğada var olmayan sentetik sesler, hatta sessizlik bile bir araçtır.
20. yüzyılda bestecinin şansı, kendinden önce gelen kaynaklara başvurabilir. Şansızlığı ise bugüne dek pek çok yöntemin denenmiş olması ve yeni yapıtların önceki anıtsal yapılarla kıyaslanmasıdır.
İZLENİMCİLİK (IMPRESSİONİSM)
Resimde 19. yüzyıl sonlarında nesnelerin kavramlardan sıyrılıp anlık görüntü izlenimini veren İzlenimcilik, müzikte de 20. yüzyıl başlarında etkinleşir. Monet, Degas, Renoir gibi izlenimci ressamların su damlacıklarının ya da bir sis perdesinin ardından sundukları görüntüler, bestecilerde de aynı izlenimin uyanmasına yol açarlar. Örneğin Debussy, Ravel gibi bazı besteciler, müzikte böylesine bir teknik oluştururlar. Bir öyküyü, nesneyi doğrudan anlatmak yerine onun bellekte bıraktığı buğulu izlenimi duyururlar. Teknik olarak akorların belirsizlik duygusu yaratan yeni birleşimleri, egzotik diziler ve yoğun kromatik doku, müzikte izlenimci araçlar olmuştur. Besteci böylece, özgürce duygulanma, duyduğunu bağımsızca müziğe aktarma ve imgelerin sınırsızca boşluğunda dolaşacağı ortamı yaratma peşindedir.
Ressam ışığın özünü kavramaya çalışırken, ışığı parçacıklara böler. Müzikte izlenimci tekniği işleyen besteciler de sesi oluşturan öğelerin özüne inip, akorları parçalayarak, bölerek yeni bir çözümleme yolu ararlar.
Bu çağın anlayışında, duygusallığın ön plana çıktığı, doğa olaylarının müzikle anlatılmaya çalışıldığı ve hatta uzak doğu müziğinden etkilenildiğini söyleyebiliriz.
CLAUDE ACHILLE DEBUSSY
CLAUDE ACHİLLE DEBUSSY
Çağımız müziğinin temelinde, yeni akımların çoğunun kaynağında ve müziğin Wagner etkisinden uzaklaştığı süreçte en önemli bestecisi olarak Claude Debussy (1862-1918) gösterilir. Debussy, Fransız geleneğinin bir yansıması olmasına karşın ulusal sınırları aşar ve çoğunlukla “Empresyonist” yani izlenimci olarak anılır; oysa bu onun sevmediği bir terimdir. Onun müziği, özellikle doğayı ve çevreyi tanımlamakta (bu hayali bir durum ya da ortam olsa bile) çok başarılıydı. Bunun dışında onun müziği, klasik normlardan farklı, arayışçı ve önerici bir müzikti. Debussy müziğinde görülen izlenimci yöntemler için; ton duygusundan uzaklaşması, akorların klasik armoni kurallarına uymaması, Uzakdoğu (Çin, Japon) müziğinin ses dizilerine başvurması ve atonal müziğin hazırlayıcısı olması gibi örnekleri verebiliriz.
Debussy ile tarihinin dönem bestecilerinden biri olarak anılan Maurice Ravel (1875-1937), aslında bir izlenimci olmaktan çok Fransız geleneksel müziğine bağlı bir klasikçi izlenimi verir. Temiz melodik çizgisi, açık ritimleri ve klasik akımın sağlam yapısı, bestelerinin önemli noktalarıdır. Ravel başka kültürlerin müziklerini yorumlamayı da severdi. Eric Satie (1866-1925) ise alışılagelmişin oldukça dışında ve farklı bir besteciydi. Anti-empresyonist ve anti-romantik olarak bilinirdi.
ONİKİ-SES (ATONAL) MÜZİK
Rönesans’tan beri gelişmekte olan tonalite kavramının 8 notalık skala içindeki kullanımı 20. yüzyıl başındaki bestecilere yetersiz gelmektedir. Tüm seslerin temel bir eksen çerçevesinde toplanması, bu sese göre değer kazanması ilkesi, önemini yitirmeye başlar. Besteci daha özgür olmayı, belli bir tona bağlılıktan kurtulmayı ister. Franz Liszt, Gustav Mahler, Richard Strauss gibi post-romantik besteciler, geniş soluklu yapıtlarında bu özgürlük kavramını hazırlarmışlardır. Belli bir tonalite yerine sık sık değişen tonaliteler, sekiz sese bağımlılık yerine kromatik skaladaki 12 sesin eşit değerde ve özgürce kullanılabilme düşüncesi, sonraki kuşağın açılımlarına yol göstermiştir.
Atonalite, her şeyden önce tonsuz olarak yorumlanmamalıdır. Yöntemin bulucusu Arnold Schönberg atonaliteyi “belli bir tonaliteye bağlı olmayış veya birden çok tonaliteye bağlılık” olarak vurgular. Artık müzik içindeki hiçbir akor ve ses merkez bir sese bağlı değildir. Örneğin, geleneksel yapıda Do Majör tonuna bağlı bir parça, aynı tonun içinde dolaşıp sonunda yine Do Majöre dönen akorlarla uyuma varır ve dinleyicinin kulağında belli bir karara varmanın rahatlığını bırakır. Atonal müzik ise belli bir ton dizisine bağlı kalmaktansa 12 sesin sağlayacağı daha geniş olanaklarda gezinebilir. Piyanonun tuşlarından örnek alırsak, başladığımız noktanın bir oktav uzaklığı içinde hem siyah hem de beyaz tuşların yarım aralıkları ile sağlanan 12 sesin herhangi birinden yola çıkılabilir. Her müzik cümlesi, kendi başına bir tona bağlıdır. 12 sesin hiçbiri, bir diğerinden daha ağırlıklı ve önemli değildir. Yapıt herhangi birinden başlayıp herhangi bir akor birleşimiyle son bulabilir. 11 nota kullanılıp bitmeden aynı sesler yinelenmez. Yapıtın akışı içinde dizi ters çevrilebilir, yönü değiştirilebilir, geriye doğru çalınabilir ya da aynı aralıklar içinde bir başka notadan başlayarak kalıp yinelenebilir.
ARNOLD SCHOENBERG
SCHOENBERG
20. yüzyıl müziğinin en önemli yenilikçilerinden ve 12-ses yönteminin bulucusu olarak bilinen Arnold Schoenberg (1874-1951), Mozart, Beethoven ve Mahler’in kenti Viyana’da doğmuştur. Müzik eğitimine 21 yaşından sonra başlayan Schoenberg’in müziği, ilk zamanlar geleneksel Romantik stilin son dönemlerinin etkisi altında kalmıştır. Fakat 1908 yıllarında dev bestelere karşı ilgisi yok olmuş ve müziksel aktarım ve uyumu gitgide tondan uzaklaşmıştır. Ayrıca müziğinde sol anahtarını kaldırır. Müzikal düşünceyi köklendiren alışagelmiş müziksel ilerleme yollarından kaçınır. Bu yüzden alışık olmayan kulaklar için onun klasikleşmiş ton etkisinin dışına taşan atonal müziğini dinlemek, hiç kolay değildir. Çünkü seslerin toplu etkisi alışagelmiş örneklerle bağdaşmaz. Melodileri belli bir çözüme-rahatlatıcı etkiye ulaşmaz, nereye gittiği ve nerede bittiği belli değildir.
Ancak Schoenberg ve taraftarlarına göre Atonal Müzik, batıda ilk kilise müzikleriyle başlayan klasik müziğe ait evrimin mantıksal olarak hemen bir sonraki aşamasıydı. Onlar, “çatışma, uyumsuzluk görelidir” diyorlardı. Ona göre Atonal Müzik, çatışma, uyumsuzluk sorununu çözüyor ve onu özgürlüğe kavuşturuyordu aslında.
Bu müziğin takipçilerinden Alban Berg (1885-1935) ve Anton von Webern (1883-1945) bu dönemin en önemlilerindendir.
YENİ KLASİKÇİLİK (NEO-CLASSICISM)
Yeni-Klasik terimi, 20. yüzyılın ilk yarısında teknik kurguyu sağlamlaştırmak adına, Klasik, Barok hatta Barok öncesi dönemlere başvuran besteciler için geçerlidir.
Schönberg bile, eskiye dönüşün hiç şansı olmadığını savunarak karşı durduğu bu akıma sonraları ilgi duymuştur.
İki dünya savaşı arasında kalan yıllarda Avrupa’da pek çok besteci Yeni-Klasik akımdan esinlenmiş, daha geniş bir dinleyici kitlesi bulabilmek için bir süredir denenmekte olan karmaşık yöntemlerden arınıp klasiğin dengeli biçimine sığınmaya başlamıştır. Klasiğe dönüş, yeni müzik dili arayışında çok kaynaklı incelemelere ve seçmeciliğe doğru yeni ufuklar açmıştır.
Bu dönemin en önemli isimleri arasında başta Stravinski olmak üzere Prokofiyef, Hindemith, Ravel, Şostakoviç, Carl Orff gibi birçok ünlü müzik adamını sıralayabiliriz.
IGOR STRAVINSKY
STRAVİNSKY
20. yüzyıl müziğine yön veren en önemli bestecilerden biri de Igor Stravinsky’dir (1882-1971). Sürekli kendini yenilemesi nedeniyle eleştirmenler tarafından “birkaç yılda bir deri değiştiren bir timsaha” benzetilir. Müzik tarihinin derinliğini inceleyip her besteciden, her çalgıdan ve her akımdan bir şeyler ürettiği ve böylece yeni malzemelerle müziğinin çerçevesini değiştirdiği halde kendine özgü deyişini hiçbir döneminde yitirmez. İlk bestelerinde Rus folk stilini kullanan Stravinsky’nin modern müziği, birçok açıdan Picasso’nun modern resmine denk düşer. Stravinski ve Picasso’nun adlarının öne çıkışı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonrasına denk gelir. Besteci ritimdeki yetkinliği, Amerikan jazz’ından esintileri, neo-klasizmdeki ilk gelenekleri canlandırması ve 12-ton sistemini geliştirmesiyle müzik dünyasını oldukça etkilemiştir. Bestecinin eserleri arasında; birçok bale, koro müziği, iki tane opera ve senfoniler vardır. Bu eserlerde ortaya çıkan özgün stilinde, açık berrak ve kuru ton, sade, süsten uzak zıtlıklar, önceden tahmin edilemeyen, sürpriz- beklenmeyen ritimler ve hepsinin ötesinde müziksel heyecan vardır.
1900’DEN 1950’YE
20. yüzyılın başlarında Romantizm yavaş yavaş can çekişmesine rağmen, sanatta ve müzikte aynı etkileri bu yeni yüzyılda da görebiliriz. Müzikte 1900’ün başları ile 1930 yılları arasında yaşananlar birbirleri ile benzeşir. Çünkü bu yıllar arasında müziğin bugüne kadar ki tarihinde görülmedik yenilikler olmuştur. Sanatçılar batı dünyasının sanat kültürüne ait birçok olmazsa olmaz kuralları yerle bir ettiler. Besteciler 16. yüzyıldan bu yana Batı müziğinin temellerini oluşturan klasik yapının temel direklerini söküp attılar.
1930 ve 1950 yılları arasında bu denemeler yavaşlamış ancak tamamen bitmemiştir. Birçok besteci eski tarzlara geri dönmüş ya da yeni ile eski arasında bir sentez oluşturmaya çalışmıştır. Örneğin Stravinsky, eski formlarla yeni formları birleştirmiştir.
Bu yüzyılın ilk yarısında yaratıcı enerjinin bir ürünü olan milliyetçiliğe daha önce verilen önem de bu tarihlerde öne çıkmıştır. Bu gelişme diğer sanat dallarında ise yoğun biçimde karşımıza çıkmamasına karşın müzikte Bela Bartok, folk üslubuyla çalışmalar yapan 20. yüzyılın önde gelen bestecisiydi.
KÖY MÜZİĞİ VE BARTOK
Çağımız müziğini geliştiren önemli etmenlerden biri de folklordur. Halk ezgilerinden uzanan çizgi, melodi kavramını yalınlaştırırken, yerel ritim coşkuları, karmaşık ve yoğun bir çatı örer. Halk arasında söylenip çalınan müzik, gün geçtikçe ölmekte olduğundan, arşivlenip kaydedilerek canlı tutulması gerekmektedir. Modal kalıplardaki bu ezgiler, bestecinin imgelemine yeni katkılarda bulanabilir. Ayrıca 20. yüzyılda sömürgeciliğin sona ermesiyle, ülkelerin coğrafi sınırlarını çizmeleri gibi kesin bir kültür kimliği kazanmaları da söz konusudur. Her ülke kendi ulusal özelliğini taşıyan müziği üretmelidir.
Halk müziğinin çoğu malzemesi şarkı olarak kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa kaldığından bu müzikte konuşma dili, dilin vurgusu ve yapısı büyük önem taşır. Halk danslarının değişken ritim yapısı ise poliritmik (çok ritimli) yapıyı doğurur.
20.yüzyıl bestecilerinin, kendi dışlarındaki dünyaya taşmak istemelerinde, caz müziği ve benzerleri arasında en çok başvurdukları tür halk müziğidir.
BELA BARTOK
BELA BARTOK (1881-1945)
20. yüzyılın en önemli bestecilerinden biri olan Macar besteci Bela Bartok, halk ezgi ve ritimlerini kendine özgü bir müzik dokusu içinde birleştirerek çağımıza yeni renkler kazandırmıştır. Bartok, 20.yüzyılda adeta ulusalcılığın simgesidir. Bartok, ulusal müzik konusunda “Ulusal bir bestecinin müzik dili, ana dili gibi olmalıdır” der. Halk müziğinin sağladığı gereçlerden yararlanılması; bunların ya oldukları gibi ya da benzetme yoluyla, evrensel ya da yabancı eğilimleri olan eserlere rasgele serpiştirilmesi şeklinde olmamalıdır. Amaç bu gereçlerdeki özü, anlatımı, bestecinin kişisel üslubuna sindirebilmesidir. Onun için bestecinin, halk müziği ile bir uğraş içinde olması, bu müziğin dilini, anlatımını kendi ana diliymiş, kendi öz anlatımıymış gibi rahatlıkla kullanabilecek hüneri elde etmesi gerekir. Bartok başta kendi ülkesi Macaristan ile Polonya köy müziği üzerinde çalışmış, 1935 yılında da Anadolu’da araştırmalar yapmıştır.
Bartok özellikle köy müziğinde bulduğu ve sanat müziğinde görülmeyen ritim zenginliğini fark etmiş ve köy müziğinin bakışımı (simetrisi) olamayan ritimlerini kendi müziklerinde kullanmıştır. Bu anlayışı birçok besteciye esin kaynağı olmuştur. Halk ezgilerinin doğal yapısı melodi kavramını yalınlaştırırken, yerel ritim coşkuları, karmaşık ve yoğun bir çatı örer.
Bartok’un çalışmaları özgün, güçlü ve moderndi. Müziğinin orijinalliği folk müziğinin doğrudan kullanımından ve folk müzik araştırmalarına dayanan armoni, renk ve ritim denemelerinden kaynaklanmaktadır.
SAVAŞ SONRASI GÖRÜNÜM
Avusturyalı besteci Anton Webern, 2. Dünya Savaşı sonunda Amerikan askerleri tarafından trajik bir yanlışlık sonucu bir başkasına benzetildiği için evinin yanında vuruldu. Eğer yaşasaydı, yüksek disiplinle tanımlanabilen müziğinin, yeni bir müzik hareketinin temeli olacağını görmüş olacaktı.
1940’ların sonlarında müziği çok popülerdi. Batı Almanya’da Darmstadt’da bir Webern mezhebi bile vardı.
Webern’in kuramsal ve soyut müziği, 12 ton uygulamalarının doğrudan ürünüdür ve onun müziği, 20.yüzyılın ilk yarısının sonlarında oldukça etkili olmuştur.
Diğer deneysel besteciler arasında; Edgar Varese (1883 – 1965), John Cage (1912 – 1992), Aaaron Copland (!900 – 1990), Sergey Prokofiyef (1891 – 1953), Dimitri Sostakoviç (1906 – 1975) sıralanabilir.
ELEKTRONİK MÜZİK
Kaynağında sesleri elektronik üretilen her müzik, elektronik müzik olarak tanımlanır. Geleneksel akustik çalgıları sentetik hale getirerek ya da tümüyle elektronik laboratuvarlarda üretilen sesleri değerlendirip düzenleyerek ortaya çıkarılan bir müzik türüdür.
Bu tür müzikte sesler elektronik araçlar ile değiştirilip kayda alınır. Bu ses değişimleri, kayıt yapılan stüdyonun teknik kapasitesine göre uygulanır. Bazen de ses, tonlama kontrolleri ve ses tekrarları yaratılarak değişik biçimlere sokulur. 1940’ların sonunda, bu tür uygulamalar özellikle Fransız radyolarında kullanılmıştır.
Deneme yanılma ile bir besteci müzikte yeni sesler türetebilir. Saf, katıksız elektronik müzik, elektronik olarak elde edilmiş seslerden oluşur ve bu müzik geleneksel müzik gibi bestelenmelidir. Yani önce bestecinin kafasında belirlenmeli ve daha sonra seslere dönüştürülmelidir. Elektronik müziğin ilk bestecileri, geleneksel meslektaşlarından farklı olarak, bir müzik dili kullanmamışlardır. Ses frekansı ile ilgili teknisyenlerin (audio-teknisyenlerinin), dilini kullanmaya zorlanmışlardır. Frekans cinsinden perde değerlerini bir grafikle göstermek, süreleri kayıt uzunluğu cinsinden göstermek, jeneratörler, filtreler, değişken hızlı kaydediciler yardımıyla her bir sesi tüm değişkenlere göre (perde, süre) teknik olarak yaratmak, ortaya çıkarmak bu müzik dilinden bazılarıdır. Kısacık bir müzik parçasını hazırlamak bile çok sıkıcı ve zaman alıcı bir işlem ve uzun bir süre gerektirmektedir.
!950’li yıllarda bu tür çalışmalar radyo ve televizyonlarda yayınlanmamıştır. 1965’de bu durum değişmiş ve Robert Moog, synthesizer’ın pratik ve portatif bir çeşidini geliştirmiştir. Synthesizer, kullanıcının istediği orijinal elektronik sesleri üreten bir cihazdır. Ses perdelerini, sürelerini, sesin alçaklığını veya yüksekliğini, tonu, ses aralıklarını değiştirebiliyor ve dijital bilgisayarlara bağlandığı zaman hafızaya alma özelliği sayesinde zaman kazandırıyordu. Daha sonraları bu cihazın çok daha gelişmişleri kullanıldığından ilerleyen zaman içinde elektronik müzik bestecileri filtreleri, modülatörleri, işaret, sembol ve çalgıları bir yana bırakıp artık synthesizer kullanır oldular. Bazen de çalgı ve synthesizerı birlikte kullandılar.
Bilgisayar ise müzikte giderek yoğun biçimde yer aldı. Özellikle deneysel çalışmalar için ideal bir ortam sundu. Hatta bu kolaylık, popüler üretimler için gerekli olan ucuz, kolay ve çabuk üretimler için vazgeçilmez bir unsur oldu. Halkın elektronik müziği sevmesine ve kabul etmesine karşın ciddi müzisyenler, besteciler pek bu yola başvurmadılar. Elektronik müzikteki yapaylık, bu türden müzik adamlarını hala rahatsız etmektedir.
Karlheinz Stockhausen (1928- 2007), öncü elektronik müzik üreticileri arasında olup elektronik ve akustik malzemeyi birleştirerek müzik yapmıştır. Ses parametreleri ve kuramı üzerinde çalışmış, mekân içinde yoğunluk, tını, gürlük gibi öğeleri temel alan çalışmalar yapmıştır.
Müzikte alışagelmiş nota sistemleri dışında kullanılan grafik nota sistemleri de kullanılmıştır. Çalgıcı yapıtın başlangıcı ve süresi yönünde besteciden çeşitli buyruklar alır. Besteci buyruklarını sözcüklerle yazabileceği gibi müzik öğelerini görsel bir çizgiyle de sergileyebilir. Ses yüksekliği, gürlükler, süreler, devinim ve yoğunluk gibi öğeler, resimsel çağrışımlarla sese dönüştürülür.
MİNİMALİZM
Müzikte minimalizm, 20. yüzyılın başından beri Avrupa’da egemen olan yeni müziğin karmaşıklığına karşı bir tepki olarak doğmuştur. Temel olarak, sürekli olarak yinelenen müzik cümlesi ya da ton ve ritmin belli belirsiz, ağır ağır değişime girmesini öngörür. Minimalizmin kaynaklandığı noktalar arasında Asya müziğinin tekdüze yineleme örnekleri, Uzakdoğu’nun gizemli ezgileri ve Afrika’nın ritim çeşitliliği yer alır. Minimalist besteci, melodi, armoni, ritim ve biçim kaygısını bir yana bırakıp, tekdüze bir ortam ve büyülemişçesine kendinden geçiren bir müzik yaratma peşindedir. Minimalizm, ton kimliğine sahip ve melodilerde basit ve yalın olmasına karşın, ölçüde karışıktır.
20. YÜZYIL SONLARI
Bu yüzyılın başından itibaren gelişen tüm değerlerin yalınlaşma eğilimi, gerçeküstücülük, doğaya giderek daha fazla yöneliş, savaşa ve vahşete karşı çıkış, özgürlük, ulusalcılık, başkalık gibi birçok anlayışın ardından her türlü denetime karşı duran, estetik ve ahlaki değerleri sarsan savlar, müziğe de yeni bir rüzgâr getirir. İşte bu rüzgâr sezgiselin, doğaçlamanın özüne yansır. Doğaçlama hiçbir zaman yapılanmamış, orkestra yazısına dökülmemiş o anda yaşanan yorumlardır. Artık müziğin sunumu, kendi sınırlarını aşarak heykel, ses, projeksiyon, tiyatro, dans ve hatta izleyicinin de katımları ile gerçekleşmektedir. Birçok sanatın birlikte kullanıldığı izleyicinin de katılımıyla yepyeni ortamlar doğmaya başlamıştır. Sanat dalları arasındaki böylesine birleşim, disiplinlerin birbiriyle alışverişi açısından yeni boyutlar getirmiştir. Bu bileşim 80 ve 90’lı yıllarda tüm sanat dallarının birleştiği yepyeni sahne sanatlarının (performance art) doğmasına yol açmıştır.
Denemeler öylesine boyutlar kazanır ki, çağlar boyunca müzik olarak adlandırılan sesler bir kenara bırakılır ve su damlacıklarının fıçıya dolma sesi, kum dolu kaba yerleştirilen mikrofonlarla kum tanelerinin kımıltısından duyulan ses, kalemin içine yerleştirilen mikrofondan kalemin çizgi çizme sesi gibi müzik dışındaki seslerin felsefesi araştırılır.
20. yüzyılın son zamanlarında ise çoğulculuk, seçmecilik, modern, doğmalardan uzak ve yerli-geleneksel stillere ilgi duyma gibi bazı özelliklerin yansıdığını görmekteyiz. Bugün bu özelliklere sahip müziklere her gün yenileri eklenerek zenginleşmekte, pek çok yeni besteciye ait özgün çalışmalar eklenmektedir. Bunun getirisi ise müziğin baş döndürücü hızı diye tanımlanabilir.
20. yüzyılın sonunda bugün bütün dünyada geçerliliğini yitirmekte olan sanat müziğinin yıkıntıları arasında, yeryüzünde sayıları yüz binleri bulan ve gittikçe de artan sanat müziği bestecileri, alıcısı olmayan bir malı üretmeye devam etmektedirler. Yığınlara seslerini duyurmalarına yararlı olabilecek bütün ortamların tıkandığını gördüklerinden üniversitelerin veya meslek kuruluşlarının kabuğuna çekilmekten, uğraşlarını oralarda sürdürmekten ve birbirleri için müzik yazmaktan başka çıkar yol bulamamışlardır.
İşte şu ana kadar anlattığımız müziğin dramatik serüveninin sonuna gelindiğinde Edgar Varese’nin “çağdaş besteci ölüme karşı koyuyor” sözü unutulmamalıdır.