Halikarnas Balıkçısı ve Bir Başeseri
Deniz ve denizle ilgili olabilecek konular (yolculuk, gezi, gemi, macera, avcılık, balık, sünger, ada vb.), dünya edebiyatının verimli bir alanıdır. Örneğin, Homeros, İbn Tufeyl1, Francis Bacon, Daniel Defoe, Herman Melville, Jules Vern, Jack London, R.L. Stevenson, Virginia Woolf, Ernest Hemingway gibi edebiyatın ünlülerinin deniz konulu köşetaşı eserleri vardır.
Türk edebiyatında denizle ilgili hikaye ve romanlar çok geniş yer tutmamakla birlikte önemli bir şekilde yer alırlar. Yüksek nitelikli anlatımlarla izler bırakmışlardır. Deniz emekçilerini anlatan Tarık Dursun K.’nın ünlü ve etkileyici romanı2 yanı sıra ait Sait Faik başlı başına bu edebiyatın bir yazarı gibidir. Birçok örnekten söz edilebilir.
Bu yazımızda bir deniz, denizcilik ve denizcilerin yazarı olan Halikarnas Balıkçısı’nın başeser saydığımız bir deniz-denizci romanını ele alacağız.
BİR İSTANBUL “ARİSTOKRATI”NDAN HALİKARNAS BALIKÇISI’NA
Girit doğumlu Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı (18903-1973), Osmanlı’nın son döneminin önemli insanları arasında devlet yöneticisi (vezir), büyükelçi, idareci, tarihçi, yazar ve aydın olarak yer alan önemli kişilikler zincirinin son halkalarından biridir. İstanbul Büyükada’da geçirdiği çocukluktan sonra Robert Kolej’in ilk mezunlarından biri oldu. Gençliği denizci olmak hayallerindeyken ailesi tarafından İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’ne gönderildi, Yakın Çağlar Tarihi bölümünde okudu.
1910’lu yıllarına doğru yurda döndüğünde güzel sanatlarda eğitim almak ister, kendi hevesiyle Roma’ya gider. Ailesinin maddi zorlukları yüzünden bir süre sonra dönmek zorunda kalır. Ama resim, çizerlik, renkler, minyatür ve hattatlık konuları da artık onun ellerindedir.
Kendisi hiç sözünü etmediği için büyük bir giz içinde kalmış olan olay hayatının önemli bir yanıdır. Babasını öldürmüştür. Bir kaza olup olmadığı tam anlaşılamayan ve bugün de bilinmeyen bu olayın faili olarak hüküm giyer.4 İki yıl kadar yattıktan sonra padişahın ilanı olan afla hapisten çıkar ve hayatına İstanbul’da devam eder.
Yazar ve çizer5 olarak edebiyat ve yayın dünyasındadır. Mütareke İstanbul’unu yaşayacaktır. O “mütareke” günlerinde İngilizlerin işgalci olarak yaptıklarını anılarında birçok ayrıntıyla anlatır.6 Ayrıca “Başkent”te işgalci olan İtilaf devletlerinin sansür uygulamaları nedeniyle sorunlarla karşılaşır. Tanıdığı Avrupa ve Avrupalı, aynı zamanda ülkesindeki anlayış ve uygulamalarıyla, ileride taşlarını döşeyeceği Anadolu uygarlığı ve Anadolu kültürü savaşına açıklık getirecektir.
Cumhuriyet’in ilanı sonrasında bir Amerikan yapı-inşaat şirketinin (Yulen LLC) Türkiye’nin altyapı sistemleri ile ilgili olarak yapacağı çalışmalar konusunda Ankara’daki yetkililerle görüşmelerine çevirmenlik yapar. Anlaşma sağlanamaz ama onun Ankara’yı görmesi ve tanıması önemlidir.
13 Nisan 1925 tarihli Resimli Hafta7 dergisinde (bazı kaynaklar derginin adının Resimli Ay olduğunu belirtmektedir) çıkan bir öyküsü Cumhuriyet devrimine düşmanlık olarak yorumlanmıştır. Öykünün adı “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?”dir. İdam edilen asker kaçaklarını konu almıştır.8 Ankara’ya götürülür orada İstiklal Mahkemesinde yargılanır, üç yıl kalebentlik cezasına9 çarptırılır ve Bodrum’a yollanır.
Cezanın yarısını geçirdiği Bodrum’u sever, hayatının bundan sonrasını orada yaşamak isteyecektir. İstanbul’dan tekrar oraya döner. “Anadolu Uygarlığı”nı ilk keşfedenlerden,
Akdeniz’i hakkını vererek değerlendiren ve Bodrum’un antik çağdaki özelliklerini ve değerini anlatan olarak “Halikarnas Balıkçısı” olur ve yazdıklarında da hep bu adı kullanacaktır.10
Sonraları, çocuklarının ortaöğrenimleri için İzmir’e taşınan (1947) ve orada yaşayan Balıkçı, ömrünün sonuna kadar yazarlık, gazetecilik ve ‘tarih, geçmiş uygarlıklar, geçmişten kalıntılar, ören yerleri ve Anadolu’nun değerleri’ konularında Batılı seçkinlere “turist” rehberliği ve yapar.
Çok dil bilen Balıkçı’nın bir olağanüstülük şeklindeki deniz aşkı, sanıyoruz ki hiç bir başka deniz yazarı tarafından onun tarafından anlatıldığı gibi yazılmamış, yazılamamıştır. Denizden karaya geçişi, Anadolu Efsaneleri’nden (1954) Anadolu Tanrıları’na (1955) kadar her şeyi anlatmak istemesindendi, bu sayede Anadolu’nun Sesi’ni (1971) bütün dünyaya duyurdu.
Deniz emekçilerini ve denizcileri anlattığı altı öykü, aralarında Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) gibi tarihi romanların da olduğu beş romanı yayınlanmış olan Balıkçı’nın, en azından bir bunlar kadar da ziyan olan ve yayınlanamayan öykü, roman ve yazıları vardır. Araştırmaları, denemeleri, tarih çalışmaları ve anılarının da sadece bir kısmı kitaplaştırılabilmiştir, toplam olarak sadece yirmi kitabı vardır.
Çeşitli dillerden yüzden fazla kitabın Türkçeye çevirisini yapmıştır.
Romanları arasında ilk yazdığı ve ilk kitaplaşan olanı konu edineceğiz.
AGANTA BURİNA BURİNATA
Roman 1946’da yazılmış ve ilk kez o yıl basılmıştır.
Olaylar, 20. yüzyılın başlarında geçmektedir.
Denizde yaşam mücadelesini konu alan ve adı, bir gemici söylemi ve teknenin yönetilmesile ilgili olan “Aganta Burina Burinata”dan gelen romanın kahramanı, denizin zorlukları ve tehlikeleri yüzünden denize hiç ilgi duymasın diye daha çocukken babası tarafından bir dükkana çırak olarak verilir. Denizci olması istenmemektedir, karada kalmalıdır!
Başka kişilikler yanı sıra çırak girdiği dükkana gelenlerin anlatıldığı ilk altmış sayfada konu ağırlıklı olarak deniz ve denizcilerdir. Çünkü dükkan sahibi eski bir denizcidir. Bu yüzden denize uzak kalması amaçlanmış çocuk, “konuşulan mevzuların” hep deniz olması
dolayısıyla bütün önlemlere karşın gene de denize ısınmaktadır. Bunun, yazarın kendi hayatına koşut olan tarafını karşıladığını yorumlamamak için hiç bir neden yoktur. Hikayenin özü aynıdır; deniz aşkı.
Bu “çıraklık” dönemi sonrasında deniz başlayacak, çırak olarak bu kez denize “dalacak”, ama denizle birlikte güzel, kişilikli, cesur ve çarpıcı Çakır Fatma da çocuğun gençlik hayatında yerini almaya başlayacaktır.
Fatma, öyle belirgin çizgilerle anlatılmıştır ki, okur onun için neredeyse kaygı duymaya itilir. Ve Fatma, bu yüzden elbette düşünülecektir, Balıkçı’nın hayalindeki karakterdir, ikinci cins için yazarın “olması gereken kadın” diye tasarladığıdır.
Evet. Denize vardık! “Açık deniz” görünür denizden başka bir şeydir. Bir kere içine giren içinden çıkılmaz bir elbise giymiş gibidir. Fırtınası korkutucudur, ürkütücüdür, yaşandıktan sonra ise ondan ne korkulacak, ne ürkülecektir.
Delikanlılık denizindir, delikanlılık denizde geçer, deniz kendisinin serüven olduğunu kanıtlamak istemektedir. Adeta sonu yoktur, zaten bir insan hayatında denizin her yerine gidilmesi, her yerin öğrenilmesi, bilinmesi de mümkün değildir.
Gençlik için bu yeterince çekicidir.
Peki sonra?
Mahmut’un geldiği karaya dönmek için nedenleri vardır, bekleyenleri bir yana, içinden çıkıp geldiği yerdir. Karaya çıkar.
Zorluklarını yaşadığı deniz, ona hiç kötülük etmemişken döndüğü dünya felaketler yaşatır. Deniz mücadele alanıdır, pişirir, geliştirir; karalar ise kaderdir! Artık hayatında Ayşe diye bir karısı vardır, karşılık vermekten kaçınmayan toprak ona hem arkadaştır, yoldaştır, hem de güven verir ve itibarını artırır.
DENİZ EMEKÇİLERİ, “DENİZ TUTSAKLARI”
Kitap boyunca çizilen denizcilerin çoğu deniz bilgeleridir. “Yetmiş yıllık ömürlerinin ancak, on, on beş yılını karada geçirmiş öyle eski denizciler vardı ki, bir teknenin önünde durup sancaktan iskeleye, baştan kıça iki çapraz bakış gezdirdiler mi, tonajını, şu ya da bu rüzgarda yapacağı yolu bir çırpıda ölçüp biçiyor” olurlardı (s. 188). Denizci, burada belirtildiği gibi, denizin, denizle ilgili her şeyin, teknenin, balığın, havanın, rüzgarın uzmanıdır. Nedeni, denizcilik bir hayat tarzıdır, denizcilik denizle yaşamaktır.
Denizci, sayılanların hepsini bilir, bilmek zorundadır.
Deniz emekçilerinin, deniz gurbetçilerinin, kaptanların, tayfaların, balıkçıların, dalgıçların, süngercilerin maceraları, bilgeliklerin kullanılma alanlarıdır. Bu maceralar sırasında kişiliklerin nasıl ustalıkla örüldüğü kendini gösterir.11
Bir başka önemli nokta Balıkçı’nın emekçilerin arkasında durmasıdır. Bu, “insana, insan aklına ve çabasına karşı duyulan sevgi, saygı ve güvendir”. “Yaşama bağlılık, insani ilişkilerde dürüstlük, tok gözlülük, namusluluk, sömürüye, aldatmaya ve insanı küçük görmeye, küçük düşürmeye karşı koyu bir nefret ve direniş” gibi özelliklerde ortaklaşa olan bütün insanlar onun korumasındadır.12
Bunlara karşılık, Balıkçı’nın, halk içindeki geri ve gerici düşünceler, inançlar, söylemler, yerleşmiş akılsızca davranışlar ile çıkarcılık, yazdıklarında başlı başına bir mücadele alanıdır. Özellikle “Yağmur Duası” bölümünde bunu somut olarak görürüz (s. 196-202). Yobazlığı ve mütegallibe baskısını, deniz ağalarını ve sömürüyü anlatırken insana duyduğu güveni hiç kaybetmez. Toplumsal eleştiri dozu o denli yüksektir ki yeri geldiğinde acımasızlık ve anlamazlık gibi görülür.
Balıkçı’nın geçmiş dönemlerin insanî safiyetini belirtmek için kullandığı, “o sıralarda insanlar fukaralıktan başka hiç bir şeyden utanmıyorlardı” cümlesi toplumumuzun değerlerinin de nasıl zarar gördüğünü göstermektedir. Menfaatçilik ve bencillik yaygınlaşmaktadır.
Kara-deniz açmazı ve karşıtlığı romanın temel sorunudur. Yazarın ekonomik ve toplumsal ilişkilere ayna tutan gözlemleri kahramanlarının zorluğunu okura da yaşatır. Yazarın gönlü hep güzellemeler yaptığı denizden yanadır, ama gene de nesnellikten pek uzaklaşmaz. Ve denizin nasıl çaresizliklerle iç içe olduğunu da anlatmaktan çekinmez. Deniz tutkunlarının karalara sarılmalarına hak bile veririz.
Denizlerin sonsuzluğu duygusuyla karaların ancak çölleri ve dağları yarışabilir. Oysa çöller ve dağlar karaların bir kısmıdır, hatta karaların gidilen ve görülen küçük bir kısmıdır, herkesin bilmediği bilemeyeceği, hatta herkesin yakınında bile olamayacağı yerlerdir. Denizde ise, yüzeyde veya dipte, uzakta veya yakında, görünürde ya da ufukta, gidilende ve gidilmemişte, özetle her yerde ve her zaman sonsuzluk duygusu vardır.
Bu duygu, çok tehlikelidir ve çeker ve sürükler.
DİL, TÜRKÇEMİZ VE SÖZLÜKLER DIŞI SÖZCÜKLER
Türkçenin rahatlığını, sadeliğini, doğallığını, güzelliğini ve üretkenliğini tekrar tekrar görmek istiyorsanız başvuru merkezi Balıkçı’nın kitaplarıdır. Türkçenin bu özelliklerini şimdiye kadar fazla farketmeyenler herhalde Balıkçı’nın kitaplarından birini bile okumamışlardandır. ‘Birini bile’ demem, herhangi bir yazdığı eserinin okunmasıyla bunun anlaşılabileceği içindir.
Balıkçı bir Osmanlı çocuğudur, eğitimi, dönem olarak –aslında bir ‘dil’ olmayan– ‘Osmanlıca’nın geçerli olduğu zamanda ve ortamlardadır. O dönem okumuşlarının ister istemez alışkanlıkları olan Arapça ve Farsça sözcükler ve kurallar onun tarafından dışlanır. Osmanlı’ya ve “Osmanlıca”ya uzak durmuş, Cumhuriyet’in halkçı, devrimci dilini, Türkçeciliği sahiplenmiştir.
Balıkçı, hiç çekinmeden kendi de sözcükler üretir, ama onun ürettiklerini sanki daha evvel karşılaşmışsınız gibi, hatta hep karşılaşmışsınız gibi yadırgamazsınız, hatta hiç duraklamazsınız, hem anlarsınız, hem de, yeni karşılaştığınız bir sözcük olduğunu düşünseniz bile ‘neden daha önce kullanılmamıştır acaba’ dersiniz. Çünkü o bir yazar olarak Türkçeyi iyi bilir, çok iyi bilir, Türkçeyi halkın diliyle kullanmasını da. Ayrıca bir poliglot olarak karşılaştırmalar yapma olanağı, becerisi ve hevesi de vardır.
Leva etmek, şakramak, hapazlamak, yapazlamak, yestehlemek, zımbırdatmak, sökekoymak, ıktırmak, perdah etmek, yelpirdetmek, verişilmek, kalgımak, yukarılamak gibi fiillerin büyük bir kısmı sözlüklerde yer almıyor. Yeygi, yıkı, fıta, varyoz sözcüklerini ise büyük olasılıkla ilk kez duyuyorsunuz. Onun diline güveninin ve yönteminin sonuçlarıdır.
Aganta Burina Burinata, deniz edebiyatının bir şaheseri, Balıkçı’nın ise başeseridir.
VAZGEÇİLMEZLER:
MAHMUT’UN DEĞİŞEN YOLU, YAZARIN VATANI
“Ama denizin saçları boynuma dolanmıştı. Artık beni kimse denizden kurtaramazdı” (s. 191) dediği gün kahramanımız denizin çağrısına karşılık vermesi gerektiği anlamıştır. Tereddüt de bitmiştir, kararsızlık da.
Balıkçı, ihmal edilen karaları, karaların bilinmezliklerini, karalardaki güzellikleri, kendisi denizden yana olmasına rağmen sergilemekten çekinmez. Çünkü denizle birlikte toprağı, ormanı, insanı, doğayı da sevmekte ve tarihi de bilmektedir. Bunlar ise vatan sevgisidir.
Balıkçı’nın anılarındaki Mütareke İstanbul’u koyu çizgilerle anlatılır. Hayatındaki önemi yazdıklarında açıktır.
Cevat Şakir, eğitim döneminde İstanbul’da Robert Kolej’de, sonrasında İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde Batı öğretilerine ve Avrupamerkezciliğe “maruz kalmış”, ancak, birikimi ve sağduyusuyla, “eşsiz” ve “öncesiz” Grek uygarlığı safsatası yerine Anadolu uygarlığını farketmiş, yakalamış ve seçmiş, Yunan olmayan Anadolu’yu görmüş ve göstermiştir. Yunan mitolojisinin, Anadolu mitolojisinin bir yan ürünü olduğunu belirlemiştir!
Aynı zamanda Avrupa eğitimli olan Balıkçı, buna karşın, oryantalizmin Doğu ve Doğulularla ilgili söyleminin anlam ve özünü anlamayacak bir insan değildir; Batılılar tarafından “Doğululara miskin bir tevekkül atfolunur” sözü bunu kanıtlar.xiii Doğu’da da isyan olduğunu, hem bilmekte, hem de Doğululardan isyan baklamaktadır. Gerektiğinde bunu destekleyecek, hatta kışkırtacaktır.
Balıkçı, Batı’nın kendini üstün gören anlayış ve bakışına “Anadolu” ile yerli bir set çekmiştir. Aganta Burina Burinata da bu setin bir parçasıdır.
1 İbn Tufeyl (1106-1186), felsefe ve edebiyatta “ada miti”nin başlangıcı olan Hayy İbn Yakzan adlı “roman”ın yazarıdır. Kitap, roman türünün tarihteki ilk örneği sayılır. Şair, filozof ve hekim olan Endülüslü yazarın eseri, Robinson Crusoe’nun da öncülüdür. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa / Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri) [“Avrupa’nın Batısındaki Doğu: Endülüs” bölümü], Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul 2016, s. 184 vd.
2 Tarık Dursun K., Denizin Kanı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1973.
3 Bu tarihe karşlık birçok kaynak doğum yılının 1886 olduğunu belirtmektedir.
4 İstiklal Mahkemesi’ne birlikte çıktığı dergi yöneticisi ve imtiyaz sahibi Mehmet Zekeriya (Sertel), “Cevat’ın olayı bir sır gibi” sakladığını ve ondan söz etmektem kaçındığını belirtiyordu; bkz. M. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım (1905-1950), Yaylacık Matbaası, İstanbul 1968, s. 32-145; akt. Necdet Ekinci, Zekeriya Sertel / Amerikan Kültür Emperyalizminin ve Magazin Dergiciliğinin Öncüsü, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006, s. 41-42.
Yazar Kemal Ateş de, babasının katili olması konusunda hiç yazmamasının ve bundan hiç söz etmemesinin bir eksiklik olduğunu ve bunu yanlış bulduğunu belirtmektedir; bkz. “Halikarnas Balıkçısı”, Aydınlık, 20 Aralık 2022, s. 13.
5 Bazı dergilere yazdığı sürekli yazılar yanında çok yere karikatürler ve desenler çizmekte, kitap süslemeleri ve kapak resimleri hazırlamakta ve tezhipler de yapmaktaydı.
6 İşgal kuvvetlerini nasıl değerlendirdiğiyle ilgili şu cümlesi, Cevat Şakir’in duygularına yansımış yurtseverliğidir; “Sanki bu işgal kuvvetleri, insanoğlunda zorbalık, kahpelik, küstahlık ve alçaklık namına ne varsa topu da meydana çıksın diye İstanbul’a gönderilmişlerdir”. Bkz. Halikarnas Balıkçısı, Bütün Eserleri.3, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, Ankara 1990, s. 19.
7 Dergi, dönemin Amerikancı muhalif ama aynı zamanda demokrat bir yayın organıydı. Kısa bir süre sonra yazar kadrosunda Nazım Hitmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nurettin, Sadri Ertem gibi yazar ve şairler de yer aldıktan sonra sol bir yayıncılık niteliğine bürünmüştür.
O dönemden ayrıntılı bir şekilde söz eden bir kaynak olarak bkz. Yıldız Sertel, Annem / Sabiha Sertel Kimdi Neler Yazdı?, YKY, İstanbul 1994, s. 113-132.
8 Kendisi buradaki amacının, “İstanbul’un işgali dolayısıyla, Türklerde kişisel davranıştan çok toplu olarak örgütlenme duyusunun bulunduğunu” yazmak olduğunu söyler, “imparatorluk kuruculuğunun alışkanlarına işaret etmek” istemiştir. İlk cümlenin başka bir yerde açıklaması şudur: “… toplum, kişisel tepkilerden çok, ordu halinde toplu tepkiler bekliyordu.” (Mavi Sürgün, s. 72 ve s. 21).
Öykünün metninden bir parça ile, yargılanma ve bu yaşananlar konusunda geniş bilgi için bkz. Mavi Sürgün, s. 68-95.
9 “Kalebentlik” Orta Çağdan kalma bir terim olarak, hükümlünün kentin kale duvarları dışına çıkamaması için kullanılmaktaydı. Ancak, Balıkçı’nın ifadesiyle “duvarlı şehir” (surlar içindeki kent) artık dünyada hiç bir yerde kalmamıştı.
10 “Halikarnasos”, Bodrum’un MÖ bir Anadolu uygarlığı dönemi olan Karia çağındaki adıdır.
Yazdıklarında Halikarnas Balıkçısı adını kullanmakla birlikte kimi gazete ve dergi yazılarını takma adla yayınlamıştır. Örneğin, sözünü ettiğimiz Resimli Hafta dergisindeki yazısındaki takma ad “Hüseyin Kenan”dır.
11 En önemli edebiyat eleştirmenlerimizden olan F. Naci, romanı değerlendirmesinde “kişiler belirgin değil” diye yazmıştır. Böyle demişse de, ve ayrıca “roman[ın] yapısı bakımından güçsüz bir eser” olduğu sonucunu çıkarmışsa da bu belirlemeleri paylaşamıyoruz. Hatta Naci, küçümseyici ve alaycı bir edayla eser “romandan çok bir meddahın anlattığı bir uzun hikayeye benziyor” bile demiştir. Bkz. Fethi Naci, “Halikarnas Balıkçısı (1886-1973) / Aganta Burina Burinata – Deniz Gurbetçileri”, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, TİB Yayınları, İstanbul 2012, s. 40-45.
12 Mehmet H. Doğan, “Halikarnas Balıkçısı’nın Yarattığı Dünya”, Tekrarın Tekrarı, Dost Yayınları, Ankara 1972, s. 90.
13 Mavi Sürgün, s. 70.