21. yüzyılın gerçeklerinden biri, doğanın, iklimin ve biyolojik çeşitliliğin ciddi biçimde olumsuz bir evrime maruz kaldığıdır. Artık iklimin korunması hayati bir zorunluluk halini almıştır. Hatta krizin eşiğinde olduğumuzu söylemek de yanlış olmayacaktır; mevcut kaynakları korumak ve iyileştirmek artık ertelenemez bir sorumluluktur. İlkim değişikliğinin de negatif sonuçlarının sebebiyle gündemden düşmeyen su, bu bağlamda yalnızca bir doğal kaynak değil, yaşamın devamlılığıdır. Suya dair anlayışımızı, “mutlak egemenlik” ilkesinden çıkarıp, “ortak miras” fikri doğrultusunda yeniden kurmak mecburiyetindeyiz.
Türkiye Cumhuriyeti, coğrafi konumu ve yapısı itibarıyla su bakımından pek çok ülkenin coğrafyasından daha zengin bir ülkedir. Yüksek dağ silsilelerinden doğan akarsular, yüzlerce göl ve gölet, yer altı su rezervleri, üç tarafının denizlerle çevrili oluşu ve tatlı içime elverişli su kaynaklarının çeşitliliği bu zenginliğin temel göstergeleridir. Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Büyük Menderes, Gediz, Aksu, Manavgat, Göksu, Simav ve Porsuk gibi iç akarsular Türkiye’nin çeşitli bölgelerini beslemektedir. Bu beslenmeden kasıt bölgedeki tarım faaliyetleri veya baraj olanaklarının yanı sıra doğasını ve ekosistemini beslemesidir. Diğer yandan Fırat, Dicle, Kura, Aras, Çoruh ve Asi nehirleri gibi sınır aşan akarsular Türkiye’den doğarak Suriye, Irak, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve İran gibi ülkelere ulaşmaktadır. Bu sınır ötesi sulara sahip olduğu da göz önünde bulundurulduğunda Türkiye Cumhuriyeti’nin jeopolitik siyasi önemi de büyük ölçüde arttığından bahsedebiliriz. Bu yapı Türkiye’yi yalnızca bir kaynak ülke değil, aynı zamanda bölgesel su yönetiminin başta kilit aktörü haline getirmektedir.
Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgeleri su zenginliği açısından öne çıkarken, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri suya erişimde çeşitli zorluklar yaşamaktadır. Bu içsel dengesizlik, ülke içi su yönetiminin planlanmasında dikkate alınması gereken bir konudur. Aynı zamanda, bu durumun çözümüyle etkisinin yer yer olacağı sınır aşan sulara dair Türkiye’nin uluslararası yükümlülüklerini ve stratejik konumunu da şekillendirecektir.
Su, uluslararası hukukta uzun yıllar boyunca devletlerin “egemenliği” altında değerlendirilen bir doğal kaynak olarak görülmüştür. Ancak bu yaklaşım, suyun yaşam için vazgeçilmez oluşu ve ekosistemlerin devamlılığı açısından taşıdığı kritik rol karşısında yetersiz kalmaktadır. Su, insanlığın ortak yaşam alanı ve ekosistemlerin sürdürülebilirliği için hayati bir değerdir. Bu nedenle yalnızca ulusal sınırlar içinde kaldığında bu bir ülkenin mutlak egemenliğine tabii mülkiyet hakkın saklı olduğu bir eşya değil; tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul edilmelidir.
Bu yaklaşıma belki örnek olabilecek hukuki düzenlemelerden biri Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen 1992 tarihli “Sınır Aşan Su Kaynaklarının ve Uluslararası Göllerin Korunması ve Kullanılması Sözleşmesi’’ dir. Bu sözleşme; taraf devletlerin birlikte hareket etmesini, bilgi paylaşımında bulunmasını, kirliliği önlemesini ve çevresel sorumluluklar üstlenmesini öngörmektedir. Türkiye’nin bu çerçevedeki yükümlülükleri hem hukuki hem de ahlaki bir zemin üzerinde şekillenmelidir.
Bir devletin veya ortak ilgili devletlerin su kaynağı üzerinde sahip olduğu mülkiyet ve egemenlik hakkını onun veya onların bu kaynağı kirletme, tahrip etme veya başkalarının kullanımına engel olma hakkını kapsamaz. Kapsayamaz. Aksi takdirde bu anlayış, yaşamın temel yapı taşı olan suyun kullanımını imkansızlaştıracak bir tasarruf yetkisine dönüşür ki bu, uluslararası kamu vicdanında kabul edilemez. Doğası gereği mevcudiyetine uygun sınır tanımayan, akışkan ve yaşamı besleyen su yalnızca kaynağın çıktığı ülke değil, bu sudan etkilenen (sınırı olan veya olmayan) tüm ülke yönetimleri için bir sorumluluk atfedilmelidir. Bu hususta suyun yönetimi, etik, bölgesel dayanışma ve gelecek nesillerin haklarını temel alan yani dördüncü nesil hakları kapsayan bir anlayışla yeniden tasarlanmalıdır.
Sınır aşan su kaynaklarının paylaşımı konusunda devletlerin sadece fiziksel yakınlığı değil, bölgesel ihtiyaçlar ve suyun niteliği de göz önüne alınmalıdır. Su kaynağının çıktığı ülke, belirli bir oranda bu sudan yararlanma ve kullanma hakkına sahiptir; fakat bu durum ayni hakka istisna olarak mülkiyet olsa dahi tasarruf hakkı mutlak değildir. Bu da belli koşullar ile kullanabilmesine rağmen suyu kullanılamaz veya mevcut zamanda sağladığı yarardan daha düşük bir seviyede yarar sağlayacak bir konuma indirilmesini mümkün hale getiremez.
Suyun geçtiği, temas ettiği veya sınır komşusu olduğu ülkeler de benzer şekilde adil kullanım hakkına sahiptir. Hiçbir devlet, kendisinden sonraki ülkelere suyun ulaşımını engelleyemez, onun kalitesini düşüremez ya da zarar verici faaliyetlerde bulunamaz. Bu tür ihlallerde bulunan devletler, uluslararası hukuk uyarınca zarar verdikleri ülkelere karşı sorumludur. Tazminat yalnızca parasal ödemelerle sınırlı olmamalı; arıtma tesisi kurulumu, ek su aktarımı, altyapı projelerine katkı veya eşdeğer temiz su temini gibi çeşitli yöntemlerle yerine getirilmelidir. Böylece suyun yaşamsal boyutu, ekonomik değerinden daha öncelikli bir yere konumlandırılır. Çünkü bunun aksi yalnızca kaynak üzerindeki fiziksel hâkimiyetin değil, aynı zamanda onun tüm varlığını yok etme yetkisinin tanınması anlamına gelir ki bu, insanlığın ortak yaşam alanlarına yönelik açık bir tehdittir. Hatta yaşama hakkına kastetmek olduğunu da söyleyebiliriz. Burada şu soru önem kazanır: parayla tazmin yeterli midir? Hayır. İşte bu sebeple yukarıda sunduğum öneriler incelenmeleri ve farklı yaklaşımlar getirilmelidir. Bahsettiğim bağlamda, suya erişim ve suyun niteliğinin korunması, yalnızca kaynak devlete değil, ilgili tüm taraflara çevresel ve ahlaki yükümlülükler yüklenmelidir ki bu konunun eğitimsel bir boyutu olduğunu da kabul etmeliyiz.
Paragrafın başında değindiğim benzer oranda kullanma ve yararlanma hakkı konusu daha ayrıntılı ele alınmalıdır. Kaynağa sahip ülkeye tanınan imkân ve imtiyaz sınır ötesine geçen su kaynaklarında hangi oranla paylaşılmasına olanak ve imkân verebileceği tartışmalıdır. Suya muhtaç bir ülkede olan su kaynağı su bakımından zengin ülkelere sınır ötesini aşan suyu varsa kullanımı yine oranla benzer mi olmalıdır? Kanımca hakkaniyete uymadığı gerekçesiyle olmamalıdır.
Uluslararası hukukta gün geçtikçe güçlenen bir diğer yaklaşım ise, sınır dışına çıkan su kaynaklarından yalnızca sınırdaş ülkelerin değil; bölgede içme suyu ve temel ihtiyaçlara göre belirli bir ihtiyacı bulunan diğer ülkelerin de yararlanma hakkına sahip olması gerektiğidir. Bu anlayış, suyun insanlığın ortak mirası olduğu idesinin somut bir sonucudur. Baraj inşası, hidroelektrik üretim gibi projelerde ise katkı oranına göre enerji paylaşımı sağlanmalı; bu durum uluslararası adalet ilkesine uygun bir hukuki zeminle güvence altına alınmalıdır. Sınırı olmayan ülkelerin bu projelere sağladıkları katkı oradan gelen semereyi kullanma hakkına dönüşmelidir. Yararlanma hakkı yalnız suya erişim, suya ulaşım hakkı bazında kalmalıdır.
Türkiye’nin mevcut jeopolitik konumu bakımından üç kıtanın ortasında bir köprü olmasıyla Ortadoğu coğrafyasına da yakın bir ilişki kurma ihtiyacı vardır. Bahsedilen coğrafyada iklim krizi, çölleşme, nüfus baskısı ve yanlış politikaları ortaya koyan bölgesel idareler nedeniyle ciddi bir su kıtlığıyla karşı karşıyadır. Irak ve Suriye gibi ülkeler, suya erişimde yaşadıkları güçlükler nedeniyle tarımsal üretimden halk sağlığına kadar birçok alanda krizle boğuşmaktadır. Türkiye, Fırat ve Dicle gibi hayati nehirlerin kaynağı olarak “yukarı kıyıdaş” devlet konumundadır. Bu pozisyon, Türkiye’ye hem stratejik bir üstünlük hem de çevresel ve ahlaki sorumluluk yüklemektedir. Türkiye, suyu bir baskı aracı olarak değil; bölgesel iş birliği ve sürdürülebilir kalkınmanın temel aracı olarak değerlendirmelidir. Bu tutum, uzun vadede bölgesel barışı ve Türkiye’nin uluslararası prestijini ve etkinliğini güçlendirecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde meydana gelen siyanür sızıntısı gibi vakalar, yalnızca ulusal değil, sınır aşan çevre felaketleri olarak değerlendirilmektedir. Bunun gibi daha nice sayıda doğanın varlığının tehdit eden bölgesel faaliyeti birçok ülke yaşamıştır. Bu felaketler ekosistemleri, halk sağlığını ve tarımı tehdit etmektedir. Bu gibi felaketler ve bu konunun yanı sıra yukarıda değindiğim suya ulaşım hakkının gözetilmediği bir senaryoda vatandaşların hijyen, beslenme, sağlık ve yaşam kalitesi üzerindeki olumsuz etkileri göz ardı edilemez boyutlarda olacaktır. Bahsedilen sızıntılardan biri olan 13 Şubat 2024 tarihinde Türkiye’nin Erzincan ili İliç ilçesinde bulunan altın madeninde yaşanan siyanür içerikli toprak kayması felaketi, ülke tarihinin en ağır çevresel facialarından biri olarak kayıtlara geçmiştir.
Siyanürle ayrıştırma yöntemiyle gerçekleştirilen altın üretimi sürecinde, yaklaşık 10 milyon metreküp siyanürle kirlenmiş liç yığınının heyelanı sonucu büyük bir toprak kitlesi Fırat nehrinin ekosistemini ve diğer ülkelerin temiz suya erişimini tehdit eder vaziyete gelmiştir.
Bu olay, yalnızca yüzeyde değil, yer altı kaynaklarında da fevkalade mühim bir kirlilik yaratmış; toprağın, yeraltı sularının ve bölgedeki ekosistemin siyanür başta olmak üzere çeşitli zehirli maddelerle kirlenmesine yol açmıştır. Ortaya çıkan bu kirlilik, uzun vadeli çevresel tahribatlara ve ekolojik dengenin bozulmasına neden olmuştur. Belirtmek gerekir ki Siyanür, altın madenciliğinde metal ayrıştırmada kullanılan son derece zehirli bir kimyasaldır. Bu madde doğrudan toprakla temas ettiğinde hem yüzey hem de yeraltı ekosisteminde geri döndürülemez hasarlara yol açar. Toprakta yaşayan mikroorganizmaların ölmesine, toprağın tarım için elverişsiz hale gelmesine ve canlı yaşamın kesintiye uğramasına neden olur ve hatta doğal ekosistem ile siyanür yağmur ve yeraltı sularıyla taşındığında çok daha geniş alanlara yayılarak su kaynaklarını zehirler. Ayrıca bu araştırmalar sırasında ihmalden dolayı kimyasal malzemeler suya karışabilmektedir. Siyanür suyla temas ettiğinde çözünerek hidrojen siyanür gazı oluşturabilir; bu gaz solunduğunda son derece öldürücüdür. Siyanürün suya karışması; balıkların ve diğer su canlılarının toplu ölümleri, içme suyu kaynaklarının kullanılamaz hale gelmesi ve tarımsal sulamada kullanılan kaynakların kirlenmesi gibi domino taşı gibi birbirini etkileyerek zincirleme felaketlere yol açabilir. Bu silsile gösterir ki ekosistemin devamlılığını sağlayan suyun kirlenmesi toplu bir yıkıma yol açabilmektedir.
Söz konusu olay hukuki bakımdan düşünülecek olursa, kanımca, yalnızca Türkiye’nin iç sorunu olmaktan öte, çevre hukukunun sınır aşan zararlar ve ekolojik güvenlik ilkeleri çerçevesinde uluslararası boyutta değerlendirilmesi gereken bir örnek haline gelmiştir. Nitekim facianın yaşandığı bölge, Fırat Nehri havzasına yakınlığı sebebiyle yalnızca Türkiye’yi değil, Fırat Nehri’nden faydalanan Suriye ve Irak gibi ülkeleri de potansiyel olarak tehdit eder niteliktedir. Eğer siyanürle kirlenmiş toprağın sızıntısı Fırat Nehri’ne ulaşırsa, bu durum nehir havzasında yer alan ve geniş nüfuslara ev sahipliği yapan bölgelerde tarım, içme suyu temini ve hayvancılık gibi temel yaşam faaliyetlerini doğrudan tehdit eder.
Bu tehdidin varlığı, önlem alınmasını gerektirdiğinde; “Kim veya kimler bu önlemleri alacak?”, “Nasıl ve hangi araçlarla uygulanacak?”, “Ne kadar sürede sonuç alınacaktır?” gibi çeşitli sorularla facianın önlenmesi için atılacak adımların ve sorumlulukların dağılımının uluslararası hukuk çerçevesinde düzenlenmesi gerekmektedir. Her somut olaya göre değişmesi gerektiğini kabul ederek; Faciaya sebep olan ülke gibi bu facianın önlenmesinde katkı yapabilecek sınırdaş veya yararlanma hakkına sahip olan ülkelerinde bir ödevi, yükümlülüğü veya görevi olmalıdır.
Bu nedenle, olayın uluslararası hukuk alanında suya erişim, temiz suya ulaşma, sudan yararlanma ve temiz çevrede yaşama haklarının güvence altına alınmasına öncelik verilmelidir. Bu amaçla, sorunun etkin bir şekilde ele alınması; ilgili devletlerin çevresel iş birliği ve ortak sorumluluğunu zorunlu kılmaktadır.
Yukarıda da değindiğim gibi iklim ve su gibi kaynaklar, insanlığın ortak mirası niteliğinde olduğundan, bu alanlarda alınacak önlemler sadece yerel değil, küresel bir sorumluluk anlayışıyla ele alınmalıdır. Böylece toplumun yararı, yalnızca belirli bir ülkenin halkını değil, tüm insanlığı kapsayan ortak bir faydayı ifade etmektedir.
Bu durum, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda söz konusu olaya neden olan facianın olmasına sebep olan husus veya hususların üzerinde düşünülmesi gereken menfaat ile yaşamın değeri arasındaki bir etik sorunu da beraberinde getirmektedir.
Üstelik burada dile getirilen eksiklikler yalnızca Türkiye özelinde değerlendirilmemelidir; benzer çevresel risklere sahip tüm ülkeler için geçerlidir. Zira siyanür ve benzeri toksik kimyasallar kullanılarak yapılan madencilik faaliyetleri, toprağı ve suyu neredeyse geri dönüşü olmayan bir biçimde tahrip etmektedir. Bu tür zararların telafisi, hem ekonomik açıdan ağır bir yük getirmekte hem de ekosistemlerin eski hâline döndürülmesini neredeyse olanaksız hâle getirmektedir.
Yukarıda bahsedilen her bir olay sebebiyle anlatılmak istenen vahim sonuçların en net somut tezahürü 13 Şubat 2024’tür Bu olay, Türkiye’nin çevre hukuku alanında sadece mevzuat üretmekle kalmayıp, aynı zamanda etkili denetim, bağımsız bilimsel inceleme ve kamu yararını gözeten bir yönetim anlayışıyla hareket etmesi gerektiğini bir kez daha acı bir şekilde ortaya koymuştur.
Su kaynağına veya sınırına sahip olmak, ilgili devlete bu kaynağı tahrip etme, yok etme ya da zarar verme hakkı vermez. Bu bağlamda, yukarıda ele alınan siyanür olayı örneğinde olduğu gibi, hafif veya ağır ihmalden bağımsız olarak ilgili devletin bizzat müdahale ederek çevresel tahribatı önlemesi ve gerekiyorsa kaynakları eski haline getirmesi gerekmektedir.
Bu noktada sorulması gereken önemli bir husus, sınırdaş yabancı devletlerin bu tür olaylara müdahale hakkının bulunup bulunmadığıdır. Uluslararası hukuk çerçevesinde sınırdaş devletlerin, zarar gören su kaynaklarının korunması ve sürdürülebilir yönetimi amacıyla müdahale talebinde bulunmaları mümkün müdür? Ayrıca, gerektiğinde yaptırım uygulama ve kontrol mekanizmaları talep etme hakları var mıdır? Temiz suyun sürekliliğini sağlamak amacıyla izin almaksızın müdahalede bulunmaları gerekebilir mi?
Bu soruların yanıtları, müdahalelerin hangi amaçla yapılırsa yapılsın, uluslararası hukuk normları ve devletlerin egemenlik hakları gözetilerek düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda, güçlü ve zayıf devletlerarasındaki ilişkilerde, zayıf devletlerin korunması için meşru müdahalelere izin verilmeli ancak devletlerin keyfi müdahaleleri engellenmelidir. İzin almaksızın müdahaleler ise yalnızca çok istisnai durumlarda, örneğin acil çevresel tehlikelerin söz konusu olduğu durumlarda gündeme gelebilir; bu tür müdahaleler de uluslararası hukuk tarafından sınırlandırılmıştır.
Sınırdaş devletlerin, zarar gören su kaynaklarının korunması ve sürdürülebilir yönetimi doğrultusunda müdahale talebinde bulunmaları uluslararası hukukta kabul görmüş bir haktır. Bu devletler, zarar veren devlete karşı yaptırım uygulama, bilgi talep etme ve kontrol mekanizmaları oluşturma yetkisine sahiptir. Ancak bu hakların kullanımı, devletlerin egemenlik haklarına ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olmak zorundadır.
Öte yandan yukarıdaki zayıfı koruma ilkesine ekleme yapmak gerekirse son ifadeye ilaveten, uluslararası hukukta zayıf devletlerin korunması esastır; güçlü devletlerin zayıf devletlerin haklarını ihlal etmelerine veya meşru müdahalelerini engellemelerine izin verilmemelidir. Ancak bu durum, müdahalelerin hukuki meşruiyetinin mutlaka belirli şartlara bağlanması gerektiği gerçeğini değiştirmez.
Kısa bir deyiş ile sınırdaş devletlerin müdahale hakları vardır fakat bu haklar egemenlik, karşılıklı saygı ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde dengeli, adil ve şeffaf bir biçimde kullanılmalıdır. Zayıfın korunması önemli olmakla birlikte, uluslararası toplumun hukuk dışı müdahalelere kapı aralamaması gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde hâlen suyun korunmasına dair net bir kanun olmamasının yanında kullanımına dair de bir düzenleme yoktur.
Ancak gelecekte suyun bireylerin kullanımına ilişkin bir düzenleme gündeme gelirse, yukarıda bahsedilen konular bakımından da hijyen, beslenme, sağlık, sağlıklı ve güvenli çevrede yaşama hakkı ve yaşam kalitesi üzerindeki etkileri multidisipliner uzman ekiplerce çok yönlü değerlendirilmelidir.
Suya erişim, yalnızca teknik bir yönetim meselesi değil, temel bir insan hakkıdır. Kısaca veya farklı bir deyişle içinde bulunduğu devlette veya yabancı devlete mensup olup olmadığına bakılmaksızın, vatandaşı olup olmadığına bakılmaksızın, ihtiyaç sahibi herkesin suya erişimi güvence altına alınmalıdır.
Bu sürece başlamak için bir nokta olarak Avrupa Birliği uygulamaları, Türkiye için yol gösterici olabilir. Avrupa Yeşil Mutabakatı (2019), Avrupa İklim Yasası (2021) ve Su Çerçeve Direktifi (2000/60/EC) gibi düzenlemeler; net sıfır emisyon hedefi, halkın karar alma süreçlerine katılımı ve “kirleten öder” ilkesi gibi temel ilkelere dayanan düzenlemeler esas alınarak yola çıkılabilir. Türkiye’nin çevresel düzenlemeleri, bu ilkeler doğrultusunda şekillendirilmelidir.