Cumhuriyetin Felsefesi ve İkinci Yüzyılımız

Cumhuriyet Kimsesizlerin Kimsesidir.

Mustafa Kemal Atatürk

‘’Felsefe’’ derken

Bir kişinin veya akımın felsefesinden söz etmek olağandır. Fakat, bir kurumun veya rejimin felsefesinden söz etmek kulağa garip gelebilir. Bu garipliği kabul ediyorum. O yüzden daha açık bir şekilde ifade etmeye çalışacağım. Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyetin ve o mirası benimseyenlerin Cumhuriyetinin kabullerini, vaatlerini ve pratiğini içinde barındıran felsefesinden bahsedeceğim. Kurucu kadroların veya belirli filozofların görüşleri ve beyanları önemli olmakla birlikte, kanaatimce pratikten felsefeye ulaşmak daha isabetli olacaktır. Bu yüzden de 1923 Devriminin (hatta onu da önceleyen 1908 Devriminin) felsefesinden başlayarak ikinci yüzyılımıza ışık tutmaya çalışacağım

Cumhuriyetimizin Felsefesinin Öncesi ve Anlamı

Cumhuriyetimiz, var olmaya veya ayakta kalmaya çalışan bir imparatorluğun yönetici elitinin, kendi hayal ve arzularını, sevk ve idare edebildikleri kitlelerinihtiyaçlarıyla birleştirme pratiğinin sonucunda kurulmuştur. Osmanlı eliti, imparatorluğu ayakta tutabilmek için Yusuf Akçura’nın ifadesiyle üç tarz-ı siyaseti (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık) öne sürmüşlerdir. Bu üç siyaset de belirli ölçülerde denenmiş, başarısız olmuştur. Bunların içerisinde Türkçülük ile Batıcılığın bir alaşımını benimsemiş, Fransız Devrimi’nin idealleriyle Narodnik hareketin yöntem ve usullerini içselleştirmiş ve İttihat Terakki içerisinde pişmiş bir kadronun ve bu kadronun lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün sarsılmaz iradesiyle Cumhuriyet kurulmuştur.

Kurucu kadronun önünde sorun, yozlaşmış bir iktidar usulü olan saltanatı, birlik bağları sarsılmış toplumun siyasal birlikteliği anlamına gelen ümmet fikrini, ülke topraklarında dönen tüm ekonomiyi doğrudan ve dolaylı olarak yönlendiren kapitülasyonları ve Batı’nın ekonomik hakimiyetini, kitleleri Batı’nın siyasetlerine boyun eğdiren hilafet makamını kaldırıp yerine yurttaşların yönettiği, ekonomisi ve siyaseti bağımsız bir ülkeyi kurmaktır. Bu uğurda tebaaya hükmeden ‘’Baba’’ figürünün yerine ‘’kimsesizlerin kimsesi’’ olan bir devlet getirilmeli, halkın cehaletin güç alan hilafet makamının yerine modern idare usulü inşa edilmeli ve özetle modern bir ulus devlet kurulmalıydı.

Demir Ağlar ve Demir Kuvvet

Cumhuriyet Fazilettir.

Yurttaşların birliğini, ortak dilini, ortak hareket edebilme kapasitelerini arttırmak gerekiyordu. Bunun için hem ulaşım/lojistik hem dil hem de güvenlik sorunları çözülmeliydi. Tüm bunlar esasında askeri/teknokratik sorunlardı ve kurucu kadronun en iyi bildiği konulardı. Cumhuriyet bu sorunları hızla çözmeye girişti. Bu dönemi ‘’ülkeyi demir ağlarla örmek’’ olarak adlandırabiliriz. Kurulan demir ağlarla hem lojistik hem de güvenlik sorunları çözülmeye başlandı hem de demir gücün uygulanmasıyla ümmetçi fikrin silahlı kalkışmaları bastırılabildi. Dönem zor ve kuvvet dönemiydi. Kemalist yönetim de dönemin gereğini kuvvetle veya doğru bir önceliklendirmeyle yerine getirdi.

Kemalist yönetimin kadroları, devrimlerin kesintisiz sürdürülmesi gerektiğinin bilincindeydi. Bu amaçla birbiri ardına reformlar yaptı. Buna karşın, en kritik reforma güç yetmedi. Hem ülkenin yapısal koşulları hem de bu yapısal koşullarla yetişmiş kadroların siyasal ufku ve içine girdikleri toplumsal ilişkiler, toprak reformu çabalarını akamete uğrattı ve sonunda devrimin kalesi CHF dağıldı. Cumhuriyetin barutu tükeniyordu.

Barutun Tükenmesi ve Hasarlar

Cumhuriyetin kimsesizlerin kimsesi olamadı. Ülkenin ücra köşelerinde kadınlar kuluçka makinesi olmaya, çocuklar ucuz işçi olmaya, bürokratlar yozlaşmaya, güvenlik bürokrasisi yerel güç odaklarının sopası olmaya devam etti. Planlı olmayan iç göç ve kentlerin kasabalaşmasıyla Cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı çağdaş kültür ağır yara aldı ve ülkenin demografik yapısı değişti. Bu demografik yapı değişimi, kentli bireyin karakterini de aşındırdı. Bu süreç, Özal iktidarıyla hepten hızlandı: ‘’Memur işini bil’’iyordu; ‘’Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmuyordu’’.

Cumhuriyet sadece içeriden değil dışarıdan da ağır darbeler aldı. Kendi topraklarının içini birleştiremeyen, halkını layıkıyla sevk ve idare edemeyen Cumhuriyet, bu süreçte iç çelişkilerinin emperyalizm tarafından manipüle edilmesiyle karşılaştı. Emperyalizm müdahil oldukça iç çelişkiler derinleşti ve bu bir kısır döngüye dönüştü. Cumhuriyet bağımsız dış politika vaadini de yerine getiremedi.

Bir yandan da Cumhuriyetin ekonomik modeli başkalaştı. Küresel trendlere uyarak liberalleşme yaşandı, kamunun elindeki kuruluşlar tasfiye edildi. Halk, ‘’piyasaların serbestleşmesi’’ adıyla tekellerin karşısında savunmasız kılındı. Sendikalı işçi sayısı azaldı. Tarım işçisinin kentlerin kasabalaşmasına, işçi sınıfının lümpenleşmesine ve nihayetinde tarımsal üretimin zayıflamasına yol açacak bir göç kervanına katılması ülkenin başbakalaşması sürecini hızlandırdı.

Cumhuriyetin halkın birliğini ve yurttaşın inşasını sağlama amacıyla üzerine titrediği eğitim birliği ve düzeni sonlandı. Laik, parasız ve bilimsel eğitim ideali, artık ‘’marjinal grupların’’ bir sloganından ibaret hale geldi.

Ülke demir ağlarla örülmüştü ama aynı zamanda emperyalizmin ve ortaçağın ağları da yeniden kaplamıştı dört bir yanı. İşte bu noktada Cumhuriyetin ideallerini, hatalarını, potansiyelini ve önündeki sorunları yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir.

İkinci Yüzyılımıza Bakarken

Cumhuriyet Devrimimizin o günkü sorunlara bulduğu çözümlerin kendisini amaç olarak düşünmek yerine, o çözüm çabalarının ardındaki idealleri, kabulleri ve usulleri, kısacası felsefeyi düşünüp bugüne uygulamamız gerekmektedir.

Ülkemiz yine saltanatvari bir yönetimle, toplumsal birliği bozulmuş bir halde, uluslararası tekellere teslim bir ekonomiyle, halkın özgücü ve özkaynakları zayıflamış durumdadır. Dahası, küresel ve bölgesel yeni sorunlar da karşımızdadır. Mafyalaşma, siyasetsizleşme, cemaatleşme, kutuplaşma ve kaynakların kıtlaşması karşısında halkın karakteri aşınmış ve mücadele kanalları tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı aşmak için yeni kaynak ve usullere yönelmek gerekmektedir.

Bu kez eğitim düzeyi daha yüksek, önyargıları olsa da geçmişe oranla daha az, teknik imkanları daha gelişkin bir kitleyiz. Bunu teknolojik gelişime borçluyuz. Bu kez demir ağlara ek olarak sosyal ağlar var elimizde. Sosyal ağlar sayesinde, sınırlar büyük ölçüde aşılmış, farklı fikirlere erişim imkanı artmış, yöneten ile yönetilen arasındaki bilgi asimetrisini aşabilecek yöntemler gelişmiş ve sorunlar daha çıplak bir hal almıştır. İşte böyle bir ortamda usullerimiz ve kaynaklarımız gözden geçirilmelidir. Demir yumruk yerine çelik disiplinle fakat bu kez ‘’soft power’’ımızı arttırarak yani kültür-sanat ürünlerindeki becerimizi üretimde kullanarak, nitelikli iş gücünü örgütleyerek ve somut ve gerçekçi siyasal hedefler belirleyerek somut eylemler üzerinden örgütlenmeliyiz.

Kolektif Bir Geleceğe

Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete dayanır bir keyfiyettir. Bir de, insanların meşgul olduğu bütün meseleler, maruz kaldığı bütün tehlikeler, elde ettiği muvaffakiyetler, ortaklaşa, genel bir mücadelenin dalgaları içinde doğagelmiştir. (Atatürk, s. 23-24)

Siber ağlarla örgütlenmek ve eylemek elbette eskisinin alternatifi değildir. Eski usullerin işe yarayanlarını terk etmeden, ilerici kesimlerin birliğini arttırmak amacıyla hareket etmeliyiz. Dost ve potansiyel dost kuvvetleri değerlendirirken bize karşı tutumlarına göre değil, ideallerimize karşı kuvvetlerle mücadele zemini bakımından değerlendirmede bulunmalıyız.

Cumhuriyetimizin İkinci Yüzyılında da demokratik, özgür, laik ve modern bir ülke özlemindeyiz. Bu kez elimizdeki araçlar daha gelişkin. Üretim ve yönetim tamamen insansızlaşmadan hareket etmeliyiz. Aksi takdirde, bugünkü teknolojik gelişmeler mevcut egemenlerin elinde toplanacak ve kitlelerin biat etmesi kolaylaşacak, hatta daha da kötüsü kitlelere ihtiyaç kalmayacağından insanlık kaybedecek. Üretimin insansızlaşması mümkün. Eğer bu sürece karı, parayı, sermayeyi değil de insanı ve ekolojiyi önceleyen bir güç önderlik ederse, insanın gerekliliği üretim faktörü olması üzerinden değil salt varoluşuyla düşünülecektir. Zaten böyle düşünüldüğünde ‘’gerekliliği’’ düşünmeye de gerek kalmayacak. Çünkü insan için varolmak araçsal bir gereklilik değil, doğal bir dürtüdür. Bu dürtüye dört elle sarılalım. İnsanlığı bekleyen sorunları, büyük insanlığın erdemli bir mensubu olarak diğer bir deyişle özgür yurttaşlar olarak tüm diğer halklarla birlikte göğüsleyelim.

Kaynakça

Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 20: NUTUK II, Kaynak Yayınları, İstanbul: 2007.

Bunları da sevebilirsiniz