Bir önceki yazıma kaldığım yerden devam ediyorum.
Kurumların serbestlik seviyesi ve ekonomik büyüme arasında pozitif korelasyon olduğunu gösteren pek çok çalışma var (Aron, 2000) (Chang, 2007). Bununla birlikte bu çalışmaların pek çoğu yatay-kesit verisi kullanılarak, yani zamanın sabit tutulduğu verilerle yapıldı. Bunun dezavantajı, geçen zaman içinde değişen etkilerin incelenememesi. Bu kurumların kalkınmaya etkisini incelemek için büyümenin zaman içinde nasıl değiştiğinin incelenmesi daha doğru olur.
Neoliberal politikalara adapte olmaya çalışan gelişmekte olan ülkelerin 1980-2010 yılları arasındaki büyüme oranlarına baktığımızda ise Sahra Altı Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde çok sert düşüşler yaşandığını görüyoruz. Ancak önerilen kurumlara adapte olmaya başlamadan önceki büyüme oranları daha iyi seyretmekteydi. Dünya Bankası verilerine göre 1960 ile 1980’ler arasında Latin Amerika’da kişi başına düşen gelirdeki büyüme yılda %3,1, Sahra Altı Afrika’da ise %1,6 oranındaydı. 1980 ile 2009 arasındaki büyüme oranları sırasıyla yılda %1,1 ve yılda %0,2’ye düştü.
1997 Asya mali krizinden etkilenen ülkelerden biri olan Güney Kore’ye, IMF, ABD Hazine Bakanlığı ve diğer ilgili kurumlar tarafından kapsamlı bir kurumsal reform başlatması ve özellikle finans ve kurumsal yönetimle ilgili olarak GSI’ları (Global Standard Institutions – Küresel Standart Kurumları) benimsemesi söylendi. Ancak, bu reformların uygulanmaya başlanmasının ardından büyüme trendi yükselmek yerine oldukça dramatik bir şekilde düştü. Kişi başına düşen gelir büyümesi önceki dört on yıldaki yıllık yaklaşık %6’dan krizden sonra %4’ün altına düştü.
Bununla birlikte II. Dünya Savaşı ve Neoliberal politikalar öncesi 1970’ler arasındaki dönemi incelersek; Kapitalizmin Altın Çağı yaşanıyordu ve bu dönem Neoliberal politikalardan çok farklı olan; finansal faaliyetlerde ağır kısıtlamalar, sanayi ve finansın millileştirilmesi, işçileri koruyan yasalar, daha yüksek vergiler, refah devleti vb. uygulamalar hâkimdi. Kalkınmış ülkeler bu dönemde klasik liberalizm döneminden (1820-1950) üç ila dört kat ve sonraki Neoliberal dönemden (1980-2009) iki kat daha hızlı büyüdüler. Kişi başına düşen gelir büyüme oranı Altın Çağ’da neredeyse %4 iken, ondan önceki dönemde (1820-1950) %1-1,5’in biraz üzerindeydi. 1980 ile 2009 arasındaki Neoliberal dönemde %1,7’ydi (Andrew Glyn, 1990).
Kurumların Kalitesinin Ölçülmesi
Kurumların kalitesini doğası gereği ölçmek, eğer imkânsız değilse, çok zordur. Hâlihazırda kurumların kalitesini ölçen Heritage Foundation Economic Freedom Index, The World Bank Governance Indicators (WGI) gibi endeksler vardır ancak bunlar gibi endekslerin verilerinin yanlı olabileceğini düşünmek için gerekçeler vardır.
Bu endeksler genellikle serbest piyasa politikaları savunucusu ve Anglo-Amerikan kurumlarına yanlı kuruluşlar tarafından oluşturulur. Eğilimleri göz önüne alındığında, büyümeye yardımcı olabilecek ancak liberalleşme anlatısına uymayan kurumları (örneğin refah devleti) belirlemeye ve ölçmeye çalışmazlar.
Bu endekslerin çoğu (özellikle yabancı) iş insanları ve akademisyenler gibi uzmanlar arasında yapılan anketlere dayanmaktadır. Ancak bu kişilerin çoğu ABD’de eğitim almıştır. Dolayısıyla Anglo-Amerikan kurumlarına ve serbest politikalara yanlı olmaları hayli muhtemeldir. Taraflı olmaları göz önüne alındığında, söz konusu ülke ekonomik olarak iyi durumdaysa, bir ülkenin kurumunu daha liberal olarak değerlendirmeleri ve onlara gerçekten hak ettiklerinden daha yüksek kaliteli puanlar vermeleri muhtemeldir – birçoğu için, iyi durumda olan bir ülke, tanımı gereği, liberalleştirilmiş kurumlara sahip olmalıdır.
Kişilerin yanlılığını göz ardı etsek bile, anket sonuçları niteliklerini ölçmeyi amaçladıkları kurumların içsel kalitesinden ziyade, iş dünyasının genel durumundan güçlü bir şekilde etkilenmektedir (Rodrik, 2009). Örneğin, 1997 krizinden önce Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerindeki kurumların oldukça iyi olduğunu ve geliştiğini düşünen birçok kişinin fikri kriz patlak verdikten sonra aniden değişmişti ve bu ülkelerin kurumsal eksikliklerini eleştirmeye başlamışlardı (Chang, 2000).
Dolayısıyla kurumsal kalite ölçülürken iyi durumda olanın hak ettiğinden daha iyi puanlar alması, kötü durumda olanın hak ettiğinden daha kötü puanlar alması muhtemeldir. Bu durum da bu verilerle yola çıkan ekonometrik modellerin güvenilirliğini sarsmaktadır.
Ve çok önemli bir başka sorunda kurumlar, mülkiyet hakları, yönetişim gibi kavramların aslında somut pek çok farklı unsurun bileşimi olmasıdır. Bu kavramlar birbirinden farklı pek çok unsurdan oluşuyorken onları kurumlar gibi bir bileşimde toplayıp ölçebilmek ne kadar mümkündür? İçlerinde açıklaması daha basit duran mülkiyet hakları sistemi bile arazi hukuku, şehir planlama hukuku, imar hukuku, vergi hukuku, miras hukuku, sözleşme hukuku, şirket hukuku, iflas hukuku, fikri mülkiyet hukuku ve ortak mülkiyetle ilgili teamüller şeklinde başlayıp devam edebileceğimiz pek çok unsuru içinde barındırır. Bunların her birini tek tek ele almadan sonuca varılabilir mi? Hepsini birleştirip hüküm vermek akıllıca mıdır?
Ayrıca bu endeksler çoğunlukla birbiriyle uyumlu olmayan yapısal değişkenlerle (demokrasi, bağımsız yargı, devlet mülkiyetinin olmaması) işlevsel değişkenleri (hukukun üstünlüğü, özel mülkiyetin korunması, hükümet etkinliği, sözleşmelerin uygulanabilirliği, fiyat istikrarının sağlanması, yolsuzlukla mücadele) birbiriyle karıştırarak tasvir ediyor. Ancak bunlar birbirlerinden farklı değişkenlerdir. Dolayısıyla birbirine karıştırmak güvenilir olmayan sonuçlar verebilir.
Kurumsal Değişim
Liberalleştirme politikalarının istenen sonucu vermemesinde en önemli sorun kurumsal eksiklikler olarak tespit edilmiştir. Bu politikaların gelişmiş ülkelerdeki kurumlara sahip olmayan ülkelerde işe yaramadığı kabul edilip evrensel politikalar önermekten vazgeçilebilirdi ve kendi kurumlarına has özelliklere uygun politikalar uygulanmasına müsaade edilebilirdi. Ancak politikaları değiştirmek yerine kurumların değiştirilmesi anlayışı ağır bastı ve GSI’lar önerildi. Örneğin deregülasyonların sonucu başarısızlık politikanın değil, mülkiyet haklarının zayıflığındaydı. Benzer şekilde; özelleştirmenin yarattığı sorunlar özel mülkiyetin belirli durumlarda işe yaramamasından değil, özelleştirilen şirketlerin yetersiz yasal kurumlar, özellikle hissedar haklarının zayıf korunması nedeniyle iyi yönetilmemesinden kaynaklandığı ileri sürüldü.
Önerilen küresel politikaların işe yarayacağına inanmak için şu temel varsayımı kabul etmek gerekiyor: kurumlar kolayca değiştirilebilir. Ancak kurumlar ve kalkınma konusundaki egemen söylemin tüm aktörleri bu konuda hemfikir değiller.
Kurumsal Değişimde İki Yaklaşım: Gönüllülük ya da Kadercilik
Bazı iktisatçılar kurum değişikliklerinin neredeyse imkânsız olduğuna inanır. Kalkınmanın temel belirleyicisi olan kurumlar iklim ve kültür gibi neredeyse değiştirilemeyen, ancak sömürgeleştirme gibi dış faktörlerden etkilenen faktörlerin bir ürünüdür. Dolayısıyla aslında kaderi yazılmıştır.
Diğer yanda ise siyasi irade mevcutken kurumların değiştirilebilmesinde herhangi bir sorun görmeyen, bu değişimin gönüllülüğe dayandığını öne süren GSI anlatısı vardır. Ülkelerin içine düştüğü tarihsel çukurdan çıkamayacağını kabul etmemekle beraber, GSI anlatısının aşırı gönüllülük yaklaşımı tamamen temelsizdir.
Bu yaklaşıma göre GSI’ların başarısı zaten kanıtlanmıştır. Dolayısıyla rasyonel bir lider, eğer kendisine çıkar amaçlı fayda sağlayan ama sosyal açıdan verimsiz kurumları korumak gibi bir amacı yoksa bu kurumlara adapte olmayı kendiliğinden talep etmelidir. Ancak buradaki tek sorun liderin değişimi başlatma iradesinde değildir.
Öncelikle GSI anlatısının rasyonel-seçim kavramı; kurumların insanların rasyonel seçimlerinin bir ürünü olduğunu düşündürür. Ancak rasyonellik kavramı tarihsel olarak değişiklik gösterir çünkü dönemin kurumlarına bağlı olarak değişir. Günümüzdeki insanlar, liderler ve diğer aktörler günümüzdeki ve önceki kurumların etkisindedirler. Bu kurumların kendi öncelikleri, kendi adalet anlayışı, verimlilik ve rasyonellik kavramları olabilir. Dolayısıyla kendi çerçevelerinde değerlendirildiklerinde aslında rasyonellerken GSI anlatısına göre irrasyonel, verimsiz veya elit bir gruba hizmet eden kurumlar gibi gözükebilir.
İkinci olarak; kurumlar istikrarlı oldukları ölçüde etkilidirler. Dolayısıyla daha baştan tasarlanırlarken değiştirilmeleri zor olacak şekilde oluşturulabilirler ki bu durum kuruma verilen öneme göre artar. Örneğin, anayasa genellikle daha düşük derecedeki yasalara kıyasla çok daha zor değiştirilebilir.
Üçüncüsü, bazen de faydalı bir kurumsal değişikliğin etkili olabilmesi için başka kurumlarda eşzamanlı değişikliklerin olması gerekir (Aoki, 2007). Örneğin, arazi reformu, yalnızca mülkiyet değişikliklerinin, yeni küçük toprak sahiplerine uygun maliyetli girdiler (ör. kredi, altyapı, gübre) sağlayabilecek kooperatifler, kamu sulama kuruluşları, kamu kırsal bankaları gibi kurumların tanıtımıyla birlikte gerçekleştirilmesi durumunda işe yarar (Chang, 2009). Tamamlayıcı kurumların doğru şekilde tanımlanıp aynı anda uygulanmadığı sürece, yeni bir kurumun adaptasyonu istenen sonuçları getiremeyebilir. Bunlar öngörülüp GSI kurumlarına direnç olduğunda ise direncin bu aktörlerin irrasyonel olmalarından, ya da kendi çıkarlarını düşündüklerinden kaynaklandığını düşünmek yanlış olacaktır.
Bütün bunlara rağmen kurumsal dönüşümün sağlanamayacağını söylemek de yanlış olacaktır. Tarihte pek çok kurumsal dönüşüm örneği mevcuttur. İklim-kültür okulunun geleneksel söylemi, bir ülkedeki tüm kurumların tek bir ‘geleneğin’ nüfuzu altında olduğunu düşünür. Sözgelimi, ABD’deki politik kültür ve dolayısıyla kurumsal evrim süreci, küçük insanların merkezi hükümetin müdahalelerine karşı kendilerini koruma arzusuyla şekillenmiştir. Botsvana’nın çağdaş siyasi kültürü ve yakın dönemdeki kurumsal evrimi ise tabandan katılım ve uzlaşma oluşturma geleneğiyle damgalanmıştır. Ancak gerçekte, bir ülkenin kurumsal yapısı, çeşitli unsurları barındırır ve bu nedenle unsurların kalkınma yanlısı, kalkınma karşıtı veya istediğimiz herhangi bir şey olarak tanımlanabilmesi hangi özel unsurları vurguladığımıza bağlı olarak değişir. Bu anlamda, kültüre ve kurumlara dayanan açıklamalar geriye dönük haklı çıkarmaya (Ex-post justification) dönüşebilir.
Konfüçyüsçülük örneğini ele alalım. Konfüçyüsçülüğün kalkınmayı destekleyen bir kültür olduğu öne sürülür. Eğer onun eğitime verdiği önemi, “göksel yetki” kavramı (tabanın bazı önemli seslerini duyurma ve hanedan değişikliklerini haklı çıkarma), tutumluluk vurgusu gibi kavramları ön plana koyarsanız kalkınma için çok uygundur. Bununla birlikte hiyerarşik (yaratıcılığı baskıladığı düşünülen) yapısını ,bürokrasi eğilimini, zanaatkârlar ve tüccarlara (modern terimlerle mühendisler ve işadamları) duyduğu nefreti vurgularsak, kalkınma için hiç de uygun değildir.
İslam için de aynı şey geçerlidir. Günümüzde algılandığı gibi cihatçı, militarist, kadınları baskı altına alan, odağı ölümden sonrası olan unsurlarını ön plana koyduğunuzda İslam kültürünün kalkınmaya engel olduğunu düşünebilirsiniz. Bununla birlikte serbest ticareti desteklemesi, sosyal hiyerarşiyi kısıtlaması, hukuk geleneği gibi unsurlarını göz önünde bulundurursak kalkınmaya uygun bir kültür olduğu sonucuna varırız.
Bir ülkenin kurumlarının ve altında yatan kültürün büyük ölçüde önceden belirlenmiş, çoğunlukla sabit olduğunu kabul etsek bile, bilinçli tercihler hala büyük bir öneme sahiptir. Bir ülkenin hangi yöne evirileceği, halkının kendi “geleneğini” nasıl yorumladığına, bu geleneğin hangi yönlerini öne çıkardığına ve siyasi ve ideolojik mücadelelerde hangi yorumların galip geldiğine bağlı olabilir. Bu faktörler, aynı kültürel ve kurumsal temellere dayanmasına rağmen, bir ülkenin çok farklı yollar izlemesini mümkün kılar. Ve en önemlisi kültürler ve kurumlar zaman içinde değişirler.
Bu tür kültürel ve kurumsal değişimlerin bir nedeni ekonomik kalkınmanın kendisidir. Ekonomik kalkınma kültürel ve kurumsal değişiklikleri tetikler. Örneğin, sanayileşme insanları daha “rasyonel” ve “disiplinli” hale getirir. Bunun bir kanıtı, ülkeleri yüksek düzeyde sanayileşmeden önce, Almanlar ve Japonların ekonomik olarak daha gelişmiş ülkelerden gelen ziyaretçiler tarafından tembel, irrasyonel ve hatta makine kullanma konusunda doğuştan yeteneksiz olarak tanımlanmış olmasıdır (Chang, Bad Samaritans, 2007). Örneğin 1903 yılında Amerikalı misyoner Sidney Gulick, birçok Japonun ‘tembel ve zamanın akışına karşı tamamen kayıtsız bir izlenim verdiğini’ gözlemledi. Gulick Japonya’da 25 yıl (1888-1913) yaşamış, Japon dilini tam anlamıyla öğrenmiş ve Japon üniversitelerinde ders vermişti. O dönemin Japon kültürel stereotipini – “rahatına düşkün” ve “duygusal” bir halk, “hafif yürekli, gelecekle ilgili tüm endişelerden uzak, ağırlıklı olarak anı yaşayan” bireyler olarak – doğrulayan birçok gözlemi olduğunu ifade etti (Gulick, 1903).
19. Yüzyıldaki ekonomik yükselişlerinden önce İngilizlerin gözünde Almanların durumu da çok farklı sayılmazdı. Hodgskin onları tipik olarak sıkıcı ve ağır bir halk olduğunu anlatıyordu (Hodgskin, 1820). Alman işçiler çalıştıran bir Fransız işvereni Almanların istedikleri zaman istedikleri şekilde çalıştıklarından şikâyet ediyordu (Landes, 1998).
Kültürel ve kurumsal değişimin bir muhtemel nedeni, Marx’a göre, kurumları insanların değiştirdiğidir (ama seçtikleri kurumsal bağlamda değil). Egemen söyleme göre insanları kurumları değiştirmeye motive eden etkenler, önceden belirlenmiş iklim ve kültür gibi faktörlere dayanır. Kontrolü insanların elinde olmayan bu faktörler insanların materyal çıkarları için kurumsal dönüşümü talep etmesine neden olur (Chang, 2005).
Ancak gerçek hayatta insanların yaptığı seçimler, her zaman nesnel ekonomik çıkarlarıyla örtüşmez. İnsanlar fikirleri ve kurumlar onların çıkarlarını nasıl algıladıklarını etkiler (bu da nesnel çıkarların olmadığını gösterir). Kore’de bir devlet kurumu olan Ekonomik Planlama Kurulu çalışanı pek çok bürokrat 80’li yıllarda Neoliberalizmi benimsemişti. 90’lı yıllara gelindiğinde bu bürokratlar kendi kurumlarının kaldırılmasını talep ediyorlardı. Kendi güçlerinden vazgeçmeleri fikirlerine bağlılıklarındandı ve apaçık kendi çıkarlarına aykırıydı.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda bir yandan kültürün ve kurumların doğasının ve değişiminin karmaşıklığını kabul edip, diğer yandan da kurumsal değişimde insan etkenliğinin önemini kabul edersek konuya GSI anlatısındaki fazla iyimserlikten ve kültür-kurum anlatısındaki kadercilikten ayrılarak bakmış oluruz.
Kaynakça
Andrew Glyn, A. Hughes, A. Lipietz, A. Singh . (1990). The Rise and Fall of the Golden Age. Oxford: Clarendon Press, 39-125.
Aoki, M. (2007). Endogenizing Institutions and Institutional Changes. Journal of Institutional Economics, 1-31.
Aron, J. (2000). Growth and Institutions: A Review of the Evidence. The World Bank Research Observer.
Chang, H.-J. (2000). The Hazard of Moral Hazard – Untangling the Asian Crisis. World Development, 775–788.
Chang, H.-J. (2007). Bad Samaritans. London: Random House.
Chang, H.-J. (2007). Understanding the Relationship between Institutions and Economic Development – Some Key Theoretical Issues. London Anthem Press.
Chang, H.-J. (2009). Rethinking Public Policy in Agriculture – Lessons from History, Distant and Recent. Journal of Peasant Studies, 477–515.
Gulick, S. (1903). Evolution of the Japanese. New York: Fleming H. Revell.
H. Chang, P. Evans. (2005). The Role of Institutions in Economic Change. London: Zed Press.
Hodgskin, T. (1820). Travels in the North of Germany vol. I. Edinburgh: Archibald Constable&Co.
Landes, D. (1998). The Wealth and Poverty of Nations. London: Abacus.
Rodrik, D. (2009). One Economics, Many Recipes. New York: Princeton University Press.