Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanmasıyla kurumların ekonomik kalkınmaya etkisi tekrardan tartışılmaya başlandı. Tartışılmaya başlandı diyorum çünkü “kalkınma” konusu ve özellikle kalkınmanın politik yanı uzunca bir süredir ihmal edilmişti ve projelere indirgenmişti. Acemoğlu güçlü ve kapsayıcı kurumların ekonomik kalkınma için gerek şart olduğunu öne sürerek ana akım iktisadın politik iktisadi yaklaşımını güçlendirdi. Ancak -her ne kadar kendisi Neo-liberalizmi insanların kurumlara olan güvenini sarması yönünden eleştiriyor olsa da- Acemoğlu’nun teorileri Neo-liberalizmin öncülüğünü üstlenen IMF-Dünya Bankası gibi kurumlarca Neo-liberalizmi meşrulaştırmak adına kullanılıyor.
Düşünceleri bence en az Acemoğlu’nun düşünceleri kadar kıymetli olan Ha-Joon Chang, “Institutions and economic development: theory, policy and history” isimli makalesinde gelişmekte olan ülkelere dayatılan kalkınma reçetelerindeki “kurumlar” kavramını eleştirel bir gözle değerlendiriyor. Piyasa özgürlüğünü en üst düzeye çıkaran ve özel mülkiyet haklarını en güçlü şekilde koruyan kurumların ekonomik kalkınma için en iyi kurumlar olduğu argümanını eleştirirken mülkiyet hakları ve piyasa ilişkisinin kalkınmaya etkisini basite indirgendiğini düşünüyor.
1990’ların sonlarından itibaren düşük kaliteli kurumların, kalkınamamış ülkelerin kalkınamamasındaki temel neden olduğu fikri yaygınlaştı. IMF ve Dünya Bankası, borç talep eden ülkelerde yönetişimi iyileştiren ”daha iyi” kurumları benimsemelerini gerektiren birçok “yönetişimle ilgili koşulluluk” uygulamaya başladı. Buna ek olarak, zengin ülkeler ikili yardım anlaşmalarına yönetişim kurallarını ekledi. Bu kurumların ortak özelliği ise Anglo-Amerikan ülkelerde hakim olması, piyasanın serbestliğini maksimize etmesi ve mülkiyet haklarını korumaya çok dikkat etmesi. Bu kurumlar Küresel Standart Kurumlar (Global Standard Institutions) olarak adlandırılıyor. Kalkınmakta olan ülkeler GSI’ı benimsemeleri için yıllardır IMF,Dünya Bankası, yabancı derecelendirme kuruluşları, medya, Think-Tank vb. kuruluşlar tarafından baskı görüyor ve özellikle bizimki gibi kırılgan ve sıcak paraya alışkın ülkeler isteyerek ya da istemeyerek GSI’a adapte olmaya çalışıyorlar.
Teorik Sorunlar
Sözü geçen kurumların kalkınmanın temel nedeni olduğu kabul edilirken kalkınmanın kurumları nasıl etkilediği, ve dolayısıyla etkileşim içinde oldukları göz ardı ediliyor (Acemoğlu istisnai olarak etkileşimi göz önünde bulundurmakla birlikte modelinde ampirik olarak nedenselliği kurumlardan kalkınmaya kuruyor). Ekonomik kalkınmanın kendisi kurumları değiştiriyor.
-
Ekonomik büyümeden kaynaklanan artan zenginlik daha nitelikli kurumlara yönelik talebi artırabiliyor(daha şeffaf, hesap verilebilirliğin daha yüksek olduğu kurumlar)
-
Artan zenginlik, daha nitelikli kurumları oluşturmanın maliyetlerini(finansal veya beşeri olabilir) daha uygun hale getirebilir.
-
Ekonomik kalkınmanın sağlanması yeni ihtiyaçlar doğurur ve yeni kurumlara ihtiyaç duyulur. Ekonomik kalkınma değişim talep eden yeni aktörler ortaya çıkarır(18. Yüzyıl sanayi burjuvazisi büyük toprak sahiplerine karşı bankacılığı destekledi. 20. Yüzyıl başlarında yükselen işçi sınıfının taleplerine karşılık refah devletini yaratan kurumlar kuruldu, işçi yasaları çıkartıldı.)
Hatta ilişkinin ters yönlü olduğunu bile ortaya koyabilecek pek çok bulgu mevcuttur çünkü bahsedilen kurumların çoğu kalkınmış ülkelerin kalkınmasından sonra kuruldu (Merkez Bankası, fikri mülkiyet hakları, iflas hukuku, menkul kıymetler düzenlemesi).
Liberal Kurumlar Ekonomik Kalkınma için Daha İyi Mi?
Özel mülkiyet haklarını en güçlü şekilde koruyan ve maksimum ekonomik özgürlük(özellikle işletmelerin kar elde etme özgürlüğü) sağlayan Liberal kurumların yatırımı daha fazla teşvik edeceği ve dolayısıyla da büyümeyi artıracağı öne sürülüyor.
Ancak burada bir sorun var. Serbestlik konusunda ne denli bir ölçüde uzlaşılabilir ki? Örneğin küçük sermayeli yatırımcının da banka kurmasına izin verilmeli mi? Liberal ekonomistlerin pek çoğu “hayır” cevabını verecektir.
Emek piyasasında çocuk işçiliğine izin verilmeli mi? Bu sorunun cevabı aslında konuyu değer yargılarımızdan bağımsız cevap vermenin zorluğuna işaret ediyor çünkü şimdiki liberal ekonomistler bunu kabul edilebilir bulmasa da 19. Yüzyıldaki liberal ekonomistler çocuk işçiliği normal buluyordu.
Yetişkin çalışanların çalışma saatine azami sınır eklenmesi 20. Yüzyıl başlarında kabul edilemez bulunuyordu. Örneğin 1905 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, fırıncıların çalışma saatlerini 10 saatle sınırlayan bir New York eyalet yasasını anayasaya aykırı ilan etti çünkü bu yasa fırıncıyı istediği kadar çalışma özgürlüğünden mahrum bırakıyordu. Ancak günümüzde azami sınırlar normalleşti.
Bunların dışında sözgelimi, fikri mülkiyet hakları sonradan değer kazandı. 19. yüzyılda çoğu serbest piyasacı ekonomist; patentlerin fikirlerin rekabetini kısıtladığını ve dolayısıyla serbest piyasa ilkelerine aykırı olduğunu düşünüyordu. Ancak bugün olmazsa olmaz görünüyor. Bunlar farklı değerlere sahip farklı insanların aynı pazarda farklı özgürlük dereceleri göreceğini gösteriyor. Dolayısıyla serbest piyasaya objektif bir tanım yapmak aslında çok zor.
Sosyal bakış açısından bakarsak, maksimum iş özgürlüğü veren bir kurumsal yapı büyük olasılıkla verimsizlikle sonuçlanacaktır. Buna olağan bir örnek olarak; işletmelerin istedikleri kadar istedikleri şirketleri devir almalarına müsaade edilmesi halinde tekelleşme artacak, rekabet azalacaktır. Artan verimsizliğin sosyal maliyeti olacaktır. Bir başka örnek 2008 krizidir. 2008 krizi finansal şirketlere sistemik riske bakılmaksızın bireysel risk biriktirme özgürlüğü vermenin genel ekonomi için kesinlikle iyi olmadığını göstermiştir.
Hatta ve hatta iş özgürlüğünü kısıtlamanın duruma göre sektörün kendisi için uzun vadede daha faydalı olacağı söylenebilir. Örneğin firmalar kısa vadede çocuk işçi çalıştırmaktan fayda sağlayabilirler. Ancak bu çocukların sağlığını ve eğitimini kötü etkileyeceğinden uzun vadede işgücünün niteliğini düşürecektir. Dolayısıyla uzun vadede sektör de bundan kötü etkilenecektir. Çocuk işçiliğin önüne geçilmesi ise uzun vadede iki tarafın da lehine olacaktır.
Bütün bunların ötesinde, yine duruma bağlı olarak bazı sektörlerin korunmasının, yönetilmesinin, hatta tekelleştirilmesinin serbest piyasaya göre büyümeyi daha iyi sağlayabileceğini savunan pek çok teori vardır(Bebek Endüstri Argümanı, Schumpeter’in İnovasyon Teorisi).
Özel mülkiyet haklarının daha güçlü korunması büyüme için daha mı iyidir?
Kamu mülkiyetinin rekabeti engellemesi, “Ortak Malların Trajedisi” veya “Principal-Agents Problem” gibi sorunlar nedeniyle verimsiz olduğu iddia ediliyor. Tabi dolayısıyla özel mülkiyetin kamu mülkiyetinden daha verimli olduğu sonucuna varılıyor. Ancak bu şemaya uymayan örnekler vermek mümkün.
Örneğin, köy ormanları kamu mülkiyetine girer. Ancak kullanımı kurallara bağlanabilir. Odun kesmek yasaklanabilir, mevsimsel kotalar uygulanarak sürdürülebilirlik sağlanabilir vb. Dolayısıyla hem kamu mülkiyetiyken hem de erişim sınırlandırılabilir. Benzer şekilde, “shareware” (insanların belirli kurallar altında kullanıp değiştirebildiği yazılım) ortak mülkiyet sisteminin bir başka örneğidir.
Ayrıca, özel ve ortak mülkiyet unsurlarını birleştiren karma mülkiyet hakları da vardır. Örneğin, tarım kooperatifleri, bireylerin makine veya işleme tesisleri gibi kaynakları paylaşırken arazi ve hayvancılık gibi şeylere sahip olmalarına izin verir. Başka bir örnek ise Çin’in kasaba ve köy işletmeleridir (TVE’ler). Bunlar teknik olarak yerel yönetimlere aittir ancak özel işletmeler gibi yerel yetkililer ve yöneticiler tarafından yönetilirler.
Ayrıca devlet veya toplumsal mülkiyetin daha etkili olabileceği pek çok durum vardır. Kamu mülkiyeti bazı piyasa başarısızlıklarını çözebilir. Sözgelimi, özel piyasaların fonları etkili bir şekilde tahsis etmekte zorlandığı sermaye piyasası başarısızlıkları; kamu hizmetleri gibi rekabetin pratik olmadığı doğal tekeller ve özel işletmelerin daha geniş sosyal veya çevresel maliyetleri göz ardı edebileceği dışsallıklar bu duruma örneklerdir. Tarihsel kanıtlar bu görüşü destekler ve Singapur, Fransa, Finlandiya, Norveç ve Tayvan gibi ülkelerdeki devlet işletmeleri (SOE’ler) ekonomik büyümeyi yönlendirmede önemli roller oynamıştır. Bu işletmeler yalnızca kaynakları verimli bir şekilde yönetmekle kalmamış, aynı zamanda teknolojik inovasyona ve ihracat başarısına da katkıda bulunmuş ve kendi ekonomilerinde kalkınmanın temel motorları haline gelmiştir.
Yalnızca özel mülkiyete odaklanıldığında bile, özel mülkiyet haklarının daha güçlü bir şekilde korunmasının otomatik olarak daha yüksek yatırımlara ve ekonomik büyümeye yol açtığı söylenemez. Korunmanın etkisi, korunan mülkiyet haklarının türüne bağlıdır. Sözgelimi, birçok ülkede toprak sahiplerinin haklarının güçlü bir şekilde korunması, eşitsizlikleri artırarak veya toprağın verimli kullanımını engelleyerek ekonomik kalkınmayı olumsuz etkilemiştir. Benzer şekilde, hissedarların ve likit varlık sahiplerinin haklarının aşırı korunması da olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bu tür yatırımcıların çıkarlarını önceliklendirmek, yöneticiler üzerinde kısa vadeli kâr odaklı kararlar alma baskısı yaratabilir ve bu durum uzun vadeli yatırımları azaltarak gerçek ekonomik büyümeyi sekteye uğratabilir. Dolayısıyla, mülkiyet haklarının korunma şekli ve odak noktası, bu korumanın kalkınma üzerindeki etkisini belirlemede hayati öneme sahiptir.
Kurumlar ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişki her zaman aynı mı?
Kurumların ekonomik kalkınmayı nasıl etkilediği konusu basite indirgenmekle kalmayıp, bu ilişkinin doğrusal olmadığını, toplumlar arasında farklılık gösterdiğini ve hatta aynı toplum içinde zamanla değiştiğini de göz ardı ediliyor.
İlk olarak, bir kurumun belirli bir düzeyde ekonomik büyümeyi desteklemesi, daha büyük bir dozda aynı etkiyi göstereceği anlamına gelmez; hatta büyümeyi engelleyebilir. Sözgelimi, mülkiyet haklarının korunması, yatırım ve büyüme için kesinlikle gereklidir. Ancak korunmada aşırıya kaçılması büyümeyi azaltabilir. Bu durum, son dönemde fikri mülkiyet hakları (IPR) üzerine yapılan tartışmalarda vurgulanmıştır. Tartışmalar, belirli sektörlerde (örneğin kimya, ilaç, yazılım) firmaları bilgi üretimine yatırım yapmaya teşvik etmek için bir miktar fikri mülkiyet korumasının gerekli olabileceğini ortaya koymuştur. Ancak, fikri mülkiyet haklarının aşırı derecede korunmasının topluma zarar verebileceği de belirtilmiştir. Fikri mülkiyet haklarının daha güçlü bir şekilde korunması tekelleşmeden kaynaklanan maliyetleri artırır, bu da daha fazla inovasyonun getirebileceği faydaları fazlasıyla telafi edebilir. Dahası, aşırı olursa, fikri mülkiyet haklarının korunması teknolojik bilginin yayılımı aşırı maliyetli hale getirerek, karşılıklı bilgi paylaşımını önleyerek ve birbiriyle ilişkili patent sahipleri arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle teknolojik çıkmaza girme olasılığını artırarak yeniliğin kendisini engelleyebilir.
İkinci olarak, bir kurum bir ülke için faydalı olurken, bir başka ülke için zararlı olabilir. Yine fikri mülkiyet hakları (IPR) örneğinden hareketle, zengin bir ülkeye net fayda sağlayabilecek bir IPR koruma seviyesi, gelişmekte olan bir ülke için zararlı olabilir. Gelişmekte olan bir ülke, IPR korumasının sağladığı teşviklere teknolojik yenilik yoluyla yanıt verebilecek ekonomik aktörlere genellikle sınırlı ölçüde sahiptir. Bunun yanı sıra, gelişmekte olan ülkeler, nispeten daha az patente ve fikri mülkiyet hakkına sahip oldukları için, IPR korumasının getirdiği lisans ücreti gibi maliyetleri zengin ülkelere görece daha yüksek maliyetle ödemek zorunda kalırlar. Bu nedenle, gelişmiş bir ülke için optimal olan bir IPR koruma seviyesi, gelişmekte olan bir ülke için aşırı güçlü olabilir; aynı şekilde, tersi durum da geçerlidir.
Ve son olarak, kurumun etkisi yek bir ülkede bile döneme bağlı olarak farklı etki gösterebilir. Bir dönemde ekonomik büyümeyi desteklerken, başka bir dönemde bunu engelleyebilir. Örneğin, yoğunlaşmış toprak mülkiyetinin Japonya’da Birinci Dünya Savaşı’na kadar tarımsal kalkınmayı teşvik ettiği genel olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde toprak sahipleri bizzat tarımla ilgileniyor, sulama ve teknolojik iyileştirmelere yatırım yapıyordu. Ancak, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, toprak sahiplerinin büyük çoğunluğunun tarımla ilgilenmeyen, uzakta yaşayan kişiler haline gelmesiyle bu sistem, tarımsal verimliliği artırmaya yönelik yatırımları engelleyerek kalkınmanın önünde bir engel haline geldi. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleştirilen toprak reformunda, toprak sahiplerinin haklarının sınırlandırılmasının Japonya’nın sonraki ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmasını sağladı. Ancak, bu tür bir uygulama 19. yüzyılın sonlarında yapılmış olsaydı, ekonomik açıdan olumsuz sonuçlar doğurabilirdi.