Lawrence’tan Colani’ye Suriye Trajedisi

Araplar, Osmanlı idaresi altında 400 yıl yaşadı. Son 76 yılda yaşananlara bakılırsa belki de en huzurlu 400 yılı yaşadıkları söylenebilir. 1918 sonrası Osmanlıdan tamamen bağımsızlaşan Araplar, pek çok yeni devlet kurdu. Kurulan devletlerin çoğunluğu İsrail Devletinin 1948 yılında kurulmasını kabul edip, Birinci ve İkinci Dünya Savaşının galibi Anglosakson sahiplerine biat ettikleri sürece barış ve bolluk içinde yaşadılar. Bugün bile Suudi Arabistan gibi Vehhabi gericiliğinin, insan hakları ihlallerinin kalesi bir ülke, 2034 FIFA Futbol Dünya Kupasının yapılacağı bir ülke olarak seçiliyorsa sözün durum ortadadır. ABD özellikle 1973 Yom Kippur Savaşı ve OPEC krizinden sonra kendisine biat etmeyen, sömürge veya vekil devlet olmayı kabul etmeyen, Filistin halkına yapılan zulme karşı duran, çoğu sosyalist ve seküler, bağımsız ve başı dik yaşamak isteyen Arap devletlerine asla izin vermedi. Demokrasi, insan hakları ve hürriyet en çok kullandıkları sloganlar olmasına rağmen bu kavramları nedense Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Umman ve Katar’a karşı hiçbir zaman kullanmadılar. ABD müdahaleleri ile 2002’de Saddam’ın, 2011’de Kaddafi’nin ve son olarak 2024’te Esad’ın heykellerinin demokrasi çığlıkları altında yıkılışına şahit olduk. Yıkılan her heykel yüzbinlerce Arap’ın gelecek yıllarda ya ölmesine ya göç etmesine ve gelecek kuşakların istikrar olmadan on yıllarca acı çekmesine neden oldu. Bu duruma gelmede en büyük iki etken kabile aidiyetine bağlı Arapların genel sosyolojik karakteri ile dini bilinçlendirmenin yarattığı kadercilik anlayışı oldu. 1950’lerin ortalarında Nasır dönemi Arap milliyetçiliği ve BAAS tipi sosyalizm bunu değiştirmeye çalışsa da başarılı olamadılar. Araplar, sürekli acı çekiyorlar. Aralarında hiçbir dayanışma yok. ABD ve İngiliz sömürgesi konumunda olan monarşik Arap devletleri ise sadece günü kurtarıyor ve kendi heykellerinin yıkılışını önlemek için emperyalizme sundukları sömürü düzeninde jeopolitik hizmetkarlığa devam ediyor. Hatırlatalım; Jeopolitik ve jeoekonomik perspektifte  ABD ve müesses batının bölgede değişmeyen dört hedefi şunlardır: 1. İsrail’in yakın ve uzak çevresindeki tüm askeri tehditleri bertaraf etmek; 2.İran, Irak, Suriye ve Türkiye topraklarını kapsayacak şekilde denize çıkışı olan kukla Kürt Devleti kurmak; 3. Bölgede denizde ve karadaki tüm hidrokarbon kaynakları ve değerli madenleriyle boru hatlarını/ su ve gıda kaynaklarını ABD kontrolünde tutmak; 4. Bölgeyi kullanan uluslararası ticaret koridorlarını (KvY, IMEC, Kalkınma Yolu vb.) kendi çıkarlarına göre şekillendirmek.  Bu satırlar yazılırken Suriye’de genel durum ordusuz kalan bir devletin düşebileceği en kötü durumdu. İsrail, Suriye’de devlete ait askeri her varlığı yüzlerce sorti hava saldırısı ile imha etti. Golan bölgesi ve güney Suriye’nin önemli bir bölümünü topraklarına tamamen katmaya devam ediyor. ABD ve İsrail’in Kürtler Suriye’de Fırat nehri doğusunda Irak Kürdistan Özerk Yönetiminin benzeri kalıcı özerk yönetimi garantilemiş durumdalar. Hükümet her ne kadar yaratılan son durumu siyasi bir zafer olarak lanse etse de gerçekte ortaya çıkan durum jeopolitik bir kabusa dönüşecek potansiyelde. 3 bölümde art arda yayınlanacak bu uzun makalemde Suriye’nin durumunu ve yaşananların küresel ve Türkiye jeopolitiğine etkilerini irdeledim.

MEKKE ŞERİFİ HÜSEYİN, İNGİLTERE YANINDA

Her şey, Birinci Dünya Savaşında Arapların Türklere ihaneti ile başladı. Haşimi Hanedanından Mekke Şerifi (Hicaz Kralı) Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri Yarbay Sir Henry McMahon arasındaki yazışmalarla başladı. Temmuz 1915, yani Çanakkale’de Türk ordusu İngilizlerle dişe diş savaşırken Mekke Şerifi Hüseyin’in Yarbay McMahon’a ilk yazdığı mektup bugünün tohumlarını attı. İngiltere’ye destek olma koşulu ile Halife olarak ilanını ve etnik Arapların bulunduğu topraklarda (Arap Yarımadası, Suriye, Irak, Ürdün, Filistin, Lübnan) Osmanlıdan bağımsızlıklarının garantilenmesini istiyordu. Son mektuplaşma Mart 1916’da gerçekleşti. Bu sürecin en önemli iki nedeni vardı. Birincisi Osmanlı Padişahının İngiliz ve müttefiklerine karşı Cihat ilanına karşı koymak ve bu yol üzerinden Hindistan’daki 70 milyon Müslümanın karşı cephe almasını önlemekti. İkinci neden de Süveyş Kanal bölgesinin Alman etki alanına girmesini önlemekti. Sir McMahon ve Şerif’in anlaştığı süreç Arap’ların ayaklanarak Şam, Humus, Hama ve Halep hattının doğusunda kalan Suriye, Hicaz ve Mezopotamya’yı kapsayan bağımsız bir Arap devletinin yaratılmasıydı. Bu süreçte Lübnan, Filistin başta olmak üzere kıyı şeridi Araplara verilmemişti. Ancak bu gelişmelere Fransa karşıydı. Zira Suriye’yi ve Lübnan’ı kendi sömürge alanında tutmak istiyordu. 

SYKES-PİCOT SÜRPRİZİ

Bu yazışmalardan kısa süre sonra İngilizler ve Fransızlar gizli olarak akdettikleri 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes- Picot Anlaşması ile söz konusu bölgeyi çoktan kendi sömürge ve manda alanlarına bölmüşlerdi. Ancak bu anlaşmadan Sir McMahon ’ın daha doğrusu İngiliz Askeri Bürokrasisinin haberi yoktu. Ekim 1915’te Şerif Hüseyin, McMahon’ ı tehdit ederek Kraliyetin kendisine garanti vermesini aksi takdirde Türklerin yanına geçeceğini söyledi. Çanakkale cephesinde zaten Türkler karşısında sürekli yenilen İngilizler durumun daha da kötüye gitmesini önlemek için Akdeniz sahil şeridi ve Hristiyanlığı ilgilendiren Kutsal Topraklar dışındaki alanlar için verdikleri sözü tutacaklarını söylediler. 

ARABİSTANLI LAWRENCE VE BALFOUR SAHNEDE

1916 yılında Araplar, İngiliz İstihbaratçı ve Arkeolog T. E. Lawrence’ın da desteği ile Türklere karşı ayaklanmayı başlattılar. Ayaklanma ve Türk katliamları devam ederken 2 Kasım 1917 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour Siyonist Kongrede okunmak üzere Britanya Yahudileri Lideri Lord Rothschild’a ünlü Balfour mektubunu (deklarasyonunu) yazarak Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulmasına onay verdiklerini açıkladı. Bu durum İngiliz devlet aygıtında bölünmeye ve sonuçları bugüne kadar devam eden kanlı çatışmaların fitilini ateşledi. Zira Haşimi Şerif Hüseyin Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulmasına karşıydı. 

400 YIL SONRA ŞAM DÜŞÜYOR

Birinci Dünya Savaşının sonunda İngiliz askeri (Avustralya ve Hindistan birlikleri dahil) ve Lawrence sayesinde gerilla taktikleri uygulayan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a bağlı Arap kabileleri ve Şerif Hüseyin’in muharip birlikleri ile savaşan Osmanlı orduları yenildi. 30 Eylül 1918 sabahı İngiliz General Allenby komutasındaki birlikler Şam’a girdi. 400 yıllık Osmanlı idaresi sona erdi. 

KISA SÜREN FAYSAL KRALLIĞI VE FRANSIZ MANDASI

Şam düşünce Haşimilerin ve Şerif Hüseyin’in sancağı direğe çekildi. Faysal,  Suriye kralı ilan edilerek ödüllendirildi. Ancak Faysal, 1919’da barış konferansına katılmak için Paris’e gittiğinde, Fransa’nın Lübnan ve Suriye’de bir nüfuz alanı kurma kararlılığının açıkça farkına vardı. Direnmek istedi. Fransa izin vermedi. Araplar, Fransızlara karşı 24 Temmuz 1920’de yaşanan Meysalun Savaşında yenildi. Fransa, Temmuz 1920’de Faysal’ı sürgüne zorladı ve sonunda İngiliz hükümetinin daveti üzerine Londra’ya gitti. Aynı yıl yapılan San Remo Konferansı ile Suriye ve Lübnan Fransız mandasına bırakıldı. Faysal daha sonra İngilizler tarafından Irak Krallığı ile ödüllendirildi. Fransız idaresinde, Suriye etnik ve dini temellere göre beş farklı devlete bölündü. Böylece Halep Devleti, Şam Devleti, Cebel-i Dürzi Emirliği ve Lübnan devletinin yanı sıra, Aleviler de kendi bayraklarıyla Alevi Devleti‘ni kurdu. Suriye’de 1925 yılında Fransız idaresine karşı büyük ayaklanma çıktı. 1936’da Fransa Suriye’ye bağımsızlık vereceğini deklare eden anlaşmayı imzaladı. 

İNGİLTERE VEHHABİLERİ TERCİH EDİYOR

Bu arada Haşimiler Osmanlı ile savaşıp İngiltere’nin kazanmasına destek oldukları halde petrol zengini Arap yarımadasının (Hicaz krallığının) hakimiyeti Haşimiler yerine Müslümanlığın bugün de en gerici ve köktendinci hareketi olan Vehhabiliği benimseyen Suud ailesine bırakıldı. Diğer yandan Şerif Hüseyin, Versay Antlaşması’na ve İngilizlerin Siyonizm’e, özellikle de Balfour Deklarasyonu‘na verdiği desteğe direnmiş ve Londra/Paris ile sürtüşmüştü. Neticede İngiliz Hariciyesi, Genelkurmayının aksine İbn Suud‘u bölgesel bir ortak olarak daha yönetilebilir buldu. Sonuçta Haşimiler, 1920’lerin başında İbn Suud tarafından yavaş yavaş Hicaz‘dan sürüldü ve 1924’te Mekke ve Medine‘nin ele geçirilmesiyle hanedanın faaliyetleri bitirildi. İngilizler, 1932’de Suudi Arabistan Krallığı kurulurken de İbn Suud‘u desteklediler. Bu arada HaşimilerIrak ve Ürdün’de verilen Krallıklara razı geldiler. Vehhabiler de en tutucu, en köktendinci uygulamaları ile İslam dininin Soğuk Savaş sonrası köktendincilik (fundamentalizm) ile özdeşleşmesine neden olacak pek çok fraksiyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu süreçte Suudi Arabistan’ın Rabıta üzerinden dünyaya köktendinciliğin ihraç edilmesinde önemli rolü oldu. 12 Eylül döneminde maalesef Almanya’daki Türk imamların bile maaşlarının Rabıta tarafından ödendiği ortaya çıktı. 

ABD, İNGİLTERE’NİN YERİNİ ALIRKEN

İkinci Dünya Savaşı bitip, Arap yarımadasındaki zengin petrol kaynakları ortaya çıkınca ve de İsrail’in kurulması gündeme geldiğinde 1945 Şubat’ında Yalta Konferansı sonrası İbn Suud ile Süveyş Kanalında Amerikan Savaş Gemisi USS Quincy’de buluşan Amerikan Başkanı Roosevelt Kraldan bölgedeki petrol haklarının kullanım iznini talep etti. Kral bunun ancak İsrail’in kurulmasına karşı çıkmaları halinde gerçekleşeceğini söyledi. Başkan kabul etti. Bu şekilde Amerikan firmaları İngiliz firmaları yerine Arabistan’a girdi. İsrail’in kurulmasına karşı çıkan Roosevelt kısa süre sonra hızlı bir şekilde ölünce yerine geçen Truman, bu devleti kuracağını söyledi. Bu kez İbn Suud, ABD’yi petrol lisanslarını iptal etmekle tehdit etti. Truman da İbn Suud’u Haşimilere destek vermek ve hanedanı tekrar Peygamber soyuna teslim etmekle tehdit etti. Bugüne kadar devam eden ABD Suud anlaşmasının temeli böylece atılmış oldu.

SURİYE VE BAAS PARTİSİ

Suriye’nin bağımsız olması 2. Dünya Savaşından sonra 1946’da mümkün oldu. 1947’de anti emperyalist, Arap milliyetçisi ve Arap Sosyalist BAAS Partisi kuruldu. En önemli özelliği seküler bir yapıya sahip olması ve kadına toplumda hak ettiği yeri vermesiydi. Kurucuları Hristiyan, Sünni ve Alevi liderlerdi. Kısa süre sonra 2 yaşındaki yeni devlet 1948’de yeni kurulan İsrail ile savaştı. Arap milliyetçiliğinin yükselişe geçtiği yıllardan 1954 seçimlerinde BAAS Partisi Suriye’de 2. Parti oldu. 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail’in ABD hilafına Süveyş Kanal bölgesine müdahale etmesinin başarısızlıkla sonuçlanması ve Mısır’da Nasır’ın bu olaydan büyük bir zaferle çıkması sonunda Suriye, 1958 yılında Mısır ile birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyetini (BAC) kurdu. Ancak bu devlet uzun ömürlü olmadı. Suriye’de yaşanan iç istikrarsızlıklar, Mısır’ın tahakkümü, hükümet değişiklikleri ve ordudaki hoşnutsuzluklar ayrılık yolunu açtı. 

SÜREKLİ DARBELER DÖNEMİ

BAC, 27 Eylül 1961’de Suriye’de yaşanan ilk darbe ile son buldu. Suriye, Mısır’dan ayrıldı. Diğer yandan sonraki yıllarda Suriye’de istikrar sağlanamadı. Sürekli hükümet değişiklikleri ve siyasi kargaşa yaşanmaktaydı. Bu istikrarsızlık, ordu içinde hoşnutsuzluğu artırdı. Böylece, 8 Mart 1963 kansız darbesi geldi. Milli Parti, Halkın Partisi, Müslüman Kardeşler ve Arab Özgürlük Hareketinin oluşturduğu İkinci Suriye Cumhuriyeti HükümetiBAAS Askeri Kanadı tarafından devrildi. Böylece sömürge sonrası demokrasi dönemine giren Suriye’de artık BAAS ile 61 yıl sürecek tek parti dönemi başladı. BAAS Partisi başlangıçta geniş kapsamlı bir toprak reformu ve sosyalist politikalar uyguladı. Ordu, siyasette daha etkili bir rol üstlendi ve Suriye’deki güç dengesi, askeri elitlerin kontrolüne geçti. Ancak yine de siyasi çalkantılar sonuçlanmadı. Bu darbe sonrası BAAS kendi içinde sivil ve askeri BAAS fraksiyonları olarak bölündü. 21 Şubat 1966’da 400 kişinin öldüğü üçüncü bir darbe ile mutlak gücü askerler kazandı. Bu darbe sonrası BAAS rejimi ordudaki subayların %90’ını Alevi subaylar ile değiştirdi. 

HAFIZ ESAD DÖNEMİ

Hafız Esad Dönemi 13 Kasım 1970 tarihinde BAAS askeri kanadından ve 1963 ve 1966 darbelerinin öncülerinden General Hafız Esad kansız bir darbe ile iktidarı ele geçirdi ve 8 Aralık 2024’e kadar 54 yıl devam edecek Esad dönemini başlattı. Hatırlatmak gerekirse, Moskova’da temel askerlik eğitimi alan Hafız Esad, Birleşik Arap Cumhuriyeti taraftarıydı. 1961 darbesine karşı çıktığı için ordudan ihraç edilmişti. 1963 darbesinde binbaşı olarak orduya geri döndü. 1966 da savunma bakanı olmuştu. Suriye, 1973’te Yom Kippur savaşında Mısır’ın yanında yer aldı, ancak daha sonra tekrar uzaklaştılar. Zira Mısır savaş sonrası dönemde ABD’ye yaklaşırken Suriye Sovyetlere yaklaştı. İran Irak savaşında da Esad, İran’ı destekledi. Hafız Esad’ın 1982’de Köktendinci Müslüman Kardeşler Örgütüne karşı Hama’da yaptığı katliamlar bugünün keskin kutuplaşma ve nefretinin tohumlarını attı. Hafız Esad 1991’de Kuveyt müdahalesinde Irak karşısında ABD yanında yer aldı. 

NEDEN ALEVİLER İKTİDARDA KALDI

Nüfusun sadece %12’sini oluşturmasına rağmen, Alevilerin Suriye üzerindeki kontrolü, özellikle 20. yüzyıldaki tarihi, sosyal ve politik gelişmelerin sentezidir. 26 yıllık Fransız Mandası sırasında, böl ve yönet stratejisi uygulandı. Aleviler de dahil olmak üzere azınlık gruplar nüfuslarıyla orantısız şekilde askeri ve idari görevlere getirildiler. Tarihsel süreçte Osmanlıdan itibaren fakir ve ezilmiş bir kesim olan Aleviler, orduya katılmayı Sünni egemenliğinden korunmaya giden bir yol olarak gördüler. Böylece yüzyıllarca baskı gören Aleviler, Fransa’nın yarattığı Özel Levant Birliklerinde yoğun bir şekilde temsil edilerek, askeri yapının temelini oluşturdu. Suriye’nin 1946’daki bağımsızlığından sonra ordu, Suriye siyasetinde güçlü bir kurum haline geldi. Modernizme, laikliğe ve kadın erkek eşitliğine verdikleri önem nedeniyle Fransız yönetimi tarafından da teşvik edilen Alevi subaylar, silahlı kuvvetler içindeki güçlerini pekiştirdiler. 1963’te iktidara gelen laik ve sosyalist BAAS Partisi, anti-feodal ve anti-mezhepçi ideolojisi nedeniyle Aleviler gibi diğer azınlıklara da hitap etti. Hafız Esad da dahil olmak üzere Alevi subaylar, BAAS hareketinde kilit oyuncular haline geldi. Esad devlet başkanı olduktan sonra Hıristiyanlar ve Dürzilere, “Benimle bir olun, sizi Sünni egemenliğinden koruyacağım” vaadiyle yakınlaştı. Zengin Sünni tüccarlara ve iş adamlarına iş birliği yapmaları karşılığında maddi kazanç sağlayacak tedbirler aldı ve Sünnileri böldü. Oğlu Beşar Esad’ı Sünni bir aileden gelen Esma ile evlendirdi.  Gerçekte Suriye’lilik bilincini geliştirmeye çalıştı, başaramadı. Ancak azınlık olarak çoğunluğa hükmetmek demokrasi içinde mümkün olamaz. O nedenle BAAS rejimi tek parti diktasını uygulayarak, son 61 yılda Suriye’yi güvenlik toplumu ve güvenlik devleti olarak şekillendirdi. Hükümet içinde, istihbarat ve emniyet gibi üst düzey kritik görevlerin dağılımında Alevilere öncelik verildi ve kendilerini iktidarda tutabilecek mevkilere sadık kişileri atamaya özen gösterdiler. Bu durum kutuplaşma ve karşılıklı nefreti körükledi. Liyakati örseledi. Barış içinde beraber yaşama kültürü zedelendi. 

SOVYETLER VE DAHA SONRA RUSYA İLE YAKINLAŞMA

Suriye, kuruluşundan itibaren Sovyetlerden ve sosyalizmden etkilenmiş bir devlet idi. Suriye, sömürgeci geçmişleri ve bölgeye müdahaleleri nedeniyle Batılı güçlere, özellikle de İngiltere ve Fransa‘ya karşı güçlü bir antipati besledi.  Bu duygu, 1956’daki Mısır’da yaşanan Süveyş Krizi ve 1967-73 Arap-İsrail çatışmalarında Batı’nın İsrail’e verdiği destekten sonra yoğunlaştı. Diğer yandan BAAS Partisi‘nin yükselişi, Arap sosyalizmine, anti-emperyalizme ve laikliğe bağlılık getirdi ve kaçınılmaz şekilde Suriye’yi ideolojik olarak Sovyetler Birliğine yakınlaştırıldı. Sovyetler, batı hegemonyasını kırmak için Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ‘daki bu tür hareketleri destekledi. Moskova için Suriye, Orta Doğu’ya ve Akdeniz’e erişim sağlayan bir kapıydı. Sovyetlerin başta silah satışları olmak üzere askeri, siyasi ve ekonomik desteği, İsrail’e ve rakip Arap devletlerine karşı konumunu güçlendirdi. Sovyetler gerek 1967 gerekse 1973 savaşında Suriye’nin yanında durdu. Suriye’nin ABD’nin Akdeniz’deki vekili ve uç kalesi İsrail’e karşı sert muhalefeti, Sovyetler Birliği’ni doğal jeopolitik müttefiki haline getirdi. Sovyetler, ABD ve Batı’nın İsrail’e verdiği sınırsız katkıyı dengelemek için Suriye’yi BM’de her alanda desteklemeye devem etti. Sovyetler sonrası dönemde de Suriye batıya yakınlaştı ve hatta Birinci Körfez Savaşında uluslararası koalisyona asker dahi verdi. Ancak daha sonra Ortadoğu’daki neocon saldırganlığında sıranın kendisine geleceğini anlayarak 2000’lerden itibaren Rusya ile tekrar yakınlaştı. Vladimir Putin döneminde bu ilişki daha da derinleşti.

SOVYETLERİN ÇÖKÜŞÜ SONRASI SURİYE

Batı hegemonyası için Suriye, Sovyetler çöktükten sonra yeniden formatlanmalıydı. Daha doğrusu 1919 Paris Konferansı ve Versay Anlaşmasının haritaları yeniden çizilmeliydi. Ne de olsa o haritalar çizilirken ABD ve o dönem değil haritada tartışmalarda bile yer almayan İsrail’in çıkarları gözetilmemişti. Öyle ki 1917 sonrası Avrupa’daki savaşı kazanmalarında savaşa dahil olarak İngiltere’ye büyük destek veren ABD’nin Başkanı Wilson kızgın şekilde Paris’i terk etmişti. Şimdi sıra 70 yıl sonra ABD’nin ve iktidardaki neoconlarındı. 1897 yılında İngilizlere sömürgeleri kastederek Alman Dışişleri Bakanının “Şimdi biz de güneşte bir yer talep ediyoruz” dediği gibi bu kez ABD ve İsrail tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yeni sınırlar talep ediyordu Zaten Ortadoğu’nun sınırlarını 1916 yılında Sykes – Picot (ve sonradan Rus Çarlığının Bakanı Sazanov) ile çizen emperyalist akıl, bugünleri düşünerek olası etnik ve dini bölünmeleri göz önüne almıştı. Neoconların yapacağı tek hamle bu ayrılıklara göre hareket etmek ve tehditle sonuç almaktı. Temel prensip ‘’ya benimlesin ya da düşmansın ‘’idi. Çok beklenmedi. Kuveyt’in Irak tarafından işgali ABD Bağdat büyükelçisi tarafından resmen teşvik edildi, ardından gelen Çöl Fırtınası ve Çöl Kalkanı Harekatları Amerikan müşterek askerî harekât gücü ile Tomahawk füzelerinin yarattığı vurucu gücü sergiledi. Dünya, ABD’ye biata hazırdı. Neoconlar için artık okyanuslara ve kenar kuşağa hakimiyet yetersizdi. Kıtaların tamamını istiyorlardı. Tarihin sonunu getirmişlerdi.

Soğuk Savaş sonrası ABD ve NATO petrol ve doğal gaz zengini batı ve İsrail karşıtı dört ülkenin parçalanarak neo liberal ekonomiye entegrasyonunu ve sınırsız sömürülmesini hedeflemişti. Bunlar Irak, Libya, Suriye ve İran idi. Bu devletler ya Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Umman, BAE ve Kuveyt gibi kendi iradeleri ile ABD’ye teslim olacaklar ya da Amerikan askeri, siyasi, finans, ekonomik, istihbarat, kısacası hibrid gücü ile parçalanacaklardı. Ancak bu süreçte en çok kullanacakları enstrüman, 1980 sonrası Afganistan’da Sovyet işgali sırasında Vehhabi köktendinciliğiyle yoğrulan, Amerikan silahları ile donatılan Amerikalılara göre Özgürlük Savaşçıları sayılan ve Mücahiddin adı verilen köktendinciler oldu. Bunların teori ve doktrini Suudi Arabistan’dan gelen Vahabi köktendincileri ile İhvancılara aiti. İşte, Suriye’de bugün büyük zafer kazanan HTŞ’nin köklerine inmek için 1980’lere gitmek gerekir. Bugün CNN ve BBC tarafından Suriye’de özgürlük savaşçısı, demokrasi havarisi olarak alkışlanan köktendinci silahlı çetelerin ruhu o günlerde üflenmişti. 

YEŞİL KUŞAĞIN YARATTIĞI KANSER

1980’lerde Sovyetlerin Akdeniz ve Hint Okyanusuna inmesi önlemek üzere tasarlanan Yeşil Kuşak teorisinin sahibi Amerikalı Stratejist Brzezinski Sovyetlere karşı Afganistan’da kullanılan köktendinci özgürlük savaşçılarına süratle öldürücü ve ağır silahlar verilmesini istemişti. Ona göre Sovyetlerin yıkılması, Afganistan ve Pakistan’da ileride tüm dünyayı kanser gibi saracak ağır silahlı İslami köktendinciliğin gelişmesinden daha önemliydi. Bu süreç Pakistan üzerinden yürütülecekti. Yeşil kuşakla. Yani kızıl Marksizm’e karşı, yeşil İslamizasyon kullanılacaktı. Mücahiddin Sovyetlere karşı ilk başarıları sağladıktan sonra popülerliği yükselişe geçti. Hollywood bile ünlü Rambo film serisinin üçüncüsünü 1988 ‘de Afganistan’a ayırdı. Filmde (Slyvester Stallone) Rambo namaz bile kıldı.  Pakistan’da 1978 yılında darbe ile iktidara gelen Ziya Ül Hak ülkesinde Radikal İslam’ın yükselişini hızlandırmış ve Cinnah’ın modern Pakistan’ını İslami Cumhuriyete dönüştürmüştü. Buna yakın bir süreç 12 Eylül 1980’de Türkiye’de de yaşanacaktı. Peşaver bölgesi başta olmak üzere 33 bin medrese açılmıştı. Buralarda çiftçi ve köylü fakir Afgan gençleriyle dünyanın her köşesinden cihat çağrısına gelen binlerce selefi savaşçıyı önce doktrine edip, daha sonra ellerine ağır silahlar verip komünist avlatıyorlardı. Sovyet işgali ve iç karışıklık döneminde Pakistan’a geçen çoğu Peştu 1 milyon sığınmacıdan seçilenler savaşçıya dönüştürüldü. General Ziya sonradan Taliban’a dönüşecek savaşçıları Hindistan’a karşı Keşmir’de de kullanabilecekti. Pakistan üzerinden Mücahiddine dolar ve silah sel gibi yağmaya başladı. Vahabi Suud’lar da komünizmi önleme fonu altında Mücahiddine milyonlarca dolar yardıma başlamıştı. Riyad, sadece para değil, kendi ülkesindeki rejim karşıtı ihvancı ne kadar radikal İslamist varsa buraya savaşmaya yolluyordu. Bunlardan birisi de El Kaide’nin kurucusu Usame Bin Ladin idi.  Amerikalılar 1 birimlik yardımla Sovyetlere 10 birim zarar verildiğini anlamıştı.  Çok mutluydular. 1984’e kadar mücahitler 14.000 Sovyet askeri öldürmüş, 400 hava aracı düşürmüş, 2750 tank, 8000 kamyon imha etmişti. 

KANSERİN BÜYÜMESİ

ABD, soğuk savaş bittikten sonra elindeki bu silahı kendi çıkarları için yaratıcı kaos paralelinde kullanacaktı. Moderniteden ve hümanist kimyadan çok uzak bu silahlı köktendincileri istediği gibi şekillendirecek, isimlendirecek ve gruplandıracaktı. Zira elinde hem kendi bastığı dolar hem silah vardı. Arap aleminin gerek sosyal gerekse kadın erkek eşitliği ve seküler yaklaşımlar açısından en ileri üç ülkesini yani Irak, Libya ve Suriye’yi çok ilginçtir, demokrasi, insan hakları ve kişisel hürriyetler adına Mücahiddin, Taliban, El Kaide, IŞID, El Nusra, HTŞ vb. gibi isimleri dahi CIA/MI6 koridorlarında üretilmiş kafa kesen, şiddete tapan, kadını köleleştiren silahlı köktendinci çetelere yıktırmıştır. Birinci Körfez Savaşından sonra bu kanserli hücreler CIA, MI6, MOSSAD ve BND emrinde her yerde kullanılmaya hazır hale getirildiler. Ancak her zaman bu örgütleri kontrol altında tutamadılar. Örneğin Afganistan’da kendi yarattıkları Taliban’ı 11 Eylül 2001 sonrası baş düşman belleyip yendiler ve Afganistan’ı işgal ettiler. Aynı Taliban’a 2021 yılında koskoca ülkeyi terk edip kaçar gibi geri çekildiler. Ya da 11 Eylül 2012 günü Libya/Mısrata’da Amerikan büyükelçisini kendi yetiştirdikleri cihatçı teröristlerin öldürmesini önleyemediler. 

SONUN BAŞLANGICI

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası Amerikan dış ve güvenlik politikasını yeniden formatlayan Siyonist neoconlar, bağımsız Filistin devletine karşı oldukları gibi aynı zamanda İsrail etrafında tehdit ve risk oluşturacak hiçbir rejime izin vermeyecek şekilde Tel Aviv’e tam destek verdiler. 2004 yılında baş neocon Condoleezza Rice daha da ileri giderek 2003 yılında yazdığı bir makalede ‘Dünya, Ortadoğu’da 22 ülkenin uzun soluklu değişimlerine hazır olmalıdır’’ diyordu. 2006 yılında Amerikalı E. Albay Ralph Peters, ‘’Kan Sınırları’’ adlı kitabında bu değişiklikleri yazıyordu. Bu harita değişikliklerinin en büyük itici gücünün ABD için kenar kuşak jeopolitiği olduğu kadar enerji jeopolitiği ve en önemlisi İsrail’in güvenlik jeopolitiği olduğunu vurgulamak gerekir. 

İSRAİL’E GÜVENLİK KUŞAĞI

1978 Camp David Anlaşmaları ile Mısır; 1982 ve 2006 müdahaleleri ile kısmen de olsa Lübnan; 1991 ve 2003 Amerikan müdahaleleri ile Irak, İsrail’in yakın çevresindeki tehditlerden kontrol edilebilir riske dönüştürülmüşlerdi. Geriye İran ve Suriye kalmıştı. 1967 savaşında İsrail Suriye sınırındaki su zengini Golan bölgesi Suriye’den alındığı için en hassas durumda oldukları ve tehdit derecelendirmesinde en üst sıraya koydukları ülke Suriye idi.  Suriyeİran’dan gelen askeri lojistiğin Lübnan’a geçiş kapısıydı. İran, 1979 sonrası geleneksel ABD düşmanlığına İsrail düşmanlığını da eklemiş ve İsrail’i haritadan silmekle tehdit ediyordu. Bu kapsamda İsrail için en büyük üç askeri tehdit İran’ın potansiyel nükleer ve mevcut konvansiyonel ateş gücüLübnan Hizbullah’ı ve Gazze’de Hamas (Şii olmamasına rağmen) idi. Bunun için eyleme geçmeliydi. İsrail, öncelikle ABD’deki neocon iktidarın 11 Eylül 2001 sonrası konsolidasyonuyla 1993 yılında imzaladığı iki devletli çözüm anlaşması olan Oslo Anlaşmasını yok sayarak Arafat’ sız bir konjonktürü hedefledi. 2004 sonunda Arafat’ın ölmesiyle Filistin’in devletleşme ideali teoride var olsa da pratikte ortadan kalktı.  Diğer yandan İsrail, 1948 Savaşından bu yana yanında olan Ürdün’ü tamamen kontrolü altına aldı. Öyle ki Ürdün, İran’ın İsrail’e 2024 baharındaki hava saldırılarında kendi unsurları ile İran füzelerini durdurmada rol aldı. Diğer yandan ABD’nin Saddam’ı kitle imha silahları vb. sahte gerekçelerle iktidardan düşürüp idam ettirmesi ile tamamen işgal ettiği bu ülkedeki Şii’lerin Lübnan Hizbullah’ına olan yardımları kesilmeliydi. Kısacası Şii etkinliği kırılmalıydı. Bunu yapmak için sadece İsrail’in askeri gücü değil Amerikan gücü de yanında olmalıydı. İsrail’in çok kısıtlı nüfusu bir zafiyetti ancak ABD’nin finansal, askeri, ekonomik, siyasi ve sınır tanımayan tek taraflı hukuki gücünün koruması İsrail’in çıkarları için kuvvet çarpanı olarak kullanılmalıydı. Amerikan savunma sanayinin hassas hedeflemeli bomba üretim gücü ateş gücünü hava kuvvetlerine dayandıran İsrail’e sınırsız destek sağlamalıydı. ABD de İsrail’i mızrağın ucundaki en önemli elit komando birliği gibi kullanmalıydı. Neticede bu güç baskısı ile ABD ve İsrail düşmanı dikta rejimleri eğer demokrasiye dönüşürlerse risk ve tehditler azalırdı. Bu uğurda halklar isyana teşvik edilmeli ve rejim değişikliği sonunda ABD ve batı tarafından desteklenecek rejimlerin İsrail yanlısı olması sağlanmalıydı. Turuncu devrimler, darbeler, köktendinci ya da neo Nazi terör örgütleri yaratmak ve yürütmek neoconların en iyi bildiği konulardı. 

ARAP BAHARI VE SURİYE

Neoconların Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi tam da buydu. Arap Baharı 2010 yılından sonra bu amaca yönelik önemli bir eylemdi. Bu projede rejim değişikliği istenen başat ülke Suriye idi.  Obama döneminin Dışişleri Bakanı ve Libya Parçalanmasının mimarı neocon Hillary Clinton’ın Wikileaks Belgelerinde ortaya çıkan yazışmaları şöyle idi: “İsrail’in İran’ın artan nükleer kapasitesiyle başa çıkmasına yardımcı olmanın en iyi yolu, Suriye halkının Beşar Esad rejimini devirmesine yardım etmektir… İran ile Suriye’deki Esad rejimi arasındaki stratejik ilişki, İran’ın İsrail’in güvenliğini baltalamasını mümkün kılıyor…Washington, Suriyeli isyancı güçleri örgütlemek, eğitmek ve silahlandırmak için Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölgesel müttefiklerle çalışmaya istekli olduğunu ifade etmeye başlamalı… Ardından, Türkiye’deki ve muhtemelen Ürdün’deki toprakları kullanarak, ABD’li diplomatlar ve Pentagon muhalefeti güçlendirmeye başlayabilir. Zaman alacaktır…Zafer hızlı ya da kolay gelmeyecek, ama gelecek. Ve getirisi önemli olacak. İran stratejik olarak tecrit edilecek ve Ortadoğu’da nüfuzunu kullanamayacak. Suriye’de ortaya çıkan rejim, ABD’yi bir düşman olarak değil, bir dost olarak görecek… Ve yeni bir Suriye rejimi, İsrail’le dondurulan barış görüşmeleri konusunda erken harekete geçmeye pek ala açık olabilir. Lübnan’daki Hizbullah’ın İranlı sponsorlarıyla bağlantısı kesilecek çünkü Suriye artık İran’ın eğitim, yardım ve füzeleri için bir geçiş noktası olmayacak “.

SURİYE’DE KUMPASIN HIZLANMASI

2000’lerin başında Suriye’de Araplar, Bedeviler, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Sünniler, Aleviler, Ortodoks Hristiyanlar, Katolikler, Dürziler mevcuttu. Hafız Esad’ın son yıllarına kadar ülkesel bütünlük korunabiliyor ve kademeli şekilde batı dünyası ile ilişkiler geliştiriliyordu. Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000’de ölümünden sonra iktidara gelen ve asıl mesleği göz doktorluğu olan oğlu Beşar Esad, Suriye gibi çok milletli, çok dinli ve İsrail ile sınır komşusu olan ülkeyi yönetmeye hazır değildi. Ancak en önemlisi 11 Eylül 2001 sonrası neoconlar, yeni Amerikan Yüzyılı için düğmeye basmışlardı. Suriye dönüştürülmeliydi. ABD Kongresi Suriye’nin Lübnan ve Irak’ta teröre destek veriyor ve kitle imha silahları barındırıyor iddiası ile 12 Aralık 2003 tarihinde “Suriye Hesap Verebilirlik ve Lübnan Egemenliğinin Restorasyonu Yasası (2004)” olarak bilinen yasa üzerinden pek çok yaptırımlar yanında ekonomik yaptırımlara da başladı. Böylece sosyal ve kültürel açıdan Arap alemi içinde en gelişmişler arasındaki Suriye halkı, kademeli şekilde fakirliğe ve içine kapanmaya itildi. Bu süreçte daha sonra 2006-2010 arasında Suriye modern tarihinin en uzun ve kötü kuraklığı yaşandı. Irak’a Amerikan müdahalesinden sonra zorunlu göç eden 1,5 milyon sığınmacının yarattığı külfet de ekonomik dengeleri alt üst etti. 

İÇSAVAŞIN BAŞLAMASI VE DEĞİŞEN DENGELER

2003 sonrası 8 yıldır kıvranan ve ekonomik ve siyasi baskılara maruz kalan çok katmanlı Suriye halkı en ufak kışkırtmaya hassas haldeydi. İç savaş bu hareketle 2011 Mart ayında başladı. Beşar Esad süreci yönetemedi. Esad yönetimine karşı ‘‘demokrasi” talebiyle başlayan ayaklanmalar, etnik ve mezhep ayrılıklarının kışkırtıldığı şiddetli çatışmalara dönüştü. Esad rejiminin ayaklanmaları bastırmada aşırı güç kullanması karşılıklı şiddeti artırdı.  ABD ve İngiliz istihbaratı Afganistan, Libya, Irak ve Suriye’de yıllardır beslediği terör örgütlerini iç savaşta Esad rejimini yıkmak için kullandı. 2011 Temmuz’unda Sünni ağırlıklı muhalifler Özgür Suriye Ordusunu (ÖSO) ve Sürgündeki Hükümeti kurdu. 2012 Mayıs’ından itibaren ABD rejim karşıtı güçlere yardıma başladı. Bu yardım 2014 sonrası Pentagon’un Eğit ve Donat programına dönüştü. 2014 yılı başından itibaren kökleri El Kaideye dayanan IŞID (DAEŞ) terör örgütü Suriye’de kısa sürede pek çok yerde etkili oldu. 2013 ‘ten itibaren İran Hizbullah’ı; 2015’ten itibaren Rusya, rejim güçlerine fiilen askeri destek vermeye başladı. Aynı yıl ABD de Suriye devleti davet etmediği halde IŞID ile yani kendi ürünü terörle mücadele kapsamında kendi kendini Suriye’ye davet ettirerek Fırat’ın doğusunda petrol ve doğal gaz havzalarının bulunduğu bölgede sonradan sayıları 11’i bulacak üs ve karakollara yerleşti. Petrol havzalarının emniyetini Kürtlerle birlikte sağladılar. Bu gelişme üzerine Esad, Rusya ile babası zamanından kalan askeri iş birliği anlaşmasını 2017 yılında güncelleyip 49 yıllığına uzatarak Rusya’nın Tartus’taki deniz üssü ile Lazkiye‘deki Hmeymim hava üssüne uzun vadeli erişimini güvence altına aldı. Aynı yıl Rusya Türkiye ve İran Astana süreci hızlandı. Diğer yandan Kürtler PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’ye bağlı Suriye Demokratik Güçleri (SDF) çatısı altında örgütlendi. Suriye’de Fırat’ın batısında PYD’nin Akdeniz’e erişimini Türkiye 2016, 2018 ve 2019 ‘da icra ettiği harekatlar ile önledi. Bu harekatlarda Türkmenlerin de yer aldığı Suriye Milli Ordusu (SMO) Türk ordusuna destek verdi. Ancak radikal unsurlar IŞID, El Kaide, El Nusra gibi son derece tehlikeli terör grupları İdlib ve Hama’da örgütlenmeye, Libya’dan getirilen silahlar ile donatılmaya devam edildi. Bir nevi iç ayaklanmayı başlatacak muhalifler ülke dışından bölgeye getirilen terör unsurlarına eklendi. Aynı senaryo Afganistan’da da yaşanmıştı. İdlib’deki köktendinci silahlı terör örgütlerinin yapılanması 2015 sonrası Rusya ve Türkiye arasında gelişen iş birliğine rağmen önlenemedi. Bu süreç içinde en önemli gelişmelerden birisi Akdeniz’de yaşandı. Tartus’ta üslü Rus savaş gemileri Akdeniz’den IŞID hedeflerine Kalibr hipersonik füzelerini kullanarak 2017 mayıs ve haziran aylarında saldırılar düzenledi. 2016 yılında da Rus savaş uçaklarının yoğun saldırıları sayesinde Halep şehri muhaliflerden geri alınmıştı. Esad, Rusya’nın en gelişmiş savaş uçakları, savaş gemileri ve füze sistemleri ile yaptığı bu güç gösterileri ile Suriye’nin savunmasına Rusya’nın her durumda kayıtsız şartsız güvence vereceğini kabullendi. Halbuki bir ülkenin asli savaş gücü kendi vatanı için ölmeye hazır askerlerinin mevcudiyeti ile ölçülür. İran ise daha başlangıçtan itibaren Irak Şii coğrafyasını kullanarak Suriye’ye kesintisiz muharip askeri desteğine devam ediyordu. 2013 yılında Filistinliler tarafından kurulan Kudüs Tugayları da Suriye rejimini korumak için en büyük askeri ve maddi desteği İran’dan temin ediyordu. İran, böylece Suriye üzerinden doğrudan Lübnan Hizbullah’ına da askeri desteğe devam ederek İsrail’in kuzeyden kuşatılması ve tehdit ekseni içinde tutulmasına yardım ediyordu. 

ORDUNUN ZAYIFLAMASI

İç savaştan bu yana geçen 13 yılda, Suriye ordusu hızla geriledi. Rus askeri ve İran Hizbullah’ının varlığı ile Suriye Ordusu neticede 8 Aralık 2024 tarihinde Şam’ın ve çevresinin pek çoğu ABD ve AB ülkeleri tarafından terörist listesinde tutulan ve hatta ödüle tabi olan köktendinci militanların HTŞ liderliğinde muhalifler adı altında hızlı ilerlemesi karşısında dayanamadı ve düştü. HTŞ (Heyet Tahrir El Şam -Şam Düşerse Tahran da Düşer) isimli grup El Nusra’nın BM tarafından yasaklı terörist grup olarak ilan edilmesinden sonra ABD tarafından yeniden markalaştırıldı. Liderleri Colani 2003’te El Kaide militanı olarak keskin ABD Düşmanı iken bugün ABD ve İsrail’in gözdesi konumunda bir militan. İsrail ve ABD aleyhinde tek bir eylemi söz konusu değil. Colani liderliğinde İdlib’de oluşan 50 bin civarında büyük çoğunluğu toplama köktendinci terör elemanına birkaç gün içinde ülkesini 8 Aralık 2024 tarihinde teslim eden Suriye Ordusu 9 yıl önce 2015’te çok başarılı savunma yapabilmişti.  Çok zor koşullarda Esad’ın Cumhuriyet Muhafızları ve Kaplan Kuvvetleri kendilerinden daha büyük ABD ve İsrail vekillerine karşı savunma yapmış, Lazkiye kıyıları ile kritik ikmal yolları savunmuştu. O günlerde Şam neredeyse her gün vurulmasına rağmen kararlı bir şekilde durmuştu. Bugün, aynı Şam savaşmadan neden düştü? Suriye ordusunun Şam’ın civarında Alevi ağırlıklı askerlerle güneyde Sünni ağırlıklı birlikleri tutması göz önüne alınırsa büyük bir çoğunluğun savaş irade ve azmini gelen muhalif dalga karşısında yitirdiğini söyleyebiliriz. İsrail daha sonra yok etmeden önce, pek çok savaş uçağı ve helikopterin Suriye askerleri tarafından gelen muhalif gruplara teslim edildiğini medyada gördük. Arapların geleneksel olarak savaş konusunda kötü karneye sahip olmaları da buna eklenebilir. Irak ve Libya savaşlarında da her iki ülke ordusunun askerlerinin birkaç istisna dışında direniş ve kahramanlıklarından bahsedemeyiz. Ayrıca bu süreçte özellikle 2018 sonrası sahada tecrübeye sahip generallerin yerlerini rejimin sadık askeri liderlerinin almış olması ve ordunun savaş eğitiminin azlığı da rol oynamış olabilir. Suriye askerleri başta insansız hava araçları olmak üzere yeni teknolojilerden uzaktılar.  Halbuki karşılarındaki yabancı istihbarat ajanslarından destek alan düzensiz ordular Ukrayna dahil, dışardan sadece silah değil, eğitim de alıyordu. Suriye için gayret harcayan Rusya’nın 2018 yılında, 7 yıllık iç savaş yorgunluğu çeken orduda reform talebinde bulunduğu biliniyor. Benzer talebin İran tarafından da yapıldığı biliniyor. Ancak Esad bu tekliflere yaklaşmadı. Esad savaş zamanı lider özelliklerine sahip değildi. Cepheye hiç gitmedi. Ekonomik ambargo altında karaborsanın zirve yaptığı ülkede yolsuzluk had safhaya çıktı. Orduya da sirayet eden yolsuzluklar ve ülkenin fiilen son 7 yıldır bölünmüş olmasının yarattığı fiili durum 100 bin kişilik Suriye ordusunu savaşamayacağı bir konuma sürükledi. Benzer durum Irak ve Libya’da da yaşanmıştı. Orada da CIA tarafından satın alınan generallerin Saddam’a ve Kaddafi’ye ihanetleri söz konusuydu. Askerler de tüm Suriye toplumu gibi, Batı’dan gelen yoğun yaptırımlar ve öz kaynaklarının acımasızca  çalınması sonucu yoksullaştılar. Buğday yetiştirilen ve petrol/doğal gaz üreten bölgeler, 2016’dan bu yana ABD ve Kürt vekillerinin işgali altındaydı. Sonuç olarak, çoğu Suriyeli günde sadece birkaç saat elektriğe sahipti. Eve ekmek götürmekte zorlanıyordu. Halbuki 2011’de iç savaş başlamadan önce Suriye hem gıda ve hem de enerji konusunda kendi kendine yeterliydi. Suriyeliler ücretsiz sağlık ve eğitimden de yararlanıyordu. Kısacası Suriye Ordusu ABD, Türkiye ve İsrail tarafından desteklenen muhaliflerin biriktirdiği enerji karşısında direnmek istemedi. Bunda İsrail’in Lübnan’da kullandığı orantısız ateş gücünün ve Gazze’de yaptığı soykırımın psikolojik etkisinin de olduğu söylenebilir. ABD’den temin ettiği sınırsız ateş gücünün kullanımı ve televizyonlarda sürekli ölen çocuk ve kadınların gösterilmesinin yarattığı psikolojik etkinin Suriye ordusundaki askerleri de etkilemesi kaçınılmaz olabilir. Esad’ın bu durumu görerek ne Rusya’dan ne de İran’dan yardım talep etmeden rejimi ve yönetimi muhaliflere terk etmesi kaçınılmaz olmuş olabilir.  

HTŞ’NİN TESADÜFİ ZAFERİ

Kökleri terör örgütü El Kaide bağlantılı El Nusra’dan devşirilen ve müesses nizam tarafından muhalefet olarak takdim edilen HTŞ isimli örgüt askeri tarihte örneği görülmeyen, yoğun askeri çatışmalara ve ölüm kalım mücadelesine girmeden çok hızlı bir ilerleme sağlayarak Esad rejimini 8 Aralık 2024 sabahı düşürdü. Çoğunluğu zamanında El Kaide, IŞID gibi Cihatçı terör örgütleriyle kol kola gelmiş insanlardan oluşan, pikaplara monteli silahlar dışında tankları, silahlı helikopterleri,  hava desteği olmayan söz konusu yapının kendisi de  bu zafere başlangıçta inanmamış olabilirler. Aslında başlangıç operasyonu, Halep’e yönelik sınırlı bir işgal ve tehdit olarak tasarlanmışken Suriye ordusunun varlığının bir anda yok olacağı beklenmiyordu. Bu aşamaya gelmede en önemli rol, rejimin savaşı sürdürme azim ve iradesini kaybetmesi ile oynandı. Esad’ın savaşarak on binlerce insanın ölmesini önlemek için teslim olmayı seçmiş olması olasıdır. (Ancak yeni gelenlerin rövanşist tutumla çok kişiyi öldürmeyecekleri ya da güç sarhoşluğuna kapılarak yeni bir iç savaşın başlangıcını tetiklemeyecekleri de belli değildir.) HTŞ’nin zamanlaması önemlidir. Batılı ve İsrail istihbaratının zamanlama için HTŞ’ye yardım ettiği göz ardı edilemez. İran’ın Irak üzerinden Şam’a gönderdiği askeri desteğin 2024 Lübnan İsrail savaşı sırasında İsrail Hava Kuvvetlerinin pek çok kez Suriye içlerine yaptığı hava saldırıları ile kesildiği gerçektir. Rusya’nın İsrail hava saldırılarını durdurmaması da ayrı bir gerçektir. İsrail’in 1967’den bu yana işgali altındaki Golan bölgesi ile Suriye sınırına ağır yığınak yapması da HTŞ’nin saldırı planını icra safhasına sokmasında rol oynamış olabilir. HTŞ, Kasım sonunda harekata başladığında Şam’ı ve rejimi düşürmeyi planlamıyordu. Ancak yolun dikensiz olması durmasını engelledi. Kendisine elektronik harp, SİHA desteği vb. alanlar da dahil olmak üzere yardım eden batılı istihbarat ajansları da devam etmesini önermiş olabilirler. 

RUSYA VE İRAN NEDEN SAVAŞMADI?

Rusya, Şam’ın düşmesinden önce İdlib bölgesine Hmeymim üssündeki 10 uçak ile çok sayıda sorti yaptı. Ancak bunun stratejik bir sonucu olmadı. Zaten 7 Aralık gecesi bu akınlar da kesildi. HTŞ’nin kolay zaferinin sebeplerinden en önemlisi şüphesiz Rusya’nın ve İran’ın savaşmayan Suriye ordusuna destek vermenin taktik sonuçlar doğursa da stratejik sonuçlar doğuramayacağını görmüş olmalarıdır. Rusya 3 yıldır Ukrayna’da Özel Askeri Harekâtını sürdürüyor. Ukrayna karşısında her geçen gün başarı sağlayan RusyaTrump iktidara geldiğinde ateşkesin yaklaşacağını değerlendirdiğinden önümüzdeki 36 günde Dinyeper Nehrine kadar olan ilerlemesinde azami alan kazanmanın ve masaya bu şekilde oturmanın hesabını yapıyor olabilir. Tam bu kritik anda kendi vatanı için savaşmayı reddeden bir ordunun yanında durmamayı tercih etmiş olabilir. Benzerini Vietnam ve Afganistan’da Amerikan askerleri için de gördük. ABD her ikisini de kaçar gibi terk etmişti. Yaşanan bu durumu başka bir perspektifte 1944 yılında Kremlin’de ABD (Roosevelt) olmaksızın Stalin ile baş başa oturan Churchill’in Doğu Avrupa (Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Macaristan ve Yugoslavya’) nın etki alanlarını bölüşmesindeki yüzdeler anlaşmasına benzetiyorum. Yunanistan’da o günlerde Almanlar gitmiş ve komünistler iktidara gelmişken, Churchill’in batı %90 Sovyetler %10 önerisine, Stalin, kara sınırlarına çok daha yakın olan ülkelerde artmış Sovyet etkisi nedeni ile uzun düşünmeye bile gerek kalmadan dakikalar içinde evet demiş ve Akdeniz’in en kritik ülkelerinden birisi olan Yunanistan’ı İngiltere’ye bırakmıştı. Bugün de kendi ülkesel bütünlüğü ve başta insan kayıpları açısından çok daha önemli olan Ukrayna cephesi için Suriye’yi feda etmiş olabilir. Bu jeopolitik açıdan mantıklı görülebilir. İran’ın durum daha farklıdır. Lübnan’da İsrail’in el telsizleri ve çağrı cihazlarını patlatması; İran topraklarında suikast düzenlemesi, Lübnan Hizbullah’ının liderini ve diğer yöneticilerini dünya tarihinde bir grup kişiyi öldürmek için benzeri görülmemiş çok büyük bir hava saldırısı ve Dresden bombardımanını aratmayacak ateş gücü ile imha etmesi, yıllardır büyük ekonomik ambargolar ve yaptırımlar altında kıvranan İran’ın Levant bölgesinden gerilemesini tetiklemiş olabilir. HTŞ’nin bu askeri başarısının benzer bir örneği Irak’ta 10 yıl önce yaşanmıştı. 4 Haziran 2014’te sayısı 800 ile 1500 arasında IŞİD militanları 30 bin asker ve 30 bin polisten oluşan Irak güvenlik güçlerinin varlığına rağmen Musul şehrini işgal edebilmiştir. 6 gün süren çatışmalar sonucunda Musul‘un tümü IŞID’e geçmişti. O günlerde 500 bin sivil çatışmalardan kaçmak için Musul’dan göç etmişti. Suriye’de yaşananlar da Musul örneğindeki gibi tipik bir düzensiz ordu ve istihbarat ajansları müşterek harekâtından farklı değildir. Sorun bu gruplar ve bu tip askeri zaferler devlete istikrar ve huzur getirebilir mi? 

Günümüzde ABD’nin liderliğini yaptığı müesses batı dünyası jeopolitik çatışma dönemini 11 Eylül 2001 sonrası tek taraflı başlatmıştı. 1945-1990 arasında Avrasya kıtasında oluşan ABD-Sovyet dengesinin Sovyetlerin tek kurşun atmadan geri çekilmesi ile ortadan kalkması ABD’nin büyük bir merkezkaç kuvvetle tüm dünyaya hâkim olması ihtirasını artırdı. İsrail de ABD’nin soğuk savaştan bu kadar kolay şekilde burnu kanamadan çıkmasından nemalanmak istedi. Etrafındaki tehdit kuşağını ABD sayesinde yok etmeyi hedefledi. ABD, 90’ların başında, 1973’te Vietnam geri çekilmesi, OPEC krizi ve iç ekonomik kriz ile başlayan süreçteki gerilemesinin durduğunu ve hegemonik dünya sahnesine 1945 şartlarından çok daha iyi koşullarda geri döneceği anlayışına kapılmıştı. Çin yanındaydı, Sovyetler parçalanmıştı. Bu şartlar altında ortaya çıkan yeni konjonktür, Amerikan jeopolitiğinin zirve yaptığını gösteriyordu.  Bu durum Rusya’nın 2008 Gürcistan ve 2014 yılında Kırım müdahalesi ile son buldu. ABD 2019 yılında Büyük Güçler Rekabet Dönemini başlatmak zorunda kaldı. Böylece jeopolitik bilek güreşi 29 yıl sonra geri gelmişti. Ancak 2019 yılına kadar da ciddi boyutlarda mıntıka temizliği yapılmıştı. Avrupa tamamen kendine bağlanmıştı. Rus deniz gücü Adriyatik ve Baltık’tan uzaklaştırılmış ya da etkisi azaltılmıştı. Irak, Libya parçalanmış, Suriye’de iç savaş devam ediyordu.  Ancak 2019’da yükselen Çin vardı ve ayrıca kendini toparlamış ve eski etki alanında yeniden var olmaya çalışan Rusya ile İran hegemonik dengeye büyük meydan okuma içindeydi. İran desteğindeki Lübnan Hizbullah’ı ile Yemen’de İran desteğindeki Husiler hem ABD hem de İsrail çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturuyorlardı. Lübnan’a İran’ın gönderdiği silahlar Suriye üzerinden intikal ettiriliyordu. İsrail için tercihen hem Suriye hem de İran etkisiz hale getirilmeliydi. 7 Ekim 2023 Hamas saldırıları aynı 11 Eylül 2001 saldırıları kimyasında İsrail ve ABD’ye uzun soluklu bir stratejinin uygulanması için gerekçe sağladı.  8 Aralık 2024 günü Suriye rejimi düştü ve İsrail için son 76 yılın en büyük fırsat kapısı açıldı. Ancak bu kapı tüm bölge ülkeleri için büyük bir belirsizliğin de kapısını açtı. Bugün Suriye’nin cihatçı köktendinci teröristlerin kalesine dönüşme ve kendi içlerinde savaşma potansiyeli gerçekte Yakın ve Orta Doğu’yu korkutuyor. Suriye halkı zaten son 21 yıldır ağır ambargolar altında inlerken, 2015 ABD’nin petrol bölgelerini işgal etmesiyle enerjiden de yoksun kaldı. Şimdi aynı acıları cihatçı ve köktendinci bir rejim altında çekmeye devam edecek. 

SURİYE, KENAR KUŞAK JEOPOLİTİĞİ VE İSRAİL GÜVENLİĞİ

Suriye’de sadece rejim değişikliği değil aynı zamanda ülkenin ayrı bölgelere ayrılması esas alınacaktır. Parçalanmış bir Suriye, aynen parçalanmış Irak ya da Libya gibi ABD jeopolitiğine çok daha verimli hizmet edebilir. Bugün 1946 sonrası 78 yıllık devlet geleneği olan Suriye’de rejim, cihatçı çetelerin insafına emanet edilmiştir. ABD hegemonyası için amaca erişmek için her yol mübahtır. Ancak ekilen zehirli tohumların yarın ne olacağı asla düşünülmez. Düşünülen tek şey bu kazanımın kenar kuşak ve İsrail jeopolitiğine ne kazandırdığıdır. Şüphesiz Suriye’deki rejimin ABD ve İsrail vekiline dönüşmesi ve gelecekteki belirsizliğin İsrail’in 8 Aralık 2024 sonrası ülkeye yaptığı yüzlerce sortilik ağır bombardıman ve işgal ile Suriye Silahlı Kuvvetlerinin tamamen imha edilmesinden sonra asgariye indirilmesi, İsrail için hayal edilemeyecek derecede değerli bir sonuçtur. Bu yönü ile Suriye üzerinden Lübnan Hizbullah’ına getirilen cephane envanterinin belirli bir bölümü yok edilmiş olabilir. Ayrıca İran’dan önce Irak’a oradan da Suriye’ye intikal ettirilen silah ve cephanenin ulaşım hatları üzerindeki köprüler, viyadükler, tüneller, bağlantı noktaları ve yollar imha edilmiş olabilir. Suriye alt yapısının yıllarca kullanılamayacak olması ve İran ile bağlantısının kesilmesi ABD ve İsrail’in gelecekte İran’a askeri bir müdahalede bulunması durumunda ciddi avantaj sunacaktır. Zira Suriye hava sahasını kısıntısız kullanabilecek, Fırat doğusundaki Kürt askeri alt yapısından istifade edebilecektir. ABD için kenar kuşak jeopolitiğinde en büyük kazanım şüphesiz kenar kuşağın Ortadoğu bacağındaki en önemli askeri unsuru olan İsrail’in güneyinden sonra kuzeyinde de stratejik otonomiye sahip olmasının artık tamamlanmış olmasıdır. İsrail ve ABD’yi bölgede dengeleyecek kuvvet kalmamıştır. İran savunmaya geçecektir. Gerçekte gerileyen, her alanda itibar ve moral üstünlüğünü kaybeden iki güç Suriye başarısından sonra artık sınır tanımayacaktır. Örneğin Rusya’nın Tartus ve Hmeymim üslerinin korunmasının mevcut koşullarda çok zor olacağını söyleyebiliriz. Ukrayna Savaşı bitmeden ve Türk Boğazları Askeri trafiğe açılmadan Rusya’nın Suriye’deki üslerine açık tehdit oluştuğu bir durumda savunması son derece güç olacaktır. ABD gibi bir jeopolitik gücünü denizden alan bir devletin bugünkü koşullarda Rusya’nın Akdeniz’de üs olanağını devam ettirmesine sıcak bakacağını söylemek de gerçekçi olmaz. O nedenle yakın bir gelecekte Rusya’nın Suriye devleti ile yaptığı 49 yıllık kira sözleşmesinin iptal edilmesi gündeme gelebilir. 

ABD VE İSRAİL’İN KUKLA KÜRT DEVLET HEDEFİ

Irak ve Suriye Kürtlerinin birleşerek kukla Kürdistan kurması ve Suriye üzerinden denize çıkması ABD ve İsrail jeopolitiğinin en önemli hedeflerinden birisidir. Bu hedef 104 yıl önceki Sevr Anlaşmasının 62-64 Maddeleri ile ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın 106 yıl önceki ünlü 14 noktalık ilkelerinden 12. Maddede dolaylı olarak geçmektedir. İsrail Başbakanı Netanyahu, Kürtlerin bağımsızlık arzusunu açıkça tanıyan ve deklare eden tek liderdir. Netenyahu 2017’de ABD Kongre üyeleri ile konuşurken, “İsrail, Kürtlerin bağımsızlık umutlarını desteklemeli” demişti. Daha sonra da başka bir konuşmasında şunları söylemişti: ‘’Artık koşullar olgunlaşmış ve zamanı gelmiştir. İsrail-Kürt ittifakı İsrail için stratejik bir güvenlik ve diplomasi aracı olacaktır. İsrail ile derinleşen bir ittifak, her iki taraf için de önemli bir avantaj olur. Gelişmeler İsrail’in güvenliği açısından önemlidir.” İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar ise göreve başlarken yaptığı konuşmada özetle şunları söylemişti: “Kürtler dört ülkeye bölünmüştür. Kürt halkı siyasi bağımsızlığı olmayan en büyük milletlerden biridir. Onlar bizim doğal müttefikimizdir. Siyasi bağımsızlığa kavuşmaları gerekir. Kürtler, İran ve Türkiye’nin baskı ve saldırganlığının kurbanıdır. Irak’ta özerkliğe sahiptir. Suriye’de ise fiilen özerktir. Kürtlerle bağlarımızı güçlendirmemiz gerekiyor. Bunun hem siyasi hem de güvenlik boyutları var.” 

Türkiye 1991’deki Birinci Körfez Savaşı ve 2003 ABD’nin Irak işgal operasyonundan sonra üst üste büyük hatalar yaptı. Irak kuzeyinde uçuşa yasak bölge ilanı ve Çekiç Güç harekâtına destek olması örneklerdir.  2003 Amerikan işgali ile Irak Kürt bölgesinin özerk yapısının tanınması sonrasında başkent Erbil’e özellikle 2008 sonrası binlerce Türk iş adamı ve firmanın akın ederek güneyimizde gelecekte Türkiye için stratejik riskler ve tehditler oluşturacak bir yapının alt yapı ve ekonomik gelişmesine destek verildi. Diğer bir deyişle güneyimizde bir Kürt devletçiğinin kurulmasına izin verdik. Korkarım ki son gelişmelerden sonra arkasına ABD ve İsrail güçlerini alan Suriye Kürtlerinin de Irak benzeri bir sonuca gitmeleri beklenmelidir. Bugün PYD, Fırat doğunda hem su kaynaklarına hem de petrole sahiptir. Suriye’de ABD tarafından silah ve para yardımıyla beslenen ve sayıları on binlerle ifade edilen silahlı güç YPG bugün Türkiye ile çatışma halindedir. Türkiye’nin 2016 yılından özellikle FETÖ Darbe girişimden sonra bölgede başlattığı Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatları olmasaydı Suriye’de Fırat batısındaki Kürtlerin denize çıkmaları ve Fırat doğusundaki Kürtlerle birleşmesi kaçınılmaz olabilirdi. Türkiye için Suriye’deki rejim değişikliğinden sonra oluşacak en kötü senaryo şüphesiz Fırat doğusundan ilerleyen Kürtlerin Golan bölgesine erişerek İsrail ile birleşmesidir. Halen Kürt korumasında olan Suriye hidrokarbon kaynakları da böylece İsrail ile buluşabilecektir. Bu durum petrolde dışa bağımlı İsrail için büyük kazanım olacaktır. Gelecekte Fırat’ın doğusundaki zorlama Kürt bölgesi Irak Kürt Bölgesi ile birleşirse bu kez de Irak petrolü İsrail’e erişim imkânı bulabilecektir. Diğer yandan bölgedeki Kürtlerin gelecekte ABD ve AB güvencesinde PKK ve Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek Türkiye’den de parça koparması ABD jeopolitiğinin nihai arzusudur. Böylece 21 yüzyılda her geçen gün yokluğu artacak olan en önemli iki stratejik kaynak olan su (Fırat ve Dicle Havzası) ve gıdanın (GAP Ziraat Bölgesi) kontrolünde etkili olabilecektir. 

ÇOK KUTUPLU DÜNYA SURİYE KAYBINDAN ETKİLENİR Mİ?

Suriye’de rejim değişikliği ve Suriye’nin direnç ekseninden kopması çok kutuplu dünya için önemli bir kayıptır. Ancak oyun değiştirici değildir. Hegemonya değişim kararının Batı Pasifik’te verileceğini hatırlatalım. ABD, Çin ile bir savaşı göze alamaz ise kenar kuşakta yaşanan Suriye veya Ukrayna benzeri savaşlar ve rejim değişiklikleri büyük bir savaşın içindeki muharebeler olarak kalacaktır. Asıl olan en büyük hesaplaşmadır. Unutmamak gerekir ki hiçbir muharebe, savaşın sonucundan daha önemli değildir. Rusya, Ukrayna ile Suriye arasında bir seçim yapmış ve jeopolitik önceliğini Ukrayna’ya vermiştir. ABD’nin amacı Rusya’yı tüm denizlerden tecrit etmek ve kenar kuşak üzerinde çıkacak her fırsatta yıpratarak, meşgul ederek Çin, İran ve Hindistan ile güç konsolidasyonuna gitmesini önlemektir. Suriye’de yaşananlar sırasında Romanya’da hukuki Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını iptal ettirmek; Gürcistan’da parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini neredeyse 2 aya yakın zamandır halk hareketine dönüştürecek seviyede dışardan getirilen binlerce protestocu ile kışkırtmak tesadüflerle izah edilemez. ABD, bu tip çalı ateşleri ile Rusya’da büyük bir yangın çıkarmak ve gelecekte Çin ile yaşanacak büyük hesaplaşmaya Rusya’nın topal ördek olarak destek veremeyecek duruma gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Zira Çin yenilirse ardından Rusya’nın parçalanması için yol açılacaktır. Diğer yandan batının Suriye başarısı Ukrayna cephesinde her geçen gün ilerleyen Rusya’nın 20 Kasım’da fırlattığı Oreshnik balistik füzesinin batıda yarattığı stratejik şok ile Kazan’daki BRICS Zirvesinin son derece müspet sonuçlarının batı başkentlerinde yarattığı moralsizliği gidermeye katkı sağlayacaktır. Bu başarı aynı zamanda çok kutuplu dünya düzenine geçmek isteyen küresel güney ile BRICS üye ve adaylarına da göz dağı vermeye yarayacaktır. Başta Körfez ülkelerine yıkılan heykeller üzerinden ciddi mesaj verildiğini değerlendiriyorum. ABD, bulduğu ucuz kanı, niteliğine bakmadan çok iyi pazarlayarak kullanabiliyor. Suriye’de büyük bir terörist ordusu bulundurmakla kalmadı, aynı zamanda medya alanı üzerinde önemli bir kontrol sağlayarak dünya kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda etkileyebildi. Colanı buna en güzel örnektir. BM terör listesinde olan, başına ödül koyulan bir terörist şimdi blazerli devlet adamı olarak lanse ediliyorsa oksimoron bir durum söz konusudur. ABD sanayisi ve askeri gücü bugün ciddi zafiyet içindedir ancak 10 sente bastığı dolarlar sayesinde siyasi müdahale etme ve kumpas kurma, ters bayrak operasyonu icra etme yeteneğini korumaktadır. Ancak gücünü üretimden almayan ve sadece ucuz kana bağımlı bir devlet bu süreci devam ettiremez. Henüz savaşlar deniz ortamına yansımadı. Çin ile deniz ortamında başlayacak büyük hesaplaşma başta gemi inşa yeteneği olmak üzere ABD’nin üretim gücünün düşüklüğü nedeni ile çok zor geçecektir. ABD’nin Asya Pasifik’te Suriye’deki gibi basit ve ucuz şeklide bir zafer elde etmesi imkansıza yakındır. Bu gerçek önümüzdeki olayları şekillendirecektir. 

BATI DESTEKLİ BORU HATTI VE TİCARET YOLU SAVAŞLARI

Suriye’de devam eden iç savaşın en büyük nedenlerinden birisi, iki boru hattı projesiyle iç içeydi.  İran’ın Irak üzerinden Suriye’ye ve Avrupa’ya ihracat için Akdeniz’e uzanan İran-Irak-Suriye Boru Hattı (Dostluk Boru Hattı) ilk proje idi. İkinci Proje Katar‘dan Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye (veya Irak) üzerinden geçen Katar-Türkiye Boru Hattı projesi idi.  Esad hükümeti 2009’da bu projeyi redderek, İran’ın projesini tercih etti. Bu durum Körfez ülkeleri ve Türkiye’nin isyancı grupları desteklemesiyle bölgesel muhalefeti teşvik etti. Yeni durumda Katar -Suriye- Türkiye hattı gündeme gelebilir. Ancak pahalı ABD LNG gazına alıştırılan piyasaların ucuz Katar gazına dönmesine ABD’nin bakışı ne olur? onu zaman gösterecektir. Uluslararası Ticaret Koridorları bakımından da yepyeni konjonktürle karşı karşıya kalınacaktır. Suriye’de iç istikrar sağlanamaz ve değişik etnik ve mezhep grupları arsında savaş devam ederse Suriye’nin Uluslararası ticaret koridorlarına entegrasyonu gecikebilir. Suriye’nin çöküşü veya siyasi istikrarsızlaşması, ABD ve İsrail’in en önemli projesi olan Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’nun (IMEC) uygulanabilirliğini ve işlevselliğini önemli ölçüde etkileyebilir. Özellikle güvenli kara geçiş yolları veya çatışma bölgelerine yakınlık gerektiren projeler devam eden istikrarsızlık nedeni ile yatırımları caydırabilir ve koridor için gerekli altyapının geliştirilmesini zorlaştırabilir. Suriye’de devam eden istikrarsızlık özellikle Kürt ayrılıkçılarla Türkiye arasında yaşanacak gerilimler bölgesel riskleri daha da artırabilir, iş birliğini karmaşık hale getirebilir. Suriye’nin çökmüş devlet kurumları ve başta cihatçı çeteler olmak üzere çeşitli hizipler arasındaki parçalanmış statüsü Suriye’nin geçiş noktası veya koridora katkıda bulunacak ortaklık olasılığını azaltıyor. Suriye’deki iç karışıklık istikrara dönene kadar batının çok önem verdiği IMEC’te aksamalara yol açabilir. İstikrarlı bir Suriye, Akdeniz limanlarına veya kara yollarına erişimi artırabilirdi. Suriye’nin çöküşü, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) gibi alternatif girişimleri teşvik edebilecektir. Diğer yandan İsrail ve ABD’nin Mısır’a sonsuza kadar güvenemeyeceği nedeniyle 1960’ta ortaya atılan Süveyş Kanalına alternatif, Akabe Körfezini Gazze kıyısına bağlayan Ben Gurion Kanal Projesi, Gazze müdahalesinden sonra tekrar gündeme getirilmişti. Suriye’nin düşmesi ile bu projeye de hız verilecektir. 

GELECEK?

ABD liderliğindeki batı dünyası Suriye halkını 14 yıl boyunca acımasız yaptırım ve ambargolar, terörist istilaları ve Suriye’nin temel enerji kaynaklarının işgali ile ağır şekilde cezalandırdı. Suriye halkı kıtlığa mahkûm edildi. Yiyeceksiz, susuz, elektriksiz, yakıtsız ve geçim kaynaklarından mahrum bırakıldı. Neticede Suriye 13 yıldır kuşatmaya uğramış bir kale gibiydi ve 8 Aralık’ta düştü. Ancak en trajik olan, bir ulus devleti cihatçı çetelerin ve kafa kesen lejyonerlerin teslim almış olmasıdır. 1918’de Lawrence öncülüğünde başlayan Arap isyanında Şam’ı Türk validen teslim alan ünlü İngiliz General Allenby idi. Onun verdiği izin ile kaleye Haşimi Hanedanının forsu çekilmişti. Şimdi uygarlıktan ve kural temelli dünya düzeninden bahseden batı dünyası HTŞ’yi terör listesinden çıkarmayı ve başına milyonlarca dolar ödül koyulmuş olan Colani’yi seçkin bir devlet adamı konumuna getirmeyi planlıyor. Suriye halkı böyle bir devlet başkanını ve rejimi nasıl kabul edecek? Arap dünyasında en gelişmiş insan kalitesine sahip olan Suriye, aynı zamanda liman halklarına da sahiptir. Afganistan gibi davranması beklenemez. O nedenle Suriye’de temel sorun Colani ve örgütü HTŞ’nin meşruiyeti ve özgül ağırlığının ülkeyi bir arada tutup tutamayacağıdır. Şahsen tutamayacağını ve çok ciddi mezhepsel ve etnik karmaşanın çıkabileceğine inanıyorum. Aleviler, Dürziler, Sünniler, Şiiler, Türkmenler ve Kürtlerin böylesi bir parçalı devlette nasıl bir arada yaşayacağı; doğal kaynak zenginliklerinin nasıl paylaşılacağı ciddi sorunlardır. Halen ABD ve İsrail adına petrol bölgesinde bulunan Kürtler kendi iradeleri ile oradan çıkabilir mi? HTŞ içinde yer alan yabancı terör unsurları ne olacaktır?  Bu lejyonerler kendilerine en çok parayı veren başka örgütlere geçerse ne olacaktır?  Bu nedenle Suriye’den Libya, Irak veya Lübnan benzeri senaryolar çıkabilir. Şartlar ne olursa olsun Türkiye artık hem PYD, hem de özü cihatçı teröre dayalı HTŞ ile komşudur. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ideolojisinin en temel iki değeri olan laiklik ve ulus devlet kavramlarına baş düşman iki kanserle sınırdaş olmuştur. İki kanserin sahipleri ABD ve İsrail’dir. Cumhuriyet kurulduğunda dahi bu denli ciddi iki tehlike aynı alanda aynı anda oluşmamıştı. Devletin tepesindeki şahsiyetler geçtiğimiz günlerde sık sık İsrail ile savaşabileceğimizden söz ediyorlardı. Kastettikleri senaryo acaba bu muydu? O zaman neden Suriye’deki rejim değişikliğinden hükümet bu denli memnun. Ortada yine oksimoron bir durum yok mu? 

Diğer yandan Suriye Kürtlerinin arkalarında duran Amerikan CENTCOM Komutanı ve dolayısı ile ABD gücü sayesinde geri adım atmayacaklarını, ABD’nin sınırsız askeri desteği ile Türkiye’ye direneceğini değerlendiriyorum. Zira onlara bu kararı aldıracak olan Kürt liderliği değil, Amerikan liderliğidir. ABD, Fırat doğusunda Irak Kürtleri ile Suriye Kürtlerini birleştirerek bağımsız kukla bir devletin kurulması için gayretlerini yoğunlaştıracaktır. Bu vizyondan Trump iktidarının da vaz geçeceğini düşünmüyorum. Türkiye’ye zehirli elma şekeri verilerek jeopolitik ortam zamanla şekillendirilecektir. Zira bu vizyon aynı zamanda İsrail vizyonudur. İsrail ve ABD çıkarlarının birleştiği ve Ankara’nın direndiği bir durumda Türkiye’ye ekonomik, finansal ve hatta askeri hamlelerle büyük baskı uygulanacağı beklenmelidir. Neticede PYD bölgede ABD ve İsrail devletinin desteğiyle ağır silahları olan tam teçhizatlı ordu tutmaktadır. Bu orduyu Türkiye, 2009 sonrası rota değiştirmeyip Adana Mutabakatı paralelinde Suriye ile iş birliği içinde hareket etseydi daha etkin şekilde çevreleyebilirdi. Bugün bölgede tek başınadır. İktidarın iç siyasetteki oylarını konsolide etmek için her zaman kullandığı İsrail düşmanlığı samimi ise, Suriye’de İsrail’i caydırmak için en büyük risk ve tehditi oluşturan İran Hizbullah’ının etkisinin artık kalkmış olmasından nasıl memnuniyet duyulur? İktidarın ve destekçilerinin Şii – Sünni ayrımı nedeni ile mevcut durumu memnuniyetle karşılamaları anlaşılır gibi değildir. Diğer taraftan ABD ve İsrail desteğindeki PYD ordusu gelecekte Türkiye sınırlarına ve çıkarlarına zarar vermeye başlar ve Türkiye’ye ateş düşerse ve Ankara Brüksel’e ‘’ NATO Anlaşması 5. Maddesini işletin’’ derse alacağı cevabı tahmin edebiliyorum. 

Makaleye İngiliz Ajanı Arkeolog namı diğer Arabistanlı Lawrence ile başlamıştım. Lawrence İngiltere’de Trafalgar Kahramanı Amiral NelsonWaterloo Kahramanı Duke of Wellington, İkinci Dünya Savaşı Kahramanı Başbakan Churchill ile aynı seviyede kahraman kabul edilir. Ünlü St. Paul Katedralinde dördünün heykeli bulunur. İngiltere tarihinin en büyük nişanını Kraldan almıştır. Diğer büyük adamların yanında yer almasının temel nedeni bugün, Arapları Türk boyunduruğundan kurtarmak için 109 yıl önce giriştiği ayaklanmanın sahibi olmasıdır. Bugün Arapların bitmek bilmeyen kan ve göz yaşlarının temelini oluşturan Filistin, Irak, Suriye ve Lübnan trajedilerinin başlangıç fitilini ateşlemiş olmasıdır. Maalesef Arap Dünyası parçalanmış şekilde kalmaya devam ederse bu trajedi çok daha uzun yıllar sürecektir. T.E Lawrence Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal liderliğinde değişik kabileleri Türk Ordusuna karşı savaştırmak için iknaya çalışırken çok zorlanıyordu. Bir defasında Arap bir kabile liderine şöyle demişti: ‘’Araplar kabileler arasında savaştıkça, sizin gibi açgözlü, barbar ve zalim, küçük bir halk, olarak kalacaklardır.’’

Bunları da sevebilirsiniz