Yakın zamanda iki kitap okudum. Her ikisinden de yararlandığımı söyleyebilirim.
Biri yabancı diğeri yerli yazardandı.
“Utanç İmparatorluğu”nu Shashi Thraaor yazmış. Yazar, Hintli bir diplomat. Pek çok uluslararası ortamda ülkesinin yüzü olmuş. Kitabında Hindistan tarihinin önemli kesitini oluşturan İngiliz emperyalizmini anlatmış. Kitabın sayfalarını çevirdikçe insaf, vicdan ve ahlâk kavramları belleğinize hiç silinmemecesine çivileniyor. Birkaç yüzyıl boyunca yaşananların derin iz bırakmış olduğu anlaşılıyor.
Kitabı özetleyecek değilim. Bunu yapmak için ne zaman ne de zemin uygun değil.
Bir örnek katlanma sınırlarını zorlasa da paylaşılmasa olmaz.
İngilizler, Hindistan’ı sömürgeleştirdikten hemen sonra bir yandan ülkenin her türlü varlığını yağmalarken diğer yandan da ekonomisini çökertmek için ne gerekirse yapmaktan çekinmemişler.
Baskı, korkutma, kan, gözyaşı gibi olumsuzluklarla özetlenebilecek bu dönemde Hindistan’da oldukça gelişmiş olan dokuma üretiminin önünü kesmek için bu işi yapan kadınların başparmakları kesilmiş. Yanlış okumadınız. Bunu yapmakta bir an olsun ikileme düşmemiş azgın İngiliz emperyalizmi.
Gelelim kitapta ilgimi çeken dil olgusuna!
“Hindistanlı” nitelemesini ilk okuduğumda imlemiştim. Bir kezlik hata olabilir diyerek. Sayfalar ilerledikçe koyduğum imlerin sayısını unuttum.
Emperyalizmi çarpıcı örneklerle anlatan bir kitabın Türkçe çevirisine “Hindistanlı” nitelemesinin damga vurması karşısında şaşırdım doğallıkla. Hint ya da Hintli ne güne duruyordu?
Hemen vurgulamakta yarar var. Kitabın çevirisinde İngilize İngiltereli denmediğini de önemle saptadım. Hatta, kimi tümcelerde Hindistanlı ile İngiliz’in buluşmasına tanık oldum.
Çeviri konusundaki yanlışlara ve kavram hatalarına değinen yayınlara rastladığımı ve kimilerine göz attığımı anımsıyorum. Yabancı bir dilden çeviride yabancı dil bilgisi kadar kendi ana dilinizle ilgili bilgi de son derece önemli. Her ikisini bir kuşun iki kanadına benzetmek abartı olmaz.
Bu kitapta bilinçsizce seçilmediği anlaşılan “Hindistanlı” nitelemesine bakınca çeviride dil bilmek kadar niyetin de önemli olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Emperyalizmin ürpertici yanını anlatan kitabın çevirmeninin zihninin işgal altında olduğunu düşündüren bu örneğin hiç de tekil olmadığını gazetelerin kitap eklerine göz atarak da anlamak olası.
İşte ikisi : “Türkçe edebiyat” ve “Türkiye edebiyatı”.
İkinci kitap Deniz Gezmiş’i anlatıyor. Bol görselli ve az yazılı kitap yalnızca Gezmiş’i anlatmıyor. Onun yaşam akışı boyunca yurtta ve dünyada yaşananları zamandizinsel olarak sunuyor okura. Dünyada ve Türkiye’de yaşananlar koşut tarih anlayışıyla işleniyor. Yer yer yoruma başvurulsa da bir şekilde yaşananlara değiniliyor.
Bu kitaptaki “Türkiyeli” nitelemesi de yazarın bilinçli tercihi gibi duruyor.
Antiemperyalist yanıyla bilinen ve belki de en önemli özelliği olarak öne çıkan Deniz Gezmiş’i anlatan kitapta emperyalist güdülemenin ürünü olduğu tartışmasız olan “Türkiyeli” nitelemesine rastlamak düş kırıklığı nedenim oluyor.
Bu kitapta Türke Türkiyeli demeyi seçen yazarın İngilize İngiltereli, Fransıza Fransalı, Almana Almanyalı dememe özeni gösterdiği gözden kaçmıyor.
Her şeye karşın iki kitapta rastladıklarımın el/dil sürçmesi olmasını dilerdim. Her iki kitapta neredeyse aynı tümcede ya da sayfada rastladıklarım bu dileğimin karşılıksız kalmasına neden oldu. Bu eleştiri yazısının emeğe ve o emeği verenlere saygısızlığı amaçlamadığının altını çizmeyi de gerekli görüyorum.
Ancak, dilin duygu ve düşünceyi yansıtma aracı olmasının yanı sıra bu yazıya konu olduğu gibi niyeti açığa vurma, bilinçaltına ileti gönderme gibi çok da öne çıkmayabilen amaçları olabileceğini akıldan çıkartmamak gerektiği kanısındayım.
Nesneleri ve canlıları tanımada önemli ölçütler vardır.
Dil kişinin vermek istediği iletiyle ilgili yanılgı payı çok olmayan önemli ölçüttür.
Üzücü olan, emperyalizme karşı ilk başarılı savaşı vermiş olan bir milletin, Türk milletinin dilini konuşan yazarlarının, çevirmenlerinin emperyalizmin dilini seçmiş olmalarıdır.
Dalgınlıklarına son verip, bu dilden vazgeçmelerini dileyerek…