“Zamanın birinde, balıklar denizde yaşadıklarını bilmezdi. Taa ki bir tanesi sudan çıkıp dünyayı gördü ve geri döndü. Ama diğerleri ona inanmadı.” — Eski bir Zen hikayesi
Bir süredir 12puntohaber’deki yazılarımda paradigmanın değişimini yazıyorum. Orada haftalardır yazdıklarımı, tek ve bütünlüklü bir yazı halinde dikkatinize sunacağım. Böylece, ”paradigmanın değişimi” derken ne kast ettiğimi özlü bir şekilde ifade edebileceğim.
Dünyamız hızla değişiyor. Bir zamanlar sarsılmaz gerçekler gibi görünen kavramlar—demokrasi, refah, insan hakları, halkçılık ve toplumsal ilerleme—bugün tartışmaya açık hale geldi. Küresel politik dönüşümler, yapay zeka, büyük veri, otoriter kapitalizm ve popülizmin yükselişi, eski paradigmaları yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. Geleneksel anlatılar, demokrasiyi refahın temel koşulu olarak kabul etti. Fakat Çin, Singapur, Körfez ülkeleri gibi örnekler, demokratik olmayan sistemlerin de ekonomik başarıya ulaşabildiğini gösteriyor. Öte yandan, Hindistan ve Latin Amerika’daki bazı ülkeler, demokratik reformları gerçekleştirmelerine rağmen beklenen ekonomik sıçramayı yapamadılar. Peki, yanlış olan neydi? İnsanlık hangi noktada rüyanın bittiğini fark etti? Demokrasi: Yanılsama mı, Gerçek mi?
Jean-Jacques Rousseau, “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur” derken, aslında modern demokrasiye dair en temel sorunu işaret ediyordu: Özgürlük, gerçekte var mı, yoksa büyük bir yanılsama mı? Liberal demokrasi, bireysel hakları, hukukun üstünlüğünü ve halk egemenliğini kutsayan bir sistemdir. Ancak, günümüzde demokrasinin neredeyse bir tür fetiş haline geldiğini görüyoruz. Batılı akademik çevreler, demokrasiyi ekonomik gelişimin önkoşulu olarak sunuyor. Fakat Çin’in yükselişi ve Batı demokrasilerinin içinde bulunduğu kriz, bu ilişkinin o kadar da basit olmadığını gösteriyor.
Çin, otoriter bir sistem altında büyüdü ve 800 milyon insanı yoksulluktan kurtardı.
Hindistan ise dünyanın en büyük demokrasisi olmasına rağmen hâlâ büyük ekonomik eşitsizliklerle mücadele ediyor.
Batılı demokrasiler bile popülist dalgalara ve ekonomik durgunluğa yenik düşüyor.
Bize şöyle anlatılmıştı: “Önce demokrasiyi getirin, sonra refah gelecektir.” Ama gerçek dünya, bu formülün tersinin de mümkün olduğunu gösteriyor.
Az Katılım, Çok Veri: İnsanların Yerini Algoritmalar mı Alıyor?
Büyük veri analitiği ve yapay zeka ile birlikte siyasal süreçlerin nasıl işlediği de değişti. Geleneksel demokrasilerde halkın katılımı esastı; ancak bugün seçmenlerin psikolojik ve davranışsal eğilimleri, veri analitiği ile önceden hesaplanabiliyor. yüzyılın siyaseti, örgütlü kitle hareketleri ile şekillenirdi. yüzyılın siyaseti ise bireyselleştirilmiş veri ve algoritmalarla yönetiliyor.
Facebook, Cambridge Analytica skandalı gibi örnekler, modern demokrasilerde karar almanın artık seçmen iradesinden çok büyük veri analizine dayandığını gösteriyor. Bunun anlamı şu: Artık halkın siyasal katılımına gerek yok. Algoritmalar ne yapacağımızı bizden önce biliyor. Peki bu durumda demokrasi bir dekorasyona mı dönüşüyor? Yoksa Orwell’in 1984’ü yerine, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına mı doğru ilerliyoruz?
Transhümanizm: İnsansız Bir Dünya mı?
Nietzsche, “İnsan aşılması gereken bir şeydir” diyerek, insan sonrası (post-human) bir dünyayı işaret etmişti. Bugün transhümanizm, insan bedenini, zihnini ve yaşam süresini geliştirmek için biyoteknoloji ve yapay zekayı kullanmayı öneriyor. Ancak bu gelişmeler sadece bireysel biyolojik değişimlerle sınırlı değil—aynı zamanda ekonomik ve siyasi eşitsizlikleri de derinleştiriyor.
Yapay zeka iş gücünü devraldığında, insan emeği nasıl değer bulacak? Dijital biyopolitika ile yönetilen bir dünyada, kim “vatandaş” sayılacak? Sınırsız veri takibi, bireysel özgürlüğü tamamen ortadan kaldırabilir mi? Bu sorular, siyaset biliminde yeni bir tartışmayı zorunlu kılıyor: Demokrasi, transhümanist bir dünyada nasıl var olabilir?
Ezilene Nefret, Ezene Hayranlık: Yeni Siyasal Ruh Hali
Toplumlar, tarih boyunca baskı altındaki gruplara empati duymak yerine, güçlü olanı taklit etmeye eğilimli oldular. Bu, Spinoza’nın “insanların kendilerini baskılayan sistemleri içselleştirme eğilimi” dediği fenomene benziyor. Bugün birçok toplumda otoriterliğe karşı yükselen bir tepki yerine, ona yönelik bir hayranlık görüyoruz. İnsanlar eşitlik ve adalet istemek yerine, egemen güçlerin statüsüne ulaşmayı arzuluyorlar. Kimi gençler, demokrasiyi zayıflık olarak görüp, otoriter liderleri daha “kararlı” buluyor. Popülist hareketler, “sıradan halkın” elitlere karşı isyanı gibi görünse de, çoğu zaman yeni bir baskıcı düzen yaratıyor. İnsanlar, ezilenlere değil, ezene hayranlık duyuyor. Bu, demokrasinin krizinin sadece ekonomik ve teknolojik nedenlerden değil, aynı zamanda kültürel bir değişimden de kaynaklandığını gösteriyor.
Sonuç: Yeni Koordinatlar Gerek
Eski paradigma artık işlemiyor. Demokrasi, insan hakları, halk egemenliği ve ekonomik refah arasındaki ilişkiler yeniden tanımlanmak zorunda. Bugün ihtiyacımız olanlar şunlar:
-
Yeni bir siyasal teori: Liberal demokrasinin sınırlarını ve alternatiflerini düşünmek.
-
Teknolojiye karşı eleştirel bir bakış:
-
Algoritmaların ve büyük verinin siyaseti nasıl dönüştürdüğünü kavramak.
-
Yeni bir etik anlayışı: Transhümanist bir dünyada insan haklarını yeniden tarif etmek.
-
Mevcut krizin içinden çıkmak için yeniden düşünmeli, yeniden sormalı ve eski dogmaları sorgulamalıyız. Çünkü suyun içinde olduğunu bilmeyen balıklar, hep aynı denizde yüzmeye mahkumdur.