İnsanlığın Yıldızların Dansını Anlama Hikâyesi – IV: Platon, Aristo ve Çembersel Hareket Doktrini

Bir önceki yazımda Pisagorcuların armonia doktrininden ve bu doktrini evren tasarımlarına nasıl uyguladıklarından bahsetmiştim. Bunu örneklemek için Pisagor’un bizzat kendisinin ve öğrencisi Filolaus’un evren tasarımlarını anlatmıştım. Pisagor’un sistemi Dünya merkezli, gezegenlerin dönen kürelere bağlı olduğu ve bu küreler arasında müziksel harmoninin de sağlandığı bir sistemdi. Kaotik görünen gökyüzüne, özellikle de gezegenlere armonia doktrinini uygulaması ve evrene düzen getirmesi açısından bu sistem önemliydi. Filolaus’un sistemi ise Dünya’nın hareket etmesi ve merkeze Dünya yerine Merkezî Ateş’i (Güneş’le karıştırılmamalı) konması açısından önemliydi. Bugünkü yazımızda ise tarih sahnesinde biraz daha ilerleyip büyük Platon ve Aristo’nun gökyüzü hakkında neler söylediğine bakacağız.i

Şüphesiz ki insanlık tarihindeki en önemli isimlerden ikisi Platon ve Aristo’dur. Okurlardan “Tüm Batı felsefesi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir” cümlesini bilen pek çok kişi de vardır eminim.ii Özellikle Orta Çağ düşüncesinde bu kadar etkili olan bu iki ismin gökyüzü hakkında söyleyeceklerinin de insanlık düşüncesinde derinden iz bırakacağını tahmin edersiniz. Platon’a göre gerçek olan dünya idealar dünyasıydı. Bizim dünyamızdaki her şey mükemmel idealar dünyasındaki asıl özlerinin kusurlu birer kopyalarıydılar. Platon’un bu inancı astronomiye olan bakışında da etkiliydi. “Yıldızlar”, diyordu Platon, “ne kadar güzel gözükseler de gerçek dünyanın kusurlu bir kopyası olan görünür dünyaya aittirler: kusurlu olan bu yıldızların hareketini belirlemeye çalışmak saçmalıktan ibaret!”. Platon astronomide de geometride olduğu gibi soyut problemlerle uğraşılması gerektiğini düşünüyordu. Platon’un astronomiden çok da anlamadığı ve belli ki astronomi hakkında konuşmaktan sıkıldığı söylenebilir. Bu nedenlerle Platon’un astronomiye somut anlamda pek bir katkısı yoktu. Fakat astronomiye belki de tarihteki herkesten daha etkili olan bir doktrin getirmişti: çembersel hareket doktrini.

Tamamen metafiziksel ve a prioriiii argümanlar sonucu Platon evrendeki nesnelerin temel hareketi konusunda bir yargıya varmıştı. Ona göre evrenin şekli mükemmel bir küre olmalıydı ve evrendeki tüm hareketler sabit hızda dönen çembersel hareket olmalıydı. Dolayısıyla gökyüzüyle ilgilenen matematikçilerin temel amacı yıldızların hareketindeki görünür gariplikleri açıklayacak sadece sabit hızlı çembersel harekete izin veren bir sistem tasarlamaktı. Bu hastalıklı fikir sonraki iki bin yıl boyunca astronomiye egemen olacaktı. Hatta hepimizin Aydınlanma Dönemi bilim devriminde aldıkları rollerden tanıdığımız çok meşhur isimlerin bile zaman zaman kafasını bulandıracaktı. Hastalıklı fikir diyorum çünkü bu fikir ilk bakışta evrende düzen arayan masum bir çembersellik ilkesi gibi dursa da teorilerimizi gözlemlere uydurmamız gerektiğini değil tam tersine gözlemleri teoriye uygun şekilde açıklamamızı söylüyor bize. Yani Platon’a göre doğruluğundan emin olduğumuz şey gezegenlerin çembersel hareket etmek zorunda olduğu ve bu harekete uymayan her gözlemi daha fazla çember ekleyerek açıklamak zorundayız. İleriki yazılarımda bunu yapmanın büyük maliyetlerine daha çok değineceğim.

Aristoteles, öğretmeni Platon’un idealar dünyası ile görünür, fiziksel dünya arasındaki ayrımını reddetmiş, bu ayrımın yerine fiziksel dünyanın farklı katmanları arasındaki ayrımı koymuştu. Aristo Dünya’yı tekrardan evrenin merkezine koydu. Dünya ile eş merkezli dokuz görünmez küre Dünya etrafında dönüyordu. Bunlar sırasıyla Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn, sabit yıldızlar ve İlk Hareket Ettirici’nin küreleriydi. İsminden de anlaşılacağı üzere en dıştaki küre İlk hHareket Ettirici olan Tanrı’nın küresiydi. Dikkatinizi çekmek isterim ki bu sistemde insanların habitatı olan Dünya ve Tanrı birbirlerinden olabilecek en uzak mesafede. Bu anlayışın bir sonucu da artık evreni düzenleyen ve yöneten Tanrının evrenin dışına taşınmasıydı. Pisagorcular’ın tanrısı gibi artık evrenin içinde bizle beraber “yaşayan” bir tanrı anlayışı yoktu. Bu düşünceye paralel olarak mükemmel ve değişmez olan Tanrıya en uzak olan Dünya da tüm kötülüklerin ve değişimin olduğu yerdi. Değişimin yıkıcı etkileri sadece Dünya’da vuku buluyordu. Ay küresi ve üstündeki kürelerde değişim yoktu. Aristo’nun bu felsefesiyle iç içe olan bir de fizik anlayışı vardı. Dünya’da dört temel element vardı: hava, su, ateş ve toprak. Ateş asıl yeri olan yukarıya, toprak aşağıya gitmeye çalışırken hava ve su da yatay hareket etmek istiyorlardı. Bu elementler doğaları gereği doğrusal olarak hareket ediyordu. Platon’un mükemmel olan nesnelerin çembersel hareket edeceğine dair olan doktrininin etkilerini burada net bir şekilde görüyoruz. Dünya mükemmel değil, tam tersine yaşanabilecek en aşağılık yerdi. Dolayısıyla onu oluşturan elementler de çembersel değil doğrusal harekette bulunuyorlardı. Ay küresi ve üstündeki küreler bu dört elementten farklı olarak eter ya da esir adında bir elementten oluşuyordu. Bu madde doğası gereği değişimden muaftı ve çembersel hareket ederdi. Çünkü çember en mükemmel şekildi ve çembersel hareket eden cisimler sürekli başladığı yere geri dönerdi: sıfır değişim!

Aristo, Platon’un mükemmel gök cisimleri ve çembersel hareket doktrinlerini almış üstüne bir de ikna edici bir fizik eklemlemişti. Artık insanlığın bu çembersel hareket hastalığından kurtulması neredeyse imkânsız bir hale gelmişti. Adeta tüm insanlığının zihnine ekilmiş yabani bir ot gibi hızlıca yayılmıştı.

Yazımı sonlandırırken bana çok ilginç gelen bir noktadan da bahsetmeden geçemeyeceğim. M.Ö. 310 yılında (Aristoteles’in ölümünden 12 yıl sonra) doğan Aristarkus modern bilim insanlarından beklediğimiz tüm özelliklere sahipti: orijinal düşünme becerisi ve titiz gözlem yapma. O da Pisagor’un memleketi olan Sisam adasında doğmuş Pisagorcu gelenekten gelen biriydi. Pisagorcu astronomiyi kaldığı yerden devam ettirmiş ve bu sistemlerin yavaşça evrildiği doğal sonuca ulaşmıştı: Güneş merkezli evren! Fakat bu geleneğin gelişimi Aristarkus ile birlikte ani bir kesintiye uğramıştı. Aristarkus’un bir öğrencisi veya ardılı yoktu. Güneş merkezli sistem Aristarkus’tan sonraki iki bin yıl boyunca unutulacaktı. Aristarkus ciddiye alınmayan bir matematikçi olsa belki bu anlaşılabilirdi ama kendinden birkaç kuşak sonraki filozofların ondan büyük övgülerle bahsetmesi durumu daha da açıklanamaz kılıyor. Aristarkus çok yetenekli ve saygı duyulan biriydi fakat her nedense onun Güneş merkezli sistemi Aristoteles’in Dünya merkezli ve çembersel hareket takıntılı kozmolojisinin çıkardığı yaygara arasında unutulup gitmişti.

i Yazı boyunca Platon ve Aristo’ya atfettiğim görüşlerin bu filozofların yaygınca kabul edilen yorumları olduğunu not etmek isterim. Kuşkusuz başka yorumlar da mümkün.

ii A. N. Whitehead, 1929/1978, Process and Reality [Süreç ve Gerçeklik], s. 39

iii Apaçık önermelerle ilgili veya bu önermelerden akıl yürütme yoluyla türetilmiş.

Bunları da sevebilirsiniz