Carmen operasının dünyanın en çok temsil edilen operası olduğunu1 biliyor muydunuz? Neyse, bilmiyordum diyecekseniz şimdi öğrendiniz. Peki bu öğrendiğiniz olgunun nedeninin insanoğlunun şiddet kulübünün bir mensubu olduğundan ileri geldiği yorumunu hiç düşündünüz mü, ya da bundan sonra düşünmeyecek misiniz? ‘Aklıma gelmemişti’ dediğinizi duyar gibiyim. Oysa, sonuçta Carmen novelinde2 bir cinayet vardır, bu edebiyat eseri de, bir olasılıktır, bu cinayet için yazılmıştır. Ancak henüz herkesin haberi yoktur. Belki de, insanlar olarak biraz gözlerden kaçmış bu cinayeti bir operaya konu olduğu zaman düşünürüz demişlerdir! Böylece cinayetin hakkı o zaman verilmiş oldu!
Carmen’in en çok temsil edilen opera olması, eşsiz ve olağanüstü müziğinden değil, belki de o cinayettendir. Yani müzik değil, libretto; melodi değil, anlatı. Şiddete düşkünlük, insanların kıskançlık temelli kendilerini kaybetmesine merakla iç içedir!
İnsanlık halleri!
Ama iyi gizlenmiş. Daha doğrusu bir terslik var. Kıskançlık cinayetleri meşru müdafaa gibi savunulabilir durumda. Meşru demeli mi acaba?
19. yüzyılda roman bir edebiyat türü olarak Batı toplumlarına yerleşince tarzları arasında “polisiye” ve “savaş edebiyatı”3 en popülerleri olmuş. Ne bunlar? Birer birer veya toplu şiddetler, bireysel veya toplumsal suçlar, kişisel veya devletsel cinayetler, tek tek veya kitlesel yok edişler. Yani şiddetin sayısal ifadesi, rakamlara indirgeniş.
Şiddet-cinayet romanlarıyla yarışanlar yalnız “aşk romanları” ile “macera romanları”. Çok kişi romanda “best seller”in birinciliğini bile bunların almış olduğunu düşünecektir. Gene de operada Carmen birinci!
Yazında kurgu sanatı, şiddet ve sevginin doğallığıyla olağanlığını insan hayalgüçlerinin hizmetine sunmuştur. Ve yazında yaşanan her alanda yapılmıştır. Artık hangisi hangisinden çıkıyor sorununu siz düşünün. Aşk mı şiddeti doğuruyor; yoksa şiddet mi aşkı yaşatıyor? Sanal dünyada var olmayan bir gerçeklik var mı?
“Tahrik” unsuru, “akla karpuz kabuğu düşürmek” mi, yoksa şiddet zaten aşkın kendisi mi? Ondan sonra bir bakıyoruz toplumsal sorun olarak şiddet tavan yapmış.
Bir münazara konusu olarak bence çok güzel, çünkü iki tarafın da dayanacağı ve ileri sürebileceği çok şey bulunuyor.
KIŞKIRTILAN VE TEŞVİK GÖREN ŞEYLER ÖNLENEBİLİR Mİ?
Frene bastıktan altı-yedi saniye sonra şöför koltuğundan kalkış ve doğru şiddetin kucağına, sanki uzaktan kontrolü olan bir robot misali. Sadece saldırmak için!
Haklı olarak istemiyorsunuz. Ama size geliyor. Ya da “Ana Haber”e sizin “canlı yayın”da!
Ülkemizde kadın ve çocuklara şiddetin uygulanmasından, dahası, kadınların ve erkeklerin kendi cinsiyetleri aralarında da şiddet bulunmasından büyük olasılıkla rahatsız olmaktasınız. Ve elbette genel anlamda şiddetin önlenmesi için yollar aranmasını desteklemektesiniz.
Bunlar olumlu puanlar olmakla birlikte, hepimizde şiddeti gizli gizli beslemekte olan anlayışlar bulunduğunun da düşünülmesi gerekir. Elbette suç cenahında değil, önlem ve çözüm tarafında. Ancak şiddeti mazur ve kaçınılmaz gören zihniyete bir itilme yok mu?
Örneğin, şiddet suçunun çözümü için o suçlunun uyguladığı şiddetin aynı şekilde kendisine uygulanması (yani kısas) gerektiği, ülkemizde yaygın bir retorik sporu olarak tekrarlanıp durur. Bilmeyen de yoktur. Böylece, aslında şiddet, karşıtlarıyla birlikte sanal olarak yüceltilmiş de yüceltilmiştir. Şiddet ve “karşıtları” arasında amaçlanmamış bir işbirliği var. Yani şiddetin karşıtları da şiddetçi. Ceza, ceza, daha ağır ceza, yine ceza!
Dolayısıyla sorun çok boyutlu. İçinde yaşanılan şartların şiddeti davet edici, dahası, gerekli kılıcı olduğu ortada.
Bundan bir süre önce de “şiddet sorunu” konulu yazı (ve yazılar) yazmıştım. Suçlu, esas olarak “zamanın ruhu”ydu! Bunun adını vermekten çekinmediğimiz durumda, soyut şeyler söylemekle itham edilmeyeceğimizden emin olduğumuz zaman ‘küreselleşme’ diyorduk, netleşme için ‘yeni dünya düzeni’nden söz ediyorduk, bilimsel ve ağır ifadelere başvurmamız gerektiğinde ‘kültürel birörnekleşme’yi kullanıyorduk, açıksözlü olmak bakımından ‘sıradanlık’ yeterince cüretkardı. Sonuçta insanlık ve toplumlar bozulmakta, yozlaşmakta, bayağılaşmaktaydı.
Uç noktalarda gezinenler olarak bunların hepsi ‘yeni’ zamanlardı. ‘Yeni’nin zaman akışının neresi olduğu görece somuttur, bugünlerdir, günümüzdür, 21. yüzyıldır, –en eski– ‘yeni’ İkinci Büyük Savaş sonudur, çağımızın modern zamanlarıdır.
Ama bu zamanlar zıvanadan çıkmışlık zamanlarıdır.
Geçmiş iyiydi, geçmiş temizdi türü nostaljik takılmalar dışında gerçeklikler de vardı. En azından şu vardı; eskiden şiddetten rahatsız ve şikayetçi olanlar sadece şiddete maruz kalanlardı, dışındakiler çoğunun dünyasından bunlar olmazdı.
Daha iyi sayılacak bir şey de şu; bugün şiddetle karşılaşmayanların da olduğu kesimler şiddete karşı. Haberleşme, bilgilenme, –sosyal ve asosyal– medya sayesinde genişleme oluyor haliyle!
SAVAŞÇININ BARIŞI DA SAVAŞA DAHİL!4
Zaman.
Zamanımız önemli zamandır, çünkü ‘barış’ zamanıdır. Ama burada dikkat; savaşla ve ‘barış’la birlikte şiddet başlamıştır. Başlamış demeyelim, şiddet öne çıkmıştır, hayatı kaplamıştır diyelim. O halde, savaşı anladık da, güzelliğin, temizliğin, masumiyetin, iyiliğin, sadeliğin yatağı ve toprağı olan barış denen şey, bu durumda ne ola ki? Bu barış, aynı savaş gibi!
Savaşla aynı şey olan barış, aynı şey gibi görünen barış, barış olamaz!
Evet, böyle bir şey barış olamaz. Tamam, savaş bitmişti, ama barış gelmemişti, yani barış başlamamıştı. Ve hala başlamadı. İnanmayan var mı?
Yakınlarda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bir grup kitabını okuyordum. Kadın-erkek ilişkilerinde cinayet ve şiddete başvurma teması üzerine yazdıklarını okursanız hayret edeceksiniz, okuduysanız zaten etmişsinizdir (Gönül Ticareti, 1939). Şiddet, aklın süzgecinde. Tartışma var. Ancak kurmacanın çözüm bulduğu, ancak kurgunun bulabildiği şiddetten uzak barışçı sahneler, o zaman da önemli ve değerliymiş. Demek o zaman da o kadar aranır ve istenir olmuş ki, bir edebiyatçımız buna öyküler ayırmak istemiş. Belli ki zorunda kalmış! Dört-beş tane öyküsü sanki bugünler için yazılmış. Bu öyküler her gün “canlı yayın”larda, şiddete maruz kalan, silah doğrultulan, defalarca bıçaklanan, hatta öldürülen kadınların görüldüğü “şimdiki zaman”ları gösteriyor adeta.
TAAMMÜDEN CİNAYETLERDEN TAAMMÜDEN SAVAŞLARA
Yıl 1939. Acılı 20. yüzyıl.
İlk Dünya Savaşına şaşmayan kalmamış. Öylesi görülmemişmiş. Büyük Savaşa Büyük Barış gelmeliymiş, ama kim kazanırsa kazansın barış zaten gelmeyecekmiş. ‘Barış zamanı’nda savaşa hazırlık yapılmış. Aslında savaşın bitmediğini bilmeyen yokmuş. Zaten savaşa hazırlık gene bir savaşı göstermiyor muymuş? Derken, yeni bir savaş, neresi yeni, yeni falan değil, aynısı, devamı ve tekrarı, ama daha da zorlusu, daha da yamanı.
Haksız savaş yürütenler savaşın ahlakını yazarken savaşın ilkelerini zaferlerin yazdığını biliyorlardı.
Medeni insan için icat edilen meşru müdafaa, modern toplum için bulunan haklı savaş, kötüye kullanılmaktan kurtulmadı. Savaş kuralları hiç bir zaman ezberlenmedi, savaş ahlakı hiç bir zaman ciddiye alınmadı. İnsanlığın en “eski” savaşı olan Troya Savaşı5, kıskançlıktan kaynaklandığı, intikamcı duygular ürünü ve haksız savaş olduğu halde, hem zaferle taçlandırıldı, hem de tarihin kötülükleri arasına sokulmadı.
Cinayetlerde ve savaşlarda şiddet ve cinnetin haklılığı tarih, haksızlığı masaldır.
Resmini görmek isteyenler, 1939’da planlanan İsrail haritasına bakabilirler.
NOTLAR
1Opernlexikon, Gondrom Verlag, Bayreuth 1984, s. 62 vd.
2 Prosper Merimée, Carmen, Paris 1845.
3 Ya da “edebiyatta savaş” konusu; örneğin, bir 19. yüzyıldan, Harp ve Sulh (Tolstoy), örneğin, bir de 20. yüzyıldan, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Remarque).
4 Cemal Süreya ile ilgili o ünlü şiirsel cümleden esinlendim de ona nazire olsun diye yazdım.
5 Öyküsü yazılı hale gelmiş ilk tarih şeklinde bilinmekle birlikte öncesi de bulunmaktadır. Troya Savaşı Avrupa uygarlığına yapılan temelin esas parçası olduğundan artık dokunulmazdır.